Şiir, zekâ ülkelerinde uzun ve üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir.
-Balzac
Şiirin oluşturulmasındaki başlıca etkenlerden biri de hiç kuşkusuz zekânın işlevsel kılınması, zihinsel yeteneğin şiirde beceriyle kullanılarak aklın (us) öne çıkarılması eylemidir. “Her baktığımızı şiir eden de akıldır” diyordu Nurullah Ataç. Ancak tek başına zekâ, nitelikli şiir “yapmaya” ya da doğurmaya yetmez. Şairin iradesi, kararlılığı, çalışma azmi, birikimi, dil bilinci, donanımı; bunları içe sindirmişliği, duruluğu, öngörüsü, yaratıcılığı, yerine göre mizah ve ironi gücü, derin bakışlılığı, matematiksel ve müziksel ritim kavrayışı ve daha pek çok “geliştirebilir” anlamdaki değişkenin yanı sıra zekâ, akla dönüştüğü sürece önemli bir değer, şiire eklemlenebilir bir sermayedir yalnızca. Şairin içindeki şiire uyanışı gerçekleştiren; hem köklerinin uzandığı ilkellik, naiflik ve masumiyet öğelerini koruyan, hem de bilgelikten uzak düşen depolanmış bilginin bu safiyeti ezmesini engelleyen bir tür yaratıcı araçtır. Denge kurucudur, terazidir, şiiri eksenine oturtandır. Yeri geldiğinde bir güvenlik aygıtı; şair söyleminin omurgası sayılabilecek ve şiirin sıkıca tutunduğu bir payandadır. Ancak unutulmamalı ki akıl şiirin tek hükümdarı olmayıp sadece kullanılabilir bir öğedir. Üstelik zekâdan yola çıkıp akla varmak da yetmez. Ve elbette şiiri yalnızca akıl üzerine kurarak onu abartmamak da gerekir. Burada Melih Cevdet Anday’ın bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum. İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur.
Şair, post modern dünyada “kapatılmışlık duygusu”na kapılmış; bu duyguyu derinden yaşadığı halde olup bitenin ayırdına varamamış olan insanın çemberlerini kırmaya; ona daha geniş bir özgürlük alanı açmaya doğuştan güdülenmiş biridir. Kendi uyanışı ile diğerlerini uyandıran ve onların yaşamlarına dokunan birisi… Sezgi kanallarını zekâsından süzdüğü aklın yardımıyla açacaktır, çünkü aklın temel görevlerinden biri zekâyı bilinç ekranına yansıtmak suretiyle düşünceyi iğdiş eden tüm öğelerin yenibaştan yapılandırmasıdır. Antonio Negri’ nin siyasal çözümlemelerinde de belirttiği gibi, sahici bir cezaevinin dışındaki yaşamda insana “yeni özgürlük alanları” sunmak; her ne türden olursa olsun – siyasal veya öznel - iktidar ile insan arasındaki köprüleri yeniden kurarak onu yalnızlığından kurtarmak için çaba göstermek şarttır. O halde şair bu görevi neden üstlenmesin? En azından sorunun kendi payına düşen ucundan tutamaz mı? Şairin büyü gücünün yaratıcı zekâyı değerlendirme becerisiyle doğru orantılı olduğu varsayılırsa, bu özellik aynı zamanda şiirin kalıcılığını, etkileme alanının genişlemesini sağlayarak işlevselliğini de artırmaz mı? Arife Kalender bir yazısında şöyle diyordu:
“Şiirin bir ‘taşma’ eylemi olduğunu düşünürsek; Bu ‘taşmalarda’ şairin zekâsı, gözlemleri, şiir ve genel kültür birikimi, dil bilinci, düş gücü, yaşam biçimi kendisini ele verir. Bu nedenle yaşama değen, ondan somut izler taşıyan şiirin kendi ömrünü uzattığını söylemek yanlış olmasa gerek.” (“1940 Sonrası Şiirimizin Uçları”)
Bu süreçte şair yalnızca kendisini ele vermekle kalmaz. Kendisini ele vermeye hazır olanı da yakalar. Akıl tüm canlı cansız âlemle, doğa ve insanla bağlantı kurarken, şiir bu süreçteki sayısız iletişim kanallarından sadece biri olup şairi taşarken “taşıran”a, içinden taşanı ise ötekilere “taşıyan”a dönüştürebilir. Üstelik hiçbir yaptırım gücü olmaksızın başarabilir bunu.
*
Günümüzde toplum psikolojisine, çağı önüne katıp sürükleyen ekonomik ve genelde sosyolojik gelişmelere dair kavramlar yeniden tarif ediliyor. Özellikle post-modern çağın sanat algılayışındaki gelgitlere paralel olarak şair de şiirini yeniden tanımlıyor. Duyarsızlaşan insana karşı duyarlılığını yoğunlaştırıp şiir dilini yeniden gözden geçirerek değişik boyutlar kazanmaya, eskisinden farklı kanallar açmaya çabalıyor. Öyle ki sosyolog, yazar ve felsefeci gibi diğer sanat ve düşün emekçileri de - özellikle şair - bastığı zeminin sağlamlığı konusunda giderek kuşkuya düşüyor. Çekirdek bilgiden uzaklaşmanın, ona ulaşamamanın nedenlerini ve hatta köktenci filozofların tanımladığı “bilgi ve hakikat” kavramlarını yeniden sorguluyor. Şiiri deşelerken gelmiş geçmiş tüm teorik, faydacı (pragmacı) ve sezgisel argümanları kullanıyor. Daha da önemlisi, kuşkularını insana aktarmak gibi önemli bir sorumluluk üstleniyor ki bireyi sıradanlaşmaktan, “sürü psikolojisi”nin yıkıcı etkilerinden kurtarabilsin… Bu noktada “şiirin zekâsı”ndan söz etmek pek de yanlış olmaz diye düşünüyorum. Şairin şiire enjekte ettiği zekâ tohumları sayesinde ortaya çıkan bir olgudur bu. Yeterli zekâ düzeyine sahip olmayan ve aklını kullanamayan şair, “zeki şiir”i de kotaramaz. Dönüşen ve sürekli değişen insanın sorunlarını ne görür, ne de onlara eskisinden değişik yorumlar getirebilir. Bu durumda bireyin kendisinden yola çıkarak günlük yaşama; giderek topluma ve şiirin evrenselleşme boyutuna nasıl varacaktır? Gerçek yaşama nasıl dokunacak, bireyi zaman içinde nasıl bir yolculuğa çıkaracak, yeni çözümlemelere ulaşmasını nasıl sağlayacak, farkındalık çıtasını nasıl yükseltecektir?
Zekâ derken yalnızca bilişsel-akademik zekâ’dan (Intelligence Quotient, IQ) söz etmediğimi özellikle vurgulamak isterim. Duygusal zekâ (Emotional Quotient, EQ) sanat için çok daha önemlidir, çünkü IQ’nun yüzü genellikle bilime dönükken, EQ sanata, duygudaşlık kurmaya, hayallere doğru yelken açar. Dolayısıyla burada estetik şifrelere ulaşmış sözel-dilsel-yazınsal zekâ ile doğrudan ilintili olan “şiirsel zekâ”dan söz etmek daha doğru olacak. Sırası gelmişken Alfred De Vigny’ nin bir deyişini anımsatmak isterim: “Şiir bir akıl hastalığıdır.” De Vigny böyle derken dışavurumcu; dışa vururken derinlere dalabilen; duygusal, atak, gözükara olarak nitelendirilebilecek şiirsel zekâyı tanımlamış olabilir miydi acaba? Mümkündür… Yoksa gerçekten Sokrates gibi delilikten mi söz ediyordu? Üstelik farklı dönemler ve farklı toplumlardaki şair tanımları da birbirini tutmuyordu. Kiminde ona tanrısal bir görev atfediliyor; kiminde kudretinden kuşku duyulmayan bir şaman oluyor; kiminde “tekinsiz” ve hatta dışlanması gereken biri olarak değerlendiriliyordu. Şair ise çağlar boyunca kendi penceresinden bakmayı sürdürüyordu. Örneğin söz duyguya ve duygusallığa geldiğinde insanoğlu sıradan bir bakışla sevmekten dem vuruyor; herkesi severek ve/veya birilerinin onu sevmesiyle mutlu olacağına inanıyordu. Ancak şaire göre mesele bu denli basit değildi. Akılla beslenmiş, sezgileri güçlü, yaratıcı zekâ düzeyi ileri olan şair dünyaya daha geniş bir pencereden baktığı için insanlığın nereye doğru gittiğiyle, varacağı noktada mutlu olup olmayacağıyla, değişim ve yeniden varoluş olgusuna yüklediği ontolojik anlamlarla daha çok ilgiliydi. Çünkü esin perilerinin dokunduğu zekâsını eğitmiş olan kişiydi o. Eğittiği bu zekâyı gelişmiş şiir diliyle kalemine postalayan olup, şiirsel bildirişimini varoluşsal dizgenin bir halkası olarak ortaya koyabilendi. Evrensel ve bireysel açmazlarla derdi olduğu için öncelikle mutsuzluğun-kargaşanın-haksızlığın-ölümün tarifini yapmayı amaçlıyor, kendini buna zorunlu hissediyordu. Günlük yaşamda alışılmadık olan anlatımlarla çözüme ulaşma çabasındaydı. Gelişmiş aklın soru sormayı bildiği ve sorulara yanıtlar aradığı kadar, şairin zekâsı da sorularla iç içeydi. Yanıtlar ise şiirin dip köşelerinde ve soruların arkasına gizlenmişti.
*
Şiir kolay anlaşılan; düzyazı ve “düz düşünce”ye çevrilebilen bir metin olmadığı için ona ancak sezgilerle varılabilir. Sezgi ise bireyin iç odalarında sakladığı bir tür zenginlik olup, kilidi açan yine akıl ve zekâdır. Canlı-cansız varlıklarla, doğa ve evrenle, geçmiş ve gelecekle iletişim kurmayı olanaklı kılan zekâ, şairin hem kendisi hem de bireyliğinin bilincinde olan okur için dil aracılığıyla sezgi odalarını açmanın yollarını mutlaka arar. Şair en azından bununla yükümlü olduğunu bilir. Tıpkı diğer sorumluluklarının farkında olduğu gibi… Örneğin şiiri “eksik” olan kişi, İsmet Özel’in de işaret ettiği gibi “Neler yazsam da şiir dense? ” mantığıyla yola çıkar (“Şiir Okuma Kılavuzu”, Şule Yay. 2006, s. 79) . Bu durumda piyasaya dönük kolaycı yaklaşımların, “pazar” kaygılarının şiire ve şaire yalnızca zararı dokunacak; şairin gerçek duruşunu eserine yansıtma olasılığını azaltacağı gibi şiire bir de bedel biçilmiş olacaktır. Oysaki şiir, okura dayatma hakkına sahip olmadığı gibi, yönlendirme ve hükmediş anlamında bir okur despotizmine karşı da kendisini korumayı bilmelidir. Okurun saptadığı bedel her ne ise onu reddedebilmelidir. Akıl bu direnci sağlayan ve tescil edendir. Şaire etkileyici bir azınlığa mensup olduğu kadar gücünü de dikkatli kullanması gerektiğini sürekli hatırlatandır. Bir bakıma yol haritası çizer. Bu yol haritasından sapan kalemin sonuçta ölü doğum yapması ve nihayet tıkanarak kendisini bir çıkmazda bulması kaçınılmazdır. Bir yanda kişisel egosu, öte yanda “yarı aydın” da denilebilecek güdükleşmiş aydın, dışsal iktidar ve çoğunlukla medyanın öncülük ettiği “üretilmiş pazar ekonomisi” (Ahmet Oktay; “Okur Dediğimiz Kesim de Artık Üretiliyor”, Yelkovan Dergisi, 2007, S.2, s.29) arasında sıkışmış olan şair/yazar ancak akıllı manevralarla bu karmaşanın üstesinden gelebilir. Piyasacı kaygılardan uzak duracak biçimde kendisini eğiterek, yüksek telif ücretleri, liste başı olmak veya ödüllerle avunmak yerine gerçek edebiyat dünyasına ait olmayı; pazara teslim olanların değil ama pazarı teslim alanların (Mehmet Başaran, Yelkovan 2007, S.2, s.31) yanında durmayı bilmek zorundadır. Aklın çizdiği harita sayesinde pekâlâ başarabilir bunu. Buradan çıkan sonuç şu ki, şairin sorumluluğu okura olduğa kadar kendisine de karşıdır.
Aklını kullanan şair ise “nasıl yapmalı” yerine şiirin nedenleri üzerinde düşünür. Şiirin doğurtulma sürecine ve içselleştirdiklerini uygun bir şiir diliyle dışsallaştırmaya odaklanmıştır. Şiirin ne şekilde kabul göreceği onu pek de ilgilendirmez. Kolaycılıktan uzak ve oldukça sancılı olan bu yaratıcılık döneminde, içinde uyanan şiir bir anlamda kendini yazdırırken, şiirin biricikliğini kaleme yansıtan kişi olduğunun bilincindedir. Zekâsı ve dolayısıyla aklının yardımıyla doğum olayını gerçekleştirendir. Duyguyla yoğrulmuş, bilgiyle kundaklanmış ama sütannesi akıl olan bu bebek, bazen kendinden önce doğanları anımsatsa bile (esinlenmeden söz ediyorum) , satır aralarında zekânın izlerini taşıdığı sürece daima tek, özgün, biricik ve hepsinden önemlisi sağlıklı ve kanlı canlı olacaktır.
Tüm bu tespitlere rağmen yüksek IQ’nun bilimde mutlak başarı anlamına gelmediği gibi, her ne türden olursa olsun (IQ, EQ, sözel-dilsel, vb.) , hiçbir sanat dalında zekâ tek başına başarıyı garantilemez. Diğer bir deyişle zekâ varsa şiir olmayabilir ama zekâ yoksa şiir topallar. Zekânın abartılması ise şiiri yapaylaştırır. Ayrıca sırf “düşünen ve okuru düşündüren” olmak da yetmez. Şairin temel işlevlerinden biri de okuru “ötekiler”i düşünmeye ve “ötekiler”e ait olanı tarafsız bir gözle görmeye yönlendirmektir. Sonuç olarak zekâ düzeyi yüksek şair, bunları şiirine aklın yoluyla, öteki araçları da kullanarak ve aynı zamanda şiirini bozmaksızın yansıtabildiği ölçüde başarılıdır ancak. Ve elbette zeki ve aklını kullanabilen okurla buluştuğu anda da şanslıdır denilebilir. Böylece, Balzac’ın sözünü ettiği uzun ve üzücü yolculukların sonunda yalnızca şiiri doğurmakla kalmaz, popülarite olgusuna hiç endekslenmediği halde okurun kalbinde gizlenmiş olan büyük ödülü de kazanmış olur.
(HAYAL Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık 2007, Sayı 23)
(GALİLEO, Hayal Yay. Ekim 2009, Sayfa 37)
Kayıt Tarihi : 20.3.2008 09:31:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)