Bir şairin içindeki intihardır, intiharımın adı.
Son kez yazıyorum, kendime ait savruluşları...
Sorumsuzca savrulan sözlerin, bir adabı ve anlamı yok.
Kendime ait savruluşlar bunlar sadece.
Üşüyorum, hem de çok üşüyorum…
İçimdeki en derin yaralar titriyor.
Sevgi adına, yaşam adına, umut adına mağlubum.
Yenilgime sunabileceğim bir mazeretim yok.
Cevabı bilinmeyen sorunların, kargaşası üşüşüyor üstüme.
Seçilmiş yanlış yolların asfaltı oluyor tenim.
Çıkmaz sokaklardan hep geri dönmelerin çaresizliği, yansıyor yüzüme.
Acılarımı terbiye etmeyi öğrensem de mağlubum.
İnsan kendi içinde bir başka büyüyor.
Bir başka oluyor içinde sesin teli, yüreğin dili.
Bilinmezlik yolculuğunun sırlarının şifresi, hep içimizde bir yerlerde geziniyor.
Çözülen her sırrın şifresi, yeni bir sırra açılıyor ve insan kendi içinde çözdükçe şifreleri, kendinden uzaklaşıyor.
Uzaklaşıyorum ben de kendimden.
Her uzaklaşmamı anlamlandırmak için çırpınıyor beynim.
Hesapsız bir duruşun bedelini ödüyor kalbim.
Çırpınışlara düşüyor bazen…
Bazen yarı baygın, yarı sarhoş dolaşıyor.
Bazen de beni kendimden alıp, kendime kurban ediyor.
Her defasında daha ahmak, her defasında daha cesur oluyor.
Ahmaklık ve cesaret insanı adam gibi adam yapıyor.
Sözün özü acı olsa da serinlik katıyor bedenime.
Gerçeğini biliyor olmanın saadeti ise esiyor ara sıra...
'Aşk, İsyan ve Geride Kalanlar' içimde bir kıyım, vicdanımda çarmıha gerdiğim vasiyetimin alnı açık bir ödeşmesi…
Kayıt Tarihi : 16.7.2007 12:23:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Silahın sesi, bir bilgisayar, bir tahta masa, iki sandalye ve duvara asılmış küçük bir manzara resminin olduğu odada patlamıştı. Polis olay yerine geldiğinde, kapıyı kırarak içeri girmiş ve kendisine şair diyen, ama üzerinde kim olduğuna dair hiç bir iz bulunamayan adamın, yerde yığılı cesedini ve elinde, intihar için seçtiği antika tabancayı bulmuştu. Şairin şakağından akan kan, kıvrımlı bir nehrin kuşbakışı görüntüsü gibiydi. 'Yazık… Belli ki okumuş, mürekkep yalamış adammış,' dedi polis, amirine dönerek. 'Boş versene sen. Yazdıklarını okuyunca, bunun bir deli olduğu anlaşılıyor. Bak yazmış işte, oku oku bitmez.' diyerek cevapladı ve devam etti amir, 'Zaten ne çıkıyorsa, bu çok okuyan manyaklardan çıkıyor. Bunların psikolojisini iyi biliyorum ben… Yazıyorlar yazıyorlar bir türlü meşhur olamıyor, sonra da intihar ederek isimlerini duyurma sevdasına kapılıyorlar. Bunu yaparken de mutlaka geride bir not, bir mektup bırakarak. Basının bunu alıp haber yapacağını, elbetteki biliyorlar. Yarın okursun, bütün gazetelerin üçüncü sayfasında her şeyi.' Babacan görünümlü emniyet amiri, bir yandan her şeye rağmen yine de anlam veremediği bu hazin manzara karşısında vahvahlanırken öte yandan çömezine nutkunu da bitirmemişti henüz: 'Sonra da bu delilerin peşinden mutlaka birileri çıkıyor ve onun adıyla, yazdıklarıyla bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Böylece dediğim gibi, bizim kurban yaşamda başaramadığını, intihar ederek başarmış oluyor. Hem sonra, bunların birçoğunda Allah inancı ve korkusu da yoktur.' 'Akıllara zarar böyle tipler yani amirim,' dedi çömezi, yine de son yargı için amirinin ağzından çıkacak kelimeleri beklerken. 'Ha onu bileydin,' dedi polis amiri çömezinin omzuna şefkatli bir baba edasıyla dokunarak. Görmüş geçirmiş, mesleğinde başarılı bir komiserdi polis amiri, ne intiharlar cinayet vakalarına tanık olmuştu o güne kadar, ama bu evdeki meczubun intiharı sanki biraz dokunmuştu ona da. 'Hadi oyalanma,' diye çıkıştı bir süre sonra komiser çömezine, 'Daha çok öğreneceğin şey var bu meslekte. Sağda solda ne varsa topla. Savcı geldiğinde gösterelim. Sonra da hemen çıkalım bu delinin evinden.' Savcının geldiği haberi, bir süre sonra düşmüştü telsizlere. Savcı, köhne bir bina olan evin küf kokan basamaklarını tırmanırken, burnuna mendilini dayamak zorunda kalmıştı. Odanın kapısından içeri girdiğinde, olay mahalindeki polislerin bakışları arasından sıyrılıp, yerde yatan cesedin yanına yaklaştı. Polis amirinin 'Hoşgeldiniz' deyişine bir göz atmakla yetindi ve ardından 'Ne buldunuz? ' sorusunu yönlerdirdi, gözlerini polislere dikerek. Polisler, bu savcıyı pek sevmezlerdi. Her şeyi didik didik eden, sürekli soru soran ve sorduklarıyla insanı bunaltan bir adamdı. Savcının adli kurbanlarla olan ilişkisi, her şeyi didikleyişi ve merakı, işini yapan bir savcıdan daha çok, özel bir dedektif havası veriyordu sanki ona. Kısa bir sessizliğin ardından polis amiri, 'İntihar vakası, klasik bir vaka. Tabii geride tahmin edeceğiniz gibi, bir de mektup bırakmış. Buyrun, bu da uzun uzun yazdığı mektup.' diyerek, uzattı savcının eline, şairin avuçları arasında kanlanmış mektubunu. Savcı, bu çok bilmiş tespit havasından hiç hoşlanmadığını, amirin hiç yüzüne bakmayarak, sadece elindeki mektubu alarak, çok bariz şekilde hissettirdi. Savcı intihar eden adamın yanına yaklaşırken, yere nehir gibi yayılan kanın üzerinden atladı. Yere eğildi ve yerdeki adamın ellerini kontrol etti. Adamın elleri ince, uzun ve bakımlıydı; yüzünde ise anlaşılmaz bir ifade vardı. Ne gülüyor, ne ağlıyor gibi, ikisi arasında bir şeydi… İnce, uzun bir yüz, zayıf bir beden. Saçların yanlarına tek tek düşmüş beyazlıklar ve silah. Silahın antika oluşu bile, bir başka duruyordu bu ince, uzun ellerde. Çok yıpranmış birine benzemiyordu adam. Yıpranmışların yüzündeki o kasvetli havadan, çizgilerden eser yoktu. Üstündeki kıyafetler, hiç de bu odada yaşayan birisine uymuyordu. 'Neden bu odada kalmayı tercih etmişti acaba? ' diye düşündü savcı içinden. 'Ne garip? ' dedi sonra kendi kendine mırıldanırcasına, 'Bu oda ve bu adam ve bu intihar… Birbirinin zıttı gibi her şey, ama hepsi bu odada birleşmiş.' Arkasında, birkaç adım geride duran amir, hemen yanında duran polisin kulağına, 'Yine başladı bu. Uzatmasa bari.' derken, savcı kesin bir ifadeyle, 'Kaldırın morga. Kimi, kimsesi var mı araştırın ve haber verin ailesine.' diyerek hızla çıktı odadan. Küf kokan merdiven aralığını, koşar adımlarla çıktı. Tam arabaya binerken, şoförü diğer polislerden aldığı haberi yetiştirme telaşıyla, 'Adam şairmiş, Sayın Savcım.' diyerek büyük bir iş başarmışların edasıyla baktı savcının yüzüne. Savcı 'Çok ilginç, çok ilginç.' diyerek bindi arabasına. 'Elimde tuttuğum bu mektup, demek bir şaire ait' diye düşündü savcı, makam aracının arka koltuğuna oturmuş sokaklarda koşuşturan telaşlı insan yığınını seyrederken. Kendisi de ara ara şiir yazan ve okuyan bir insandı. Üzüldü birden savcı. Elindeki mektubu okuma merakı, daha da artmıştı. İntihar sandığının anahtarı olarak gördüğü bu mektup, şimdi onun elindeydi. Birazdan odasına girecek ve hemen mektubu açıp okuyacaktı. İsimsiz bir şairin, isimsiz mektubu masasına yayılacaktı, boylu boyunca. Araba durduğunda, hemen indi ve Adliye'deki odasına doğru yöneldi. Deri koltuğuna oturarak, yaslandı geriye doğru. Bugünün evrak işlerini bitirmek için sıvadı kolları. Mektubu en sona bırakmıştı. Mesai saati bittiğinde ve el ayak çekildiğinde okuyacaktı onu. Resmi işlerini yaparken bile, masanın üzerine bıraktığı mektup, onu içine çekiyordu. Belki çok farklı bir şeyle karşılaşmayacaktı, ama sonuçta bir şair yazmıştı bu mektubu ve mutlaka anlamlı olmalıydı. Bir süre sonra işlerini bitirip mektuba uzandı. Yapıştırılmamış ağzını açtı zarfın. 'Belli ki şair unutmuş ağzını yapıştırmayı' diye düşündü. Sonra, intihar eden bir insanın, bu ayrıntıyı unutmuş olmasını düşünmesini çok aptalca bularak, hızla çıkardı mektubu zarfın içinden. Ve okumaya başladı; *** Hoşçakal dostum, hoşçakal… Sevgili dostum, yüreğimde yaşayacak anın. Sonunda ayrılmak yazgısı olsa da insanın, Hoşçakal dediğimiz gibi, buluşmak da var. Hoşçakal dostum, el sıkışmadan suskunlukla, Sakın üzülme, nedir bu gözlerindeki hüzün? Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşam da. Kaç gündür bu şiiri okuyorum içimden. İntihar duygusu içime saplandığından beri, akan kanı durduramıyorum. Karanlık odamın içinde, bilgisayar ekranıma sabitlediğim bu şiir, tek dostum galiba. Rus şair Yasen, son şiirini yine şair dostu Mayakovski'ye, kestiği bileklerinden akan kanıyla yazmış. Şairin şaire son mektubu elbetteki şiirle olmalı. Yasen bu kuralı bozmayıp sadık kalarak ve hayatına bir intihar ekleyerek, veda etmiş. Uykusuz geçen gecelerimden, gözlerime inen karartılar, beni zamanı belirsiz bir düşünceye sürüklüyor. Bir hücereye kapatılmış ve hücresinde duvarlara çentik atan, ama attığı çentiği görmeyen bir tutuklu gibiyim, uzun zamandır. Beni var eden kimsesizliğim mi yoksa ben mi kimsesizliğimi var ediyorum? Ne garip bir muamma bu? Düşüncelerimi kontrol edemiyorum. Her düşüncem, kendisiyle çelişerek büyüyor kafamın içinde. Ya şu intihar fikri, nasıl da gelip saplandı içime? Hiç durmadan içime akan bu duygu, bütün vücudumu ele geçiriyor sanki. Ya da ben ele geçirmesine izin mi veriyorum? Bahanem mi yoksa, yaşadığım tüm bu düşünceler? Oysa düşünceyi yaratan benim ve panzehiri de bende. Düşüncenin panzehiri, yine düşüncenin kendisiyle eşitleniyor. Eşitlenen şey düşünce mi yoksa onun yarattığı eylem mi? İntihar duygusu, bir düşüncenin eylemi değil mi? O zaman intihar bu düşüncenin panzehiri olmalı. Onu yaratan düşünce ise, bu düşünceyi yok edecek olan, onun eylemidir. Güçsüz düşünce ne işe yarar ki? Kendisini ancak ahmak bir teori ile besler ve düşünce hastalanır. Saçma bir denklem kuruyorum yine. Neden susmuyor düşünce? Bu güçsüz bir varsayımın, basit bir önergesi değil mi? Güçsüz düşünce ne işe yarar ki? Kendisini ancak ahmak bir teori ile besler ve düşünce hastalanır. Benim düşüncelerim de hasta olmalı. Nereden ve nasıl kaptım bu virüsü ben? Yoksa, virüsü içimde ben mi büyütüyorum? Yoksa, herkesin içinde bu var ve zamanı gelince yokluyor mu insanı? Düşüncelerim sancılar yaratıyor bedenimde, kıvranıyorum. Hem de ne olduğunu bile bile. Şairin acısı, içindeki sızısı değil mi? Öyle olmasa şair nasıl yazabilir tüm acıları? Nasıl yazabilir sevinçleri, aşkları, ihanetleri? Ve nasıl harmanlayabilir sosyal gerçeklikle! Bu yüzden değil mi, şairlerin hep içlerinde bir sızı taşıması? Evet bu yüzden. Boşuna dememiş Yasen: 'Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşam da.' Yaşam hep sorgular üzerine kurulu, bu besbelli. Sorgucu yaşamın kendisi, kurbanı ise biziz. Sorgucu, kurbanını sorguluyor hayat denen karakolunun içinde. Tezgâhta kalanlar, bu yükü taşıyamayanlar olarak geçiyor kayda. 'Yaşam zaiyatı' da denebilir onlar için. Ya direnenlerin akibeti… Biliniyor mu? Hayır bilinmiyor. Bir bilinmezlikte son bulduğunda bir yerlerde, adına 'ecel' deniliyor, o kadar. Ecel, ecelll... Ne gizemli, ne sıradan, ne ihtişamlı, ne tumturaklı, ne hoş seda ve ne kadar bayat bir kelime. Ölümün korkunçluğu, yok ediciliği içinden alınarak, kutsanmış bir kaybedişin ismi... Kutsal kitapların en büyük illüzyonu, bu olsa gerek. Ölümün, yok oluşun acısını, bu kadar hafifleten başka hangi kelime, hangi söz, hangi cümle olabilir ki? 'Ecelin geldi mi gidersin.' İşte bu kadar. Peki kendi elinle, kendi ecelini bulman, neden ecel sayılmıyor? Ecelin de bir kuralı var işte. Onun da çizgileri var. Onun da hayata bir bakışı, bir yargılayışı, bir sınırı, bir özü var. Uymuyorsan bu kurala, ecele ait değilsin demektir. Kapının çalmasını bekleyeceksin. Hayır çalmasını değil. O ansızın geleceği için, ölüm hafif olacak. Anlık. Saliseler içinde. Eceli bekleyerek yaşamak diye bir şey yok. İnsiyatifsizsin onun karşısında. Tüm insiyatif, tüm irade onun elinde. Ne zaman ve nerede, canını çalacağı belli olmayan kutsal katil. Demek ki intihar, bu insiyatifi onun elinden alacak. Demek ki intihar bir başkaldırı, bir isyan, bir devrim niteliği taşıyor. Herkesin ayıpladığı, horladığı, yakıştıramadığı, güçsüzlüğün sembolü olan intihar, aslında ecel denen şeye karşı duran bir 'devrimci…' Kendi hayatını yok etme kararı vermiş birisi, nasıl güçsüz olabilir ki? Yaşamının tüm nimetlerinden elini çekme, bir daha görmeme, bir daha duymama, bir daha gülmeme, bir daha sevdiklerine bakamama, bir daha dokunamama, bir daha hissedememe duygusundan bir vazgeçiş, nasıl güçsüz olabilir ki? Asıl güç, bunlardan vazgeçebilme iradesine sahip olmakta değil mi? Dünya nimetlerinden ve onun tüm egolarından arınmak için, dervişlerin bulduğu yöntem, yarı intihar değil mi? Keşişlerin, kendilerini ölünceye kadar bir yere kapatmasında, ne gibi bir giz var ki? Yarı intihar hali, altı üstü. Bunu yaparken bile, ölme erdemini gösteremeyen bir bencillikle, direnmiyorlar mı? Ölmekten korktukları için sığınmıyorlar mı mabetlere? Üzerine yazılan, çizilen o mistik, o otantik buğulamanın tadı, neden bu kadar özenle sunuluyor düşünce soframıza? Düşüncenin bittiği yerde, ölmek değil midir erdem? Erdem, insanlığın yüce değerlerini yukarılara, daha yukarılara taşımaya çalışmanın adıysa ve ben bunu yapabilecek bir erdeme sahip değilsem, nasıl var olmayı düşünebilirim ki? Bir mabete kapanarak mı yapacağım bunu? Bunu beceremeyenlerin kendi içlerinde sığındıkları, yarattıkları ve taptıkları kutsallaştırdıkları mabetleri, esasında bir totem değil mi? İçimizde kutsadığımız totemlerimiz, yaşama egomuz bizi çirkinleştirmiyor mu? Çirkinliklerimizi egolarla süsleyip, iyilik diye sunmuyor muyuz insanlara? Yaşam egosunu beslemek için kurbanlar seçip, kötülüğü yüceltmiyor muyuz? Sıradanlığın o ölü toprağını üstümüzden atmak için ün, şöhret basamaklarına göz dikmiyor muyuz? Egolarımızın ‘piar'ını her türlü ahlaksızlıkla, bir ahlakmış gibi sunmuyor muyuz? Aç bir kaplan gibi, içimizi görenlere saldırıp, parçalamıyor, linç etmiyor muyuz? Çiçekleri dalından koparıp, sunmuyor muyuz sevgiliyi elde etmek için? Düşüncelerimizi daha fazla satabilmek için beynimizi çalıştırmıyor muyuz? Tenlerin tadına bakmak için, şaklaban bir ahlakı kuşanmıyor muyuz? Takmıyor muyuz o iğrenç maskeleri? Niçin hepsi? Adına, daha iyi bir yaşam diyerek, kılıfına soktuğumuz silahı, yeri geldiğinde başkalarını öldürmek ve hayatta kalmak için mi kullanıyoruz? Yaşamak için öldür anlayışının, doğadaki hayvani yansıması değil miyiz hepimiz? Hergün asmıyor muyuz içimizde, erdem saydığımız şeyleri? Yoksa bu yazdıklarım, içinde intihar yarasını bir şefkatle büyütmeye çalışan bir şairin, yanılsamalarından ibaret mi? Ama bu bir yanılsama olamaz. İntiharın illüzyonu değil bu. Hayırrr! Bu sorgucunun ve ecelin elinden, kendi insiyatifini alma savaşından başka bir şey değil. İçime akan bu duygu bir eylem, bir özeleştiri. İşte, Yasen'in dostu Maykovski'nin, arkadaşının intihar etmesini şiddetle eleştirip, arkadaşının ölümünün üzerinden beş yıl sonra silahıyla intihar etmesi, nasıl bir eleştirinin özeleştirisi ise, benimki de öyle. Belki de içinde tüm sızıları hisseden şairlere özgü bir özeleştiri bu. 'Olmak ya da olmamak' değil mesele. Mayakovski arkadaşının şiirini okumak istediğinde, herkes ona karşı çıkmıştı. Bu şekilde, bir ölümü kutsamak sayılmıştı onun yaptığı. Bu kutsanamaz ve dile getirelemezdi. Sustu Mayakovski ve eleştirdi arkadaşının intihar edişini. Oysa biliyordu şiirdeki o derin anlamı. Eleştirmişti ve bu eleştirinin bir özeleştirisi gerekiyordu. Ve bu eleştirinin, kendisine ait olmayan bir eleştiriyi dile getirişinin özeleştirisi de, elbetteki ağır olmalıydı. Son mektubunu ailesine, Sovyet hükümetine verilmek üzere emanet etmişti. Toplumsal bir baskıyla arkadaşını eleştiren bir şair, son mektubunu, en ileri toplumun mimarı oldukları iddiasını taşıyan kadrolara göndermişti. Vazgeçiş; hayattan ve tüm sevdiklerinden bir daha geri dönmemek üzere, bir sonsuz arınış. Hepsi bu. İçimdeki intihara bulduğum örnekler beni besliyor. Ben de onları besliyorum. Onları düşünüyorum. Arınmak için en büyük motivasyonum, benim gibi şairlerin hayatlarında gizli. O son anlarında. Bir bir aklıma geliyor hepsi. Bir bir… Adeta yudumluyorum, tüm intiharları. Hiçbiri de önemsiz değildi ki. Yarattıkları ve mücadeleleriyle, ödedikleri bedellerle çektiler hayatlarının tüm yükünü. Yaratıcıydılar. Hayatlarına son verirken de aynı yaratıcılıkları kullandılar. Macar şair Attila Jozsef, attı kendisini bir trenin altına. Geride 17 yaşında yazdığı ilk şiir kitabı 'Güzellik Dilencisi' ve 20 yaşından sonra yazdığı 'Haykıran Ben Değilim', 'Devir Gövdeyi, Ağlayıp Sızlanma', 'Kenar Mahallede Gece' ve 'Çok Acıyor' adlı kitaplarını bırakarak… 'Devir Gövdeyi, Ağlayıp Sızlanma' kitabının ismine çağrışım yapan, demir bir trenin gövdesinin altına kendini atarak, sızlanmadan intihar etti Jozsef. Hakkında hiçbir kayıt bulunamayan, ama ismi büyük bir şair olarak anılan Comte de Lautrémont ise, bir otel odasında intihar ederek son verdi yaşamına. Ya Nerval? Modern sürrealizmin en büyük ilhamı. O, kendisini Paris'te bir sokak lambasına asmadan önce teyzesine 'Bu akşam beni bekleme, çünkü gece siyah ve beyaz olacak.' diyerek hayatına son veren büyük aşk şairi. Onu asıldığı yerde görmeye gelen şairlerin, karşısında saygı duruşunda bekledikleri adam. Nerval hiç bilmedi, intihar ettiğinde geride bıraktığı son şiirindeki 'Sıcak bir kış günü' tasviriyle, dünya tarihine geçtiğini. Ve Amerikalı kadın şair Plath. 11 Şubat 1963 'te, Londra'da çocukları mışıl mışıl uyurken, onların yanına son kez süt ve kurabiyelerini bırakıp, odasının kapısını gaz sızmayacak şekilde tamamen bantlayan ve kafasını bir fırının içine sokarak intihar eden Plath. Ve şimdi ben, geride bıraktığım bu son mektubu yazan ve birazdan dede yadigarı silahı şakağıma dayayarak intihar etme eylemini gerçeklestirecek olan ben. Neden sızlanıyorum bu kadar? Neden bu kadar açıklama yapma gereği duyuyorum? Neden tarihten intiharları çekip, bu sayfalara döküyorum fütursuzca? Korkuyorum galiba. Sorgucu yaşamın elinde, inlemelerimi duyuyorum. Evet korkuyorum, ama biliyorum korku insanı yok ediyor, sindiriyor, etkisizleştiriyor ve zavallılaştırıyor. Ben zavallı bir şair değilim ve asla olmayacağım. Olmamalıyım. Kendi insiyatifimi ve içimdeki o sorgucuyu, bir daha geri dönmemek üzere defnedeceğim. Bu kısır döngülü, bu şaibeli bir yaşamın parçası olmak istemiyorum. Ne şakşakcı zavallıların bir oyuncağı ne de var olmak için kendisini satan düşünce pezevenklerinin içinde yer almayacağım. Kendimmişim gibi yaparak, kendimi kandırmayacağım. Çıplaklığımı örterek, utanıyormuş gibi yapanların röntgenci yüzlerinden kurtulacağım. Birazdan intiharım ölecek içimde. Hayata dair bir özeleştiri olarak kıracak kabuğunu. Hiçbir işe yaramayanların paparazilerle hayat bulmasına, iğrenerek bakmayacağım artık. Bir ömür boyu denilen zırvalıklardan uzak, çekmeyeceğim artık hayatın çilesini. Bir şairin içindeki intihardır, intiharımın adı. Son kez yazıyorum, kendime ait savruluşları... Sorumsuzca savrulan sözlerin, bir adabı ve anlamı yok. Kendime ait savruluşlar bunlar sadece. Üşüyorum, hem de çok üşüyorum… İçimdeki en derin yaralar titriyor. Sevgi adına, yaşam adına, umut adına mağlubum. Yenilgime sunabileceğim bir mazeretim yok. Cevabı bilinmeyen sorunların, kargaşası üşüşüyor üstüme. Seçilmiş yanlış yolların asfaltı oluyor tenim. Çıkmaz sokaklardan hep geri dönmelerin çaresizliği, yansıyor yüzüme. Acılarımı terbiye etmeyi öğrensem de mağlubum. İnsan kendi içinde bir başka büyüyor. Bir başka oluyor içinde sesin teli, yüreğin dili. Bilinmezlik yolculuğunun sırlarının şifresi, hep içimizde bir yerlerde geziniyor. Çözülen her sırrın şifresi, yeni bir sırra açılıyor ve insan kendi içinde çözdükçe şifreleri, kendinden uzaklaşıyor. Uzaklaşıyorum ben de kendimden. Her uzaklaşmamı anlamlandırmak için çırpınıyor beynim. Hesapsız bir duruşun bedelini ödüyor kalbim. Çırpınışlara düşüyor bazen… Bazen yarı baygın, yarı sarhoş dolaşıyor. Bazen de beni kendimden alıp, kendime kurban ediyor. Her defasında daha ahmak, her defasında daha cesur oluyor. Ahmaklık ve cesaret insanı adam gibi adam yapıyor. Sözün özü acı olsa da serinlik katıyor bedenime. Gerçeğini biliyor olmanın saadeti ise esiyor ara sıra... 'Aşk, İsyan ve Geride Kalanlar' içimde bir kıyım, vicdanımda çarmıha gerdiğim vasiyetimin alnı açık bir ödeşmesi… Aşk, İsyan ve Geride Kalanlar, umuda çıkmış yolculuğumun, kalemi kırılmış idam kararı oluyor. Bu müsvette geçmişte her iz, kendine bir yer açıyor. Kimi zaman beni özlersin özlersin de bulamazsın derken, kimi zaman sarılacak bir tene hasret düşüyor. İz sürücüsü geçmişim ise hep felaketlerimi buluyor, baskınların ihbarcısı oluyor çıplaklığım. Sokakları birbirine bağlayan başı boş yürümelerim, kaçak tenhalardan yıldızlar çekiyor. Her defasında itirazlar yazıyorum mevsimlere. Yıllarım kayboluyor, gezginci sözlerim kendini yitiriyor, bakışlarım düşüyor, yağmur oluyor gözlerim… Ecelim elime değiyor. Bütün mahçubiyetlerim utanıyor. Bütün mahçubiyetlerim yalanın öteki adı gibi diziliyor tespihlere… Terörize olmuş duyguların, anarşist yangınlarına veriyor kendini. İhalesiz sevmelerin, devri olmayan ihanetlerin, sadaka yüklü madalyalarına gözlerini kapatıyor. İnfilaklara salıyor kendini. Yaşamdan sürgün edilmişliğin bedelini okşuyor, yüreğimde taşıdığım kimsesiz emanetler isyan ediyor. Bir yanım esir, bir yanım esaret kırıyor. Sevgi sözcüklerini de çokça söylememek icap ediyor. Ne masallar var aklımda ne de tatlı rüyalar. Belki de hiç anlatılmamış, hiç söylenmemişti. Ama ben yaktım unutmak istediğim her şeyi. Çünkü biliyorum, bir yoksul masalıdır yakmak sakıncalı her şeyi... Sırtımdan atıp kayıp gençliğimi, sükunet içindeki sarhoş vicdanlara, muhalefet şerhi koymanın huzurunu, rahvan bir yorgunluğun ise suçunu üstüme alarak, kaygılarımı kaygılandıran iç duvarları, üçüncü göz bakışımı, askıya çekilmiş hatıralara emanet ederek, bilindik acılardan beslenen aç tarihe dudak büküp, gülümsüyorum. Varoşlara teslim olup, illegal kayıplara karışıyor, sirenlerin yanıp sönen uyarılarına yakışıksız kafiyeler diziyorum. Acılarıma terbiye süsü verip, birbirine teğet gözyaşlarımı siliyorum. Umut taşımak ki bir sonraki saliselere, acının alnını karışlamak gibi beyhude bir çaba ve bütün intiharlarım huzursuz, bütün huzursuzluklarım ise intihar etkisinde. Arşive düşmüş hikâyemin bilançosu ise bir yafta gibi asılmış boynuma. Kimseler bilemezdi kötülüğün bu kadar kollektif ve zulaların da bu kadar tedarikli olduğunu. Ve hep hazırlıksız yakalanıyorum, cellatların kütüğüne… Arzuhallerimi yazıp savuruyorum rüzgârlara... İradesiz bir kuşatmadır şimdi yalnızlık. Nereye baksam hiçlik zafiyeti, nereye dönsem sonsuz uzayış. Bir beddua gibi ağır, bir beddua gibi sorumsuz, bir beddua gibi yok edici her şey. İsyanlarım ise karaya vuran vicdanlar gibi gözü açık ölüyor. Çelişkilerim küçük bir çocuk, acı ise hesaplaşmasında özeleştirimin. Sevgilerim ise belirli belirsiz izler taşıyor, izler taşıyor arkasında iz bırakmayan. Hepsinden öte dostlar, Bir uçurtmam olsun istiyorum. Rüzgârsız havalarda da uçsun, Ne ipi olsun birinin elinde, Ne de görülebilsin gökyüzünde. *** Savcı bir solukta okuduğu bu uzun mektubun, bir hesaplaşma olduğunu ve bu hesaplaşmadan bir intihar çıktığını anlamıştı. 'Sanki ölmemek için direnmiş' dedi kendi kendine. Belki de yanında olabilse vazgeçirebilirdi onu bu eyleminden. Ama artık çok geçti... Şair ölmüştü. Tıpkı mektupta anlattığı şairler gibi, yok etmişti kendisini. Eline kalemi alıp, zarfı iliştirdiği dosyanın üzerine 'Şairin içindeki intihar' diye yazarak bıraktı masasının üstüne. Herkesin boşalttığı adliye koridorunda, sadece polislerin sesi duyuluyordu. Uzun koridor boyunca yavaş yavaş yürümeye devam etti. 'Yine de intihar mektubu, şairin neden intihar ettiğini açıklamıyor. Başka şeyler olmalı bu adamın hayatında. Ama ne? Kim bilir? Bu şairler, yazarlar, ressamlar garip ruhlu insanlardır. Mutlaka o mektupta intihar edişinin bir sırrı olmalı. Hem de kelimeler içine gizlenmiş sırlar. Bu kentte çok uzun zamandır sanatçı intiharlarına rastlamamıştı. Demek ki intihar onları da sarmaya başladı. 'Galiba bir virüs gibi, arada bir yokluyor herkesi' diye düşünürken içi titredi savcının. Şoförü onu görünce koşarak arabanın kontağı çevirdi. Savcı, arabaya binerken bir an durup şoförünün yüzüne bakarak, 'İntihar bir virüs gibi, zaman zaman yokluyor herkesi, değil mi? ' diyerek cevap bekledi. Şoför bu ani soru karşısında ne diyeceğini bilemeyerek, kem küm etti. 'Ecel efendim' dedi yarım yamalak. Şoförün durumundan hiçbir şey anlamadığını gören savcı, 'Sür hadi, sür de gidelim.' talimatını vererek uzaklaştı adliyeden. Eve geldiğinde, hâlâ şairin uzun mektubunu düşünüyordu. Eşi onu kapıda karşılamış ve hemen yemek masasına oturması için yönlendirmişti. Savcının eşi, İstanbullu iyi bir ailenin kızıydı. Savcı eşiyle sohbet etmek, zaman geçirmek, olayları, yaşananları onunla tartışmak ve tespitlerini dinlemekten ayrı bir zevk alıyordu. Eşi de bunu bildiğinden, bazen kendisini fişekliyor ve bir tartışmanın içine çekiyordu. Bazen günlerce süren bu tartışmalar, yeni ufuklara yol alıyor, adeta hiç bitmesini istemedikleri bir hayal gibi sürdürmeye çalışıyorlardı. Bazen eşinin olmadığı bir hayat düşünür ve hemen düşüncelerini başından kovardı. Böyle bir şeyi düşünmek bile onu rahatsız ediyordu. On yıllık evlilikleri büyük bir sevgiyle başlamış ve bu sevgi hiç bitmeden artarak devam etmişti. İşinin resmiyetini, ciddiyetini işyerinde bırakarak, onunla geçireceği zamanı iple çekip giderdi evine. Okul yılarında, herkesin güzelliğine imrenerek ve kıskanarak baktığı bu kadına, az mı şiirler yazmıştı? Hem de isimsiz şiirler. Ama biliyordu genç kız, şiirleri kimin yazdığını… Ve her onu gördüğünde tebessüm ediyor, bildiğini bu tebessümle ima ediyordu. O ise bu tebessümü görmek için hiç durmadan şiirler yazıyor ve ertesi gün tebessümü yakalamak için, onun göz alanı içine kendisini atıyordu. 'Tebessümlü bir sevgi için her şey, Göremezsem eğer bir gün yüzünde, İşte o zaman, Ölür sevgim, sevgiler içinde.' Bu şiiri ona yazdığı gün tebessüm yerine, eline bir mektup tutuşturmuştu kız. Mektubu bütün gün korkusuyla açamamış, sevgisine karşılıksız bir mektup olmasından korkmuştu. Bütün gece mektup masasında durmuş ve bütün gece mektuba bakarak, o imanın çıkmaması için dualar etmişti. Sabah pencereden içeriye süzülen ışık, mektubun üstüne düştüğünde, bunu bir işaret gibi kabul etmiş ve bir çırpıda açmıştı mektubu. 'İsimsiz şair'e, Ne garip? Siz isimsiz şiirler yazıyorsunuz bana, ben ise ismini bildiğim bu şaire bir mektup yazıyorum şu an. İtiraf etmeliyim ki, bana dair yazdıklarınıza âşık oldum. Ama yoruldum sizi görüp, tebessüm etmekten. Belki de artık bir araya gelip, buluşturmalıyız tebessümlerle, şiirleri... Ne dersiniz? Yarın öğlen sizi bekleyeceğim okulun avlusunda. Sevgilerimle, Tanıdığınız Tebessüm' 'Biraz daha çorba ister misin hayatım? Eşinin yumuşak sesiyle çıktı anıların içinden. Eşinin yüzüne baktı uzun uzun. 'Teşekkür ederim doydum ben. Ellerine sağlık.' diyerek kalktı masadan ve eşinin saçlarını okşayarak, ellerine uzandı. 'Sana bakmaya doyamıyorum Nejla. Bir gün gelip de seni bu evde bulamayacağım düşüncesi, içimi ürpertiyor.' Eşi, kocasının ellerini iyice sıktı ve tebessüm ederek 'Beni kaybetme düşüncesi de nerden çıktı? ' diye sordu üzgün bir tavırla. 'Yokluyor bu beni ara sıra. Bugün komşularının şair olarak tanıdığı, eli ayağı çok düzgün birisi intihar etti. Geride bir mektup bırakmış. Uzunca bir mektup. Sanki ölmek istemeyen ve bunun için direnen bir insanın mektubu gibiydi okuduklarım. İntihar için bir neden göremedim. Mektupta her şeyi sorguluyor. İntiharına nedenler aramış. Tarihten örnekler bulup çıkarmış. Ne öfkeli, ne korkak, ne umutlu, ne umutsuz, ne de kahır dolu bir mektuptu. Yazdıklarına haklılık aramış ve yaşama karşı ölümü, ecel denen şeyin iradesine karşı bir mücadele olarak adlandırmış. Yani karışık, ama sistemli bir karışıklık var mektupta.' Eşinin hemen arkasındaki camdan dışarıya bakarak konuşuyordu savcı. Türk kahvesinin kokusu burnuna geldiğinde arkasını döndü ve eşinin elindeki kahveyi gördü. 'Biraz rahatla hayatım. Belli ki bu şair seni biraz zorlayacak. Belki de şair yaşama nedenlerini yazmıştır mektupta. Belki de sorguladığı yaşam değil, ölümdür. Belki de nedenlerinin bir nedeni olmayışına itirazdır, bu mektup. Seni böyle düşündürdüğüne göre, bence mektup amacına ulaşmış olmalı. Şair, mektubu okuyanların bunu düşünmesini istiyordu. Son noktayı başkaları koysun istiyordu.' 'Haklı olabilirsin, ama insanın hayatından vazgeçmesi için yeterli bir neden değil ki. Bunun için intihar etmesine gerek yoktu. Gerçi o bunun, bilinçli bir eylem olduğunu söylüyor. İnsanın kendi hayatına son vererek gerçekleştirdiği bir eylem, nasıl bilinçli bir tercih kabul edilebilir? Kabul edilebilir mi? Ben mektubu okuduğumda nedenlerine baktım ve sonuç olarak bir neden göremedim.' 'Doğru söylemiş bence. Ölüm bir eylemdir. Şair, ölümüne, bir başkasının eliyle değil, kendi elleriyle son vererek, kendi eyleminin sahibi olmuş. Bir başkasının eylemiyle yok olmaktansa, kendi mantığı içinde, kendi eylemiyle yok olmayı tercih etmiş olmalı. Yani, yaşama insiyatifine sahip olduğu kadar, ölme insiyatifine de sahibim diyerek gerçekleştirdiği ve adına ‘eylem' dediği şey, aslında düşünceye bir başkaldırı gibi de yorumlanabilir.' 'Hayır, ben böyle düşünmüyorum hayatım. Eğer bu eylem, bir mantık içinde savunulmaya başlarsa, herkes kendi eyleminde haklılık bulur ve bunu hayata geçirmeye başlar. Şair burada kendi eylemini hayata geçirerek, eleştirdikleriyle aynı noktaya düşmüş. Ecel denen kavramı 'Kutsal katil' olarak yargılıyor ve hayatın kendisini suçluyor. Oysa ecel denen şey, yaşamı kolaylaştıran ve hatta ölümü yaşam kadar kabul etmemizi sağlayan bir kelime. Bu bir çelişkidir ve şairin bu çelişkiyi görememesine şaşırıyorum.' 'Seni anlıyorum, mantıkla ölçüyorsun bu durumu. Ama, mantığı belirleyen de eylemdir diyorum ben. Mantık, eylemlerin bir deneyimi olarak geleceğe bıraktığı, tecrübenin adıdır. Şair eylemiyle mantığını, mantığıyla duygularını bir teraziye koymaya çalışmış besbelli. Eyleminden çıkacak mantık, geleceğe, en azından bu olayı bilenler için, bir deneyim olarak kalacak ve yaşamaya devam edecek.' Eşinin bu durumla ilgili yorumları kendisini heyecanlandırıyordu. Onun zekâsı ve bu zekâsını billurlaştırarak tartışmaya sunmasından, inanılmaz bir haz alıyordu savcı. Şairin ve eşinin söyleminden, hukuk derslerinden aklında kalan bir sözü hatırladı, 'İntihar, kendisini öldüren insanın eylemidir.' Bunu kim söylemişti hatırlamıyordu, ama bugünkü tartışma bunun üzerine şekilleniyordu. Bu söz üzerinden vardığı bir başka soruyu attı ortaya, 'Peki, bu eylem etik midir? ' ve sorusunun cevabını beklemeye koyuldu. Eşi ise kahve fincanlarını masadan toplarken, 'Buna hemen bir cevap vermemi bekleme benden. Eğer cevabın ağırlığı, bu eylem karşısında basitleşirse, buna üzülürüm.' diyerek mutfağa yöneldi. Evet bu soru, temel bir soruydu. Belki sorusu intihar eden şairin durumunu açıklamayacaktı, ama intiharın etikle çarpışması, doğru bir mantık verecekti. Eşi mutfaktan çıkarken, 'Biliyor musun? İçeride yaşamın ne kadar etik olduğunu düşündüm bir an… Ve senin sorunun cevabının burada saklı olduğunu fark ettim.' dedi. Eşinin bu yeni tezi onu kötü yakalamıştı ve kendisine biraz önce verdiği cevabı, tekrar ona geri iade etti, 'Buna hemen bir cevap vermemi bekleme benden. Eğer cevabın ağırlığı, bu eylem karşısında basitleşirse, buna üzülürüm.' Eşinin bu cevaba attığı kahkahaya, o da katılmıştı. Karşılıklı gülüşleri dudaklarda buluşmuş, her şeyden uzak kutlanmıştı. Gecenin koynuna uzandıklarında ise ne şair, ne şairin intiharı vardı akıllarında. Birbirlerine sıkıca sarılarak uyumuşlardı. Sabahın ilk ışıkları hafta sonunu aydınlattığında, eşinin ayak uçlarıyla dolaştığını hissetti. Ses yapmamak ve eşini uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyen karısı, mutfakta bir şeyler hazırlıyor olmalıydı. Yatağın içinde dönüp, eşinin bıraktığı boşluğu eliyle okşayarak, başını onun yastığına koydu. İntihar meselesinin, onu bu kadar etkilemesinin altında olan duyguyu düşündü. Bu duygu, eşine duyduğu sevgi ve onu kaybetme korkusunu canlandırmış olmalıydı. Evet kesinlikle, sevgi ve kaybetme korkusu birbiriyle kardeşti. İnsan ne kadar çok seviyorsa, kaybetmekten de o kadar korkar oluyordu. Sevgi ve korku duygusal zıtlığın bir buluşmasıydı. Ya intihar? O korkunç kelime hangi duygusal zıtlığın bir buluşmasıydı? Yaşamla, ölümün buluşması. İşte zıtlık buydu. Yaşam ve ölüm birbirinin hep zıttıydı, ama ikisi hep birlikte anılıyordu. Yaşam ölümden, ölüm ise yaşamdan korkuyor olmalıydı. Ölüm yaşamı kaybetmekten korkuyor, yaşam ise ölümle buluşmaktan korkuyordu. Bu durumda, şairin ölümü, büyük bir buluşma anlamına geliyordu. Peki ya bu buluşma biçiminin yöntemi doğru muydu? Yatak odasındaki telefonun büyük bir gürültüyle çalması, onu öyle korkutmuştu ki, yüreğinin atışını duymuştu adeta... Elini yüreğinin üstüne koyarak derin bir nefes aldı ve 'Sabahın köründe kim bu münasebetsiz? ' diyerek söylendi. Telefonun diğer ucundaki ses konuşmaya başladığında, bütün dünyasi yıkılmış ve olduğu yere yığılmıştı. Elinden bıraktığı ahizeden gelen 'Alo savcı bey, aloooo savcı bey iyi misiniz? ' soruları adeta odanın içinde yankılanıyordu. Telefonu kapattı ve yatağına uzandı. Yorganı yavaşça üstüne çekti, gelişigüzel. Uyuyacaktı ve eşi onu 'Günaydın hayatım' deyip, öperek uyandıracaktı. Sonra kahvaltılarını yapıp, karşılıklı sıcak çaylarını yudumlayacaklar ve yarım kalan sohbetlerine devam edeceklerdi. Bu bir rüyaydı ve uyandığında her şey rüyada kalacaktı. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Kapıya birisi önce yavaş, sonra daha sert vurmaya başlamıştı. Savcı yerinden kalktı ve kapıya yöneldi. Kapıdaki onun şoförüydü. Kapı açılır açılmaz 'Efendim kötü haberi duydum, başınız sağolsun…' dediğinde savcı kapıyı hızla yüzüne kapattı adamın ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı, 'Beni yalnız bırakmaaaaaaa! .. Sensiz yaşayamammmmmm! .. Beni bırakmaaaaa! ..' Evdeki her şeyi yere atıp, parçalıyordu. Kendisini kaybetmişti. Şoförü içerden gelen seslerle paniklemiş, kapıyı zorlamaya başlamıştı. Kapının menteşelerinden gelen ses, savcının haykırışları, kırılan eşyaların çatırtıları adeta bir deprem yaratıyordu. Ne zaman ve nasıl, yatak odasındaki masanın çekmecesinde duran silahı eline aldığını hatırlamıyordu? Ama elindeydi. Odanın içinde, adımlarının hızı, onu düşünmekten alıkoyuyordu. Aklından her şey, ama her şey hızla geçiyordu. Eşinin sabah kahvaltısını hazırlamak üzere yataktan süzülüşü, yataktaki boşluğu, dünkü tartışma; şair, şairin mektubu, ecel, mantık, zıtlıklar, etik ve intihar. 'İntiharrr! ..' dedi önce bağırarak, sonra sesi fısıltıya dönüştü. 'İntihar,' kelimesini tekrarlaması ve silahı şakağına dayayıp tetiğe basması, bir anda oldu. Ama patlamamıştı silah. 'Tıkk' sesi şakağında kalmıştı. Dona kalmıştı savcı. Elinde silah, şakağında namlu ve tık sesi. Hepsi bir kare içinde donmuştu. Kapıyı kırmayı başaran şoförü, bu tabloyu saliseler içinde görmüş, o da odanın kapısının önünde donakalmış ve gözlerini kapatmıştı. Silah savcının elinden kayıp, yatakta eşinin yattığı boşluğa sessizce düştüğünde, o da hıçkırıklara boğulmuştu. Tıkk sesinin hemen ardından, şoför bir patlama sesi duymayınca korkuyla açmış gözlerini ve hıçkırıklar içindeki savcıyı görmüştü. Hemen atılarak sarıldı savcıya. Şoförünün 'Ecel savcım, elden ne gelir? Kim bilebilirdi freni patlayan bir arabanın, eşinizin kahvaltılık aldığı dükkâna gireceğini… Ecel işte, elden bir şey gelmez.' şeklindeki avutmaları, onu daha da kahretmişti. Odaya doluşan polisler, hıçkırıklar içindeki yarı baygın savcıyı, hemen evin önünde bekleyen ambulansa taşıdılar. Mezarı başında eşini son yolculuğuna birlikte uğurladığı arkadaşları, savcının sürekli mırıldandığı o şiiri hiç unutamadılar. 'Tebessümlü bir sevgi için her şey, Göremezsem eğer bir gün yüzünde, İşte o zaman, Ölür sevgim, sevgiler içinde.' Aradan geçen aylar, bir parça merhem olsa da o hiç unutmamıştı, başına dayadığı silahı ve o “tıkk“ sesini. Şairin ecel için, neden “kutsal katil' dediğini şimdi daha iyi anlıyordu artık. Eğer ecel olmasa, Nejla yanında olacaktı; ama o kutsal katil, onun yaşama eylemini elinden almıştı. Demek ki şairin mektubunda yazdıkları, şairin içindeki intihar ile kutsal katilin savaşıydı.

TÜM YORUMLAR (1)