Şahmaranlar(8) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(8)

Karısının boğazı beyaz bir mendille sarılıydı. Modayı izlemekten bıkmış olan eski pamuk hırkasını sırtına almış, hırkanın boşta kalan kollarını, düşmesine engel olmak amacıyla önde düğümlemişti. Sarı saçları dağılmış, bir bölüğü tokadan kurtulup açılmış, sayısız çuval, torba ve çantaların kalkıp konarken uçurduğu tozlarla yaldızlanmıştı. Camsız, cilasız tahta masasının üstü, yanlarındaki telden yapılma kağıt sepetleri, iri tahta kutuları kalınlı, inceli, büyüklü, küçüklü, sarılı, beyazlı zarflarla doluydu. Sağ elinde ağaç saplı bir damga vardı. Bu damgayı monoton ve çok çabuk hareketlerle, bir yandaki ıstampaya, bir de önündeki zarfların arkasına vuruyor, her vuruşta ilki kuvvetli, ikincisi hafif olmak üzere taktak taktak tak tak, taktak taktak tak tak diye sesler çıkartıyor, damgalanmış zarfları obir eliyle mekanik bir maşa gibi ayırıp topluyor, biten tomarları boş sepetlere dolduruyordu.
Karısı kendisini görünce kalktı. Çantasının yanındaki fileden bir gazete sayfası çıkardı. Çuvallardan kendisine en yakın olanının üzerine sererek:
- Otur Kubi.
Dedi. Delikanlı gazetenin üzerine ilişti:
- Soğuk almışsın Minicik.
- Burada en kolay şey soğuk almak. Kaç kaç kere söyledim. Kapılar açık, haliyle cereyan yapıyor. Başlarına gelecek ki bilsinler. Bugün acıma damarları depreşti şefin, masamı buraya aldırdı ama ben de kapacağım soğuğu kaptım. Baksana sesim hırıltılı. Saat kaç?
- Dörde birkaç dakika var.
- Şunlar kaldı. Son tomar. Bunları da damgalarsam işim biter.
- Yardım edeyim sana.
Karısı solgunlaşmış yüzüne baktı:
- Gözlerin süzülmüş. Benim yüzümden uyku nedir bilmiyorsun Kubi. Yatıp uyusaydın. Ben gelirdim.
- Nasıl gelecektin? Tek başına? Kadın halinle? Bu yanlar berduş yuvası. Anadolu ‘nun ipten-kazıktan kurtulanları burada üs kurmuş. Erkek erkek iken korkar.
- Beklerdim. Güneş doğduktan sonra gelirdim.
- Çok iyi. Sekiz saat hamallar gibi çalış, tren gözleyen ara istasyon yolcuları gibi beş saat de güneşin doğmasını bekle.
- N ‘apacaksın? Vallahi sekiz saattir damga vurmaktan kollarım koptu. Kaderimiz bu.
- Bırak bu ‘Kader’ lafını.
Sustular. Damganın ıstampadan ve zarflardan çıkardığı sesleri dinlediler.
- Kalk biraz. Sana yardım edeyim.
Saçları torba ve çuval tozu içindeki genç kadın kalktı. Bir süre kollarını oğuşturdu. Sonra yer değiştirdiler. Delikanlı zarf damgalamaya başladı. Damgayı ıstampaya vurmuyor, sessizce fakat kolunun bütün gücüyle bastırıyor, sonra kaldırıp zarfların arkasına vuruyor, iyice çıkması için yüklenerek kaldırıyordu.
Kısa bir süre kocasını izleyen genç kadın, artık kendisini alamayarak oturduğu çuvalın üzerinde uyuklamaya koyuldu. Gösterdiği çabaya karşı, bir türlü engel olamadığı başı, desteksiz kalıp düşer gibi oldukça, korkuyla irkiliyor, sonra gene kendisini unutarak başını aşağı aşağı tartıyordu. Uyku ile uyanıklık arasında, bir köpek ayaklarına dişlerini geçirdi. Hırıltılı bir sesle ve şiddetle inleyerek doğrulup çevresine bakındı.
- Saat dört galiba, Minicik. Herkes gidiyor.
- Mektuplar?
- Zaten çok azdı, bitirdim.
Genç kadın oturduğu çuvaldan kalktı. Hırkasının önde düğümlü kollarını çözdü. Havalandırıp giyindi. Bütün düğmelerini iliklediği halde, hırkanın aşağısı açık kalmıştı.
- Düğmelerinin biri kopmuş.
- Dün kopmuştu. Cebimde, çantamda falandır. Yarın dikerim. Yani bugün. Çünkü; zaten yarındayız.
- Zaten yarındayız.
Köşeye yürüyen genç kadın, çuvallar üzerindeki kenarları yer yer soyulmuş plastik çantasını aldı. Açtı. Altlarında kırışmış olan gazeteyi dörde katladı. Onu fileye, fileyi de çantasına koydu. Toplu iğneyle tarihini değiştirdiği damgayı bir kağıda sardı ve ıstampayla birlikte biryerlere sakladı. Sonra kocasının yüzüne baktı:
- Yüzümde-gözümde ıstampa boyası var mı?
- Aldırma.
- Zaten aldırdığım yok. Aldırsam da ne çıkar? Toz-toprak, is-pas.
Çuvalların, torbaların üzerlerine bsasrak, aralarından geçerek dışarı çıktılar.
Ortalık aydınlanmaktaydı. Uzak minarelerden ezan sesleri geliyordu. Kentin nabzı yeni yeni çarpmaya başlamıştı. Ayni yöne giden bir araba yanlarında yavaşladı. Şoför yarıya inik camdan başını çevirip seslendi:
- Taksi.
Genç kadın başını salladı. Şoför gazlayıp gitti. Delikanlı karısına bakıyordu:
- Binseydik Minicik. Hastasın.
Kadın kocasının koluna girdi:
- Temiz havaya o kadar ihtiyacım var ki, Kubi. O pis kokudan sonra şu taze deniz havasını aldımmı yenileniyorum. Az önce çok yorgundum. Şimdi hiçbir şeyim kalmadı. Nir de Malta ‘yı buldummu demir gibi olurum.
- Sen delisin. Onu külahıma anlat. Hastasın. Sesin hırıldıyor. Titriyorsun. Buradan değil Malta ‘ya, hatta Galata Köprüsü ‘ne kadar gidebilecek durumda değilsin.
Genç kadın gülmeye çalıştı. Gülücüğü hırıltılıydı:
- Her gün gidiyoruz ya.
- Bugün gidemezsin. Fedakarlığa boşver. Param var.
- Sadece kırk kuruşun vardı. O da birinci parası.; ki pakete alışıktın, parasızlıktan onu bile bire indirdik.
- Fazlası zarar.
- Ekmek yok, çay yok, dinlenme yok, uyku yok. Onu da içmeyip n ‘pacaksın?
- Dayanırım.
- Parasızlığa hiç kimse dayanamaz.
- Bugün param var.
- Öğrenci falan mı buldun yabancı dil için?
- Borç aldım.
- Yalan. İnsan eşini bilmez mi Kubi? Tam dört yıllık eşini. Sen kimseden borç isteyemezsin. Babandan, anandan bile.
- Bugün istedim.
- Kimden?
- Melih ‘ten. Luna Park ‘ta gişecilik yapıyor, hem de okuyor üniversitede.
- Karakterine uygun değil. İnanmam. Sen borç isteyemezsin.
Susup yürüdüler. Delikanlı karısına baktı:
- İstemedim Minicik. O verdi. Zorla. Cebime soktu. ‘Verirsin, namus borcun olsun.’ Dedi.
- Kaç lira?
- On.
- On mu?
- On.
- Saklamalıyız. Yarın sınava gireceksin. Para gerekebilir. Ben yorgun değilim, eve kadar yürürüm.
- Rica ederim Minicik. Kabul et. Seni ta Malta ‘ya kadar yürütemem. Yorgunluğun da biryana, hastasın.
- Hayır. On liramızı bozdurma.
- Minicik?
- Canım?
- Beni seviyor musun?
- Ne kadar sevdiğimi, seni nasıl hastalık derecesinde sevdiğimi çok iyi biliyorsun Kubi.
- Ölsem üzülür müsün?
- Aaay… Tanrı aşkına ağzını hayra aç…
- Öyleyse ve isteğimi kabul etmezsen, inşallah daha eve ulaşamadan beni arabalar parçalasın.
- Ayh… Tanrım sen bunun sözüne bakma: Bunun kıçı açık kalmış da ne diyeceğini bilmiyor…
- Oldu mu?
- Neymiş istediğin?
- Seni eve taksiyle götüreyim bugün. Paramız var nasıl olsa.
- Otobüsle olursa; ona peki.
- Burada aktarmasız otobüs yok., Eminönü ‘den direkt. Hem bu saatte daha başlamamışlardır. Hiç olmazsa oraya kadar dolmuşla götüreyim.
- Hayır. Yürürüz.
- Yorulursun.
- Senin yanında dünyayı dolaşsam yorulmam Kubi. Kubicik.
- Peki.
Yenilenmişlerdi. İkisi de dinç adımlarla yürümeye başladılar. Yanlarından geçen arabalar daha derin renkleniyor, deniz daha derin mavileşiyordu. Rıhtımdaki yabancı gemi sabahın ilk ışıkları altında bir garip duruyordu. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi büyülü bir hali vardı. Gözlerinden zincire vurulmuş kavram dışı bir canavar hali.
- Bu bir Fransız gemisi Kubi.
- Hayır İngiliz. Bayrağından belli. Fransızlar ‘ınki üç renk: Mavi, beyaz, kırmızı. Blö, blan ruj.
Geminin ötesinde suların içinden bir balık fırladı ve tekrar sulara dalıp kayboldu. Uzaklarda çığlık çığlığa martılar uçuşuyorlar, sulara iniyorlar, minik dalgalara oturup onlarla birlikte yaylanıyor, dalgalanıyorlardı. Üsküdar ‘ın arkasından kan kırmızı bir aydınlık çoğalıyor, çoğaldıkça kırmızılık beyaza çalıyordu. Topkapı dolaylarında, sarayın çevrelerinde sular ağır ağır maviye dönüşmüştü.
Köprü yakınında, denizde mekanik gürültüler vardı. İki büyük araç Galata Köprüsü ‘nün açık kanatlarını birleştirmeye hazırlanıyor, ilk manevralarını yapıyorlardı. Bu kesimde artık köprü yoktu. Aranan ve her aranışında belli yerde bulunan bir dostun yok oluşu, bir daha bulunamayışı gibi bir şeydi bu. Sordunuzmu duygusuz, acımasız boşverilerle ‘Öldü. Gömüleli birkaç saat oldu.’ Denilen dostlar gibi bir şey. Her zaman, farkına varmadan geçilen ve geçerken nasıl geçilebildiği pek düşünülmeyen bu kesimde, köprünün bölümleri derin sulara bakan uçurum başları gibiydi. Deniz, burada ağır ağır kaynayan gayet koyu kıvamlı mavi-siyah bir suyu andırıyordu. Eminönü ile Karaköy artık birbirinden uzaktı. Araçlar da, adamlar da derin bir ağırbaşlılık içinde işlerini tamamlamaya çalışıyorlardı.
- Bu kesimde denize hiç tükürmüş müydün Minicik?
Genç kadın yorgun yüzüyle ve anlamayan gözleriyle eşine baktı:
- Denize mi?
- Tabii. Denize. Bu kesimde. İşte bu kesimde. Çünkü başka zaman köprü kapalıdır. Tükürmek isteyenler köprüye tükürürler. Denize tüküremezler. Zira; denizin bu kesimi köprünün altında kalır. Burada sulara tükürebilmek için bu saatlerde şuracıkta bulunmak gerek.
Genç kadın yorgun yorgun güldü. Yerdeki bir kibrit çöpünü alarak parmaklarının üzerinden denize bıraktı. Çöpün sularda nasıl kaybolduğu bile görünmedi. Delikanlı:
- Tükürsene. Dedi. Bu onör bu saatte buralara gelebilenlerindir.
- Ayıp.
- Tükürmek ayıp değildir. Bu bir zorunlu görevdir yerine göre. Temelde hiç de ayıp olmayanları ayıp gösterenlere, hiç de yasak olmaması gerekenleri yasaklayanlara tüküreceksin. Böyle. Bak, ben tükürüyorum. Mutsuz insanları tuzlu suyunun aldatıcı rengiyle mutlu göstermeye çalışan denize tükürüyorum. Tüm tükürmek istediklerimin yerine.
Yakın bir motör, köprünün Karaköy yönündeki kanadını arkasına takmış, sularda sessizce kaydırarak götürüp yerine uzatmıştı. Üzerinde kaldırımları, taş döşeli gidiş gelişli yolları, direkleri olan bir köprü parçasının, kapı kanadı gibi, sağdan sola çekilip kapatılarak mevcud bölüme eklenmesi insana bir garip geliyordu. Uzaktaki motör de şimdi arkasında diğer parçayı çekerek yerine getiriyordu. Parçalar birleşince, köprü üzerindeki bazı adamlar ellerindeki çekiçlerle biryerlere vurdular, ek yerlerini denetlediler. Sonra ikiye ayrılıp geldiler ve her iki baştaki trafiği engelleyen kırmızı boyalı tahta parmaklıkları kaldırdılar.
Köprünün her iki başında geçmek için sıra bekleyen arabalar eklemlerdeki metal levhaları tınklatarak geçtiler. Yaya kaldırımları yer yer insanlarla doldu. Birileri köprüdeki korkuluklara dayanmış, sularda uzaklaşan motörlere bakıyor, başkaları köprünün eklemlerini inceliyor, aralarında köprüler ve eklemler konusunda tartışmalar yapıyorlardı. Gün ışığına bürünmekte olan Galata Köprüsü ‘nün direklerindeki lambalar da uzaktaki ampullerle birlikte söndü.
Horoz sesi duyulmadan gelen bir sabah, toprakları, suları ve gökyüzünü sarmaktaydı.
Eşinin koluna giren genç kadın:
- Üşüdüm Kubi. Dedi. Acaba otobüs hazır mıdır?
- Hazırdır. Ceketimi vereyim mi?
- Yo hayır. Yürüyünce geçer.
Birbirine girmiş kolları sımsıcacıktı. Erken vücudu denizden gelen sabah soğuğunu engelliyor, azaltıyordu. Genç kadın yorgunluğuna ve üşümesine rağmen kocasının adımlarındaki aksaklığı fark etti:
- Aksıyorsun.
- Ayakkabımın bağı kopmuştu, attım. Ondan.
(Devam edecek…)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 21.6.2005 21:44:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu