Şahmaranlar(9) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(9)

- Çivi kutusunun içinde bir bağ olacaktı. Biraz kısaydı ama idare eder.
Delikanlı Eminönü alanında sıra sıra duran otobüsleri yazılarından seçmeye çalışıyordu:
Edirnekapı or ‘da. Boş. Saat bekliyor. Biner miyiz?
- Draman yakın olurdu. Akdeniz Caddesi ‘nde inerdik.
- Draman arama.
- Öyleyse biz de Malta ‘dan aşağı yürürüz. Bir yokuşluk yol.
Başlangıç durağında bomboş duran otobüsün orta sıralarından birine geçtiler. Delikanlı eşini pencere dibine aldı. Oturdular. Hızlı hızlı yürümeye başlayan insanlarıyla, caddelerden kıvrılan rengarenk arabalarıyla, dumanları havaya yükselirken bağıran araba vapurlarıyla, gittikçe kalabalıklaşan Galata Köprüsü ‘yle, çevreye bağıran. Koşuşan satıcılarıyla dahi olsa, dışarıdaki yaşantı genç kadını hiç ilgilendirmiyordu. Yorgundu. Uykusuzdu. Sırtındaki bir hırkasından iki hırkalık fayda sağlamayı düşünecek kadar üşüyordu. Yüzü sarıdan griye dönmüştü.. Yanaklarında ve alnında ıstampa mürekkepleri, nereden bulaştığı anlaşılmayan isli, kirli lekeler vardı. Saçları dağılmıştı. Bir bölüğü kaşlarının üstüne düşen bu saçların gerçek renginin sarı olduğuna inanmak zordu. Öndeki koltuğun nikelajlı arkalık demirini tutan elleri zayıftı, kirliydi, sinirleri ince, gergin ipler gibi alttan yukarı deriyi zorluyordu. Kısa tırnakları yer yer kırılmış, çatlamış, kırılmaktan kurtulmuş olanların içlerine benekler halinde kir dolmuştu. Şişen sol ayağından çıkardığı astarı sökülmüş iskarpini, diğer ayağının dibinde yanüstü yatıyordu. Ayakkabı giyerken ayağının altına kıvırmak zorunda kaldığı çorabının yırtık burnu açılmış, katlandığı yerden kurtularak hortum gibi ortaya çıkmıştı. Kendini güven altına almak istercesine ön koltuğun arkalığına sıkı sıkı tutunmuş, saçlarını sağındaki cama dayamış, camın serinliğinden ateş içindeki yanağını kurtarmağa çalışarak uykuyla savaşıyordu. Uykunun aldatıcı dünyasıyla gerçek yaşantının arasında biryerlerde, bir köprünün üstündeydi. Köprü önce Galata Köprüsü oluyor, sonra derin sulara demir salmış insansız bir gemiye dönüşüyor, saha sonra, garip, anlatılması, kavranması, açıklanması zor bir şeylere benziyor, pul oluyor, damga, ıstampa oluyor, açık kapılardan daha başka açık kapılara rüzgarlar saldırıyor, genç kadın depretmeyi başaramadığı ağzı mühürlü, ipli, kurşunlu ağır ve yabancı çuvalların altında eziliyor, bileklerinin damar damar, lif lif, sinir sinir koptuğunu sanıyor, sonra bu damarlarla, bu liflerle bahara çiçek açmış, tomurcukları çığlık çığlık patlamış dalları birbirine karıştırıyordu.
Genç kadın bir ceketin dizlerine örtüldüğünü ve sonra kocasının kendi yanından kalktığını bile duyamadı.
Delikanlı henüz boş olan otobüsten indi. Alanın ortasındaki altıgen biçimli, üzeri sac çatılı, kontrplak barakaya doğru yürüdü.
Baraka kapalıydı fakat önündeki bir adam yüksek bir mangal üzerinde silindir biçimli, gümüş kadar parıltılı bir kab kaynatıyordu. Mangalın çevresinde, başları kasketli, damalı gömlek, sandalet giymiş, sırtlarına fotoğraf makineleri asmış iki kişi ellerindeki iri fincanlarla bir şeyler içiyorlardı.
Delikanlı elleriyle kanlanan gözlerini oğuşturarak yaklaştı:
- Salep mi?
Diye sordu. Mangal başında ayakta duran adam:
- Süt.
Dedi. Sonra boş fincanları suyla yıkamaya koyuldu.
- Doldur bir fincan. Otobüse götüreyim, hemen getiririm.
Adam mangalın yanından sac bir ibrikle bir büyük, tabaksız fincan aldı. İstekli ve gösterişsiz hareketlerle ibrikten fincana su döktü. Gıcırdatarak tıkadı. Yaş bir bezle mangaldaki kalaylı kabın kubbemsi kapağını açıp kenara koyarken uzaktan kendine doğru yaklaşan üç işçiye doğru düdük gibi bir sesle:
- Süt… Süt… Süüüt…
Diye bağırdı. Sonra, bir kepçeyle dumanları havaya yükselen ve kaymakları kepçeye dolanan sütü alıp fincana doldurdu. Delikanlıya uzattı. Delikanlı cebinden çıkardığı mendille fincanı altından tutarak sordu:
- Kaç kuruş?
- İki lira.
Delikanlının uzattığı buruşmuş, kırışmış kağıt parayı alan adam:
- Üstünü gelince vereyim.
Dedi. Bir süre genç adamın elinde fincanla uzaklaşmasını izledi. Sonra yanına yaklaşan işçilere bakarak:
- Bu zengin çocukları da hep böyle. Kırıştırıp buruşturmadan asla ceplerine atmazlar. Paraya hiç değer verdikleri yok ki.
Diye mırıldandı.
Fincanı alttan mendiliyle yandan kulpuyla tutarak dökmeden yürümeye çalışan delikanlı otobüsün merdivenlerini çıkıp oturdukları sıraya geldi:
- Minicik. Dedi. Uyan Minicik. Aç gözlerini.
Genç kadın biryerlerden, çok uzak biryerlerden yorgun argın kendine, içinde bulunduğu otobüse geldi. Gözleri yapışıyor, açmakta güçlük çekiyordu. Cellat kütüğünde ‘Son isteğim: Evimde, gecekondumda, o kuru tahtalarımın üzerinde olmak istiyorum.’ Dediğini sanıyordu. Sorsalar da öyle söyleyeceğinden kuşkusu yoktu.
- Bağırdım mı?
Diye kocasına baktı. Kocası yanında oturmuş, altından mendille tuttuğu beyaz, iri bir fincanı kendisine uzatıyordu.
- Mendille al. Çok sıcak. Elin yanar.
- Sana yok mu?
- Al iç.
- Sensiz içmem. Zehir olur. Yarısı sana, yarısı bana. Bizim malımız bölünmemiş.
- Minicik lütfen. Bak, adam bekliyor. İşte or ‘daki. Hayır, şu barakanın önündeki. Paramızın üstü onda. Fincanı geri götürürsem alacağım.
- Pahalı mı?
- Elli kuruş.
- Ucuzmuş. Sana niye almadın? Dün geceden bu yana bir şey yemedin.
- Sen de öyle.
- Ben kadınım.
- Haydi iç.
- Çok sıcak.
- İyidir: Sesin açılır. Hırıldıyorsun.
Genç kadın büyük bir kıvançla kocasına baktı. Başını ön koltuğun arkalığına siper ederek kaşlarını çatıp dudaklarını büze büze:
- Tabiy. Dedi. Ben hıyıldayım… Bana ne… Tabiy, ben kiyli çocuk olduğumdan, soğuk aldığımdan hıyıldayım… Sen bana süt içiydin, de mi?
Gülüyordu. Gerçekten de yaramaz bir çocuğa benziyordu. Delikanlı da:
- Evet ama şımayma. Ha ‘di cici cici iç sütünü. Şımayma.
Diye çıkıştı. Genç kadın ayni çocuk pozlarıyla:
- Ben şımaysam sen beni daha hiç sevmezsin, de mi?
Dedi. Bir sütüne, bir kocasına bakarak güldü. Önce sütten bir yudum alıyor, sonra ne kadarı kaldı gibilerden fincanın içine bakıyor, bitmesin diye azcık azcık içiyordu. Sıcak süt buharı is lekeli burnunun kanatlarından içeriye doluyor, içinde, boğazında biryerler tatlı tatlı ısınıyordu.
Genç kadın fincanı boşaltınca kocasına uzattı. Mutluluğun yarattığı çok daha büyük bir sevinçle:
- Tabiy… Dedi. Ben daha parmak çocuğum. Sen bana süt içiydin, de mi?
Gizli gizli gülüştüler. Delikanlı fincanı alarak kalktı. Otobüsün kapısından girenlere yol verdi, sonra aşağı inip mangalda süt kaynatan adamın yanına gitti. Fincanı verip parasının üstünü aldı. Geri döndü. Hava güneşliydi ama vücudu gömleğinin altında ürpermiş, bütün kıl kökleri kabar kabar olmuştu.
Üstü kapalı durak yerinin önünde bir memur ayakta bilet dağıtıyordu. Kuyruk yoktu. Delikanlı ondan iki bilet aldı. Binenlerin arkasından otobüse girdi. Yerine geçti.
- Ceketini al.
- Dizlerinde kalsın; üşüyorsun.
- Sen üşüyeceksin. Hava serin. Üstelik uykusuzsun. Yüzün mosmor.
- Yıkanırsam yenilenirim.
- Sen her zaman yenisin.
Otobüsün kapıları hafif bir gürültüyle kapandı. Araba sarsıntısızca kalkıp yola koyuldu. Alanı aştı ve gittikçe kalabalıklaşan Sirkeci ‘ye yöneldi. Biletçi:
- İlerleyin… Ayakta kalanlar çift sıra olsun lütfen… Arkadan gelecekleri de düşünün…
Diyerek arabanın ortasından bilet kese kese geriye geçti, oradaki yerine oturdu. Birkaç kişi istenildiği gibi sıralandı, diğerleri aldırmadılar.
Sabahın ilk güneşi bina aralarından oluk oluk sokaklara vurmuştu. Otobüs bu olukları çiğneye çiğneye geçiyor, içerisi her durakta biraz daha fazla doluyor fakat pek az eksilerek yoluna devam ediyordu. Ön sıralardan biryerlerden cam açmışlardı. Rüzgar koltukların üstüne üstüne saldırıyordu.
Ayasofya ‘nın yanındaki yokuştan ağlaya ağlaya bir oğlan çocuk koşmaktaydı. Sultanahmet ‘in aşçı dükkanlarında birileri sabah çorbalarına başlamışlardı.,Genç kadın, pencereye dayalı başı sarsılarak uyuyordu.
Delikanlı yere kaynak üzere olan ceketi eşinin dizlerine doğru çekti. Midesindeki açlığın mı, uykusuzluğun mu daha kuvvetli olduğunu kestiremiyordu. Boğazında yutkunmasına engel olan bir kuruluk vardı. Parmağıyla dilinin üzerini yokladı. Parmağının ucuna toplu iğne başı kadarcık bir pürtük dokundu. Dilinin üzerinde, yatmış yosunları andıran bir fazlalık sezinlemekteydi. Aynaya baksa; dilinin pas renginde olduğunu göreceğinden kuşkusu yoktu. Gözkapaklarına gülle bağlamışlardı. Gözkapaklarını düşününce çevreyle olan ilgisi zayıfladı, eridi, tükendi ve gene kendine, içine döndü:
‘Yanlış iş. Ya yanlış, ya çok doğru. Gözkapakları insanın. Gözkapakları. Neden açılınca yukarı doğru açılıyor? Aşağı düşerek açılması daha kolay. Gözkapakları aşağıda olsaydı tabii. Gözün altında kapak yok. Kuşlarınkinde var. Onlarınki açılınca aşağıya iniyorlar. Kapatmak için gözkapaklarını aşağı indirmek kolay. Yokuş aşağı inmek gibi bir şey. Fakat açmak için yukarı kaldırmak. Zor iş. Çok zor iş. Pis iş. Çok pis iş.’
Genç kadın korkuyla gözlerini açtı:
- Geldik mi Kubi?
- Fatih ‘teyiz. İleriki durakta iniyoruz.
Kadının uzattığı ceketini aldı. Zorlukla giyindi. Otobüs duraktan ayrılınca her ikisi de yerlerinden kalktılar ve kalabalığı yarıp zorlukla aşağı indiler.
(Devam edecek…)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 22.6.2005 21:01:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu