Atikali ‘den gelen bir taksi hafif vırıltılarla yokuş aşağı geçip Saraçhane ‘ye doğru kayboldu. Apartmanların kapılarına bırakılmış tepeleme dolu çöp bidonlarından birkaçı devrilmişti. Bidonları iri iri köpekler talan ediyorlardı. Birkaç kedi, kediliklerini yitirmiş, alçıdan yapılı papyon kıravatlı kedi kumbaralar gibi, bidonlara gözleri dikili, uzaklara oturuyorlardı. Köpeklerden biri, bidondan, çektikçe ip gibi uzanan, beyaz renkli bir şeyler çıkardı. Üşütücü sabah rüzgarı bidonlardan dağılan kağıtları, yükselen kokuları uçurdu., estiği yöne doğru götürdü. Çarşamba Pazarı ‘ndan gelen iki şarhoş, asfalta inen merdiven inşaatında, geçecek yol arıyorlardı. Dörtyol kavşağında, trafik polisinin gündüzleri durduğu yerde, bir eliyle yanındaki erkeğin ceketini tutmuş olan bir kadın kusuyordu. Az önce çöp bidonlarını eşeleyen köpekler, öfkeli hırıltılarla birbirlerini kovalayarak eskiden kalma taş kütüphane binasının yanındaki sokağa daldılar. Uzaklarda yankılanan sarhoş bir ses ‘Hoşt… Hoşt…’ diye bağırdı. Bir bekçi düdüğü öttü. Asfalt, kirli duvar gibiydi. Hava serinleştikçe serinleşiyordu.. Fatih ‘teki Şehitler Anıtı ‘nın çevresindeki tahta sıralardan bir horultu yükselmekteydi. İtfaiye ‘nin önünde, başları miğferli, ayakları çizmeli, belleri kancalı-kayışlı adamlar geziniyordu.
Delikanlı ceketinin yakalarını kaldırıp yanaklarına kadar kapadı. Çenesini içeri çekti. Durdu. Avuçlarıyla, yaktığı kibriti perdeleyerek dudakları arasında duran sigarayı ateşledi. Söndürdüğü kibriti atmadı, ters çevirerek gene kutusunun içerisine koydu. Kutuyu sol avucunda sıkıştırdı. Kemerin altını geçti. Sağ ayakkabısının içinde batan bir şeyler vardı. Ayağını ayakkabı içerisinde kabartıp salladı. Kum tanesi değildi: Yer değişmiyordu. Batıp durmaktaydı. Yoklamak için rahatça ayakkabısını çıkaracak biryerler aradı. Ta aşağılara uzanan ve Unkapanı Köprüsü ‘ne ulaşan gidiş gelişli parke yol tam ortadan bölünmüştü. Bu bölük boydan boya çimenliydi. Bölüğün sağ ve solunda ortadan gidecek yayalar için kaldırımlar vardı. Çimenlerin ortasındaki çapalanmış toprağa mermerden bir heykel koyulmuştu. Heykelin yakınında çimenlerin dibine oturdu. Ayakkabılarını çıkardı. Elini ayakkabının içinde gezdirdi. İçerde, ökçeye yakın bir yerden metal bir çivi uç vermişti. Çevresine bakındı, taş bulamadı. Bir ayağı çoraplı olarak seke seke caddeyi enlemesine geçti. Zeyrek Yokuşu ‘nun oralardan bir kaya parçası bulup geldi. Ayakkabılarını çimenlerden alarak kaldırım taşlarına özenle yerleştirdi. Taşla ayakkabının içine içine vurmaya başladı. Taş parçası büyüktü. Ayakkabıya uygun gelecek sivri ucu yoktu. Çiviye vurmak istedikçe ökçe derisini eziyordu. Vurdu, vurdu, sonra ayakkabının içini yokladı. Çivi ezilmişti. İçerisi taşın ufantılarıyla doluydu. Ters çevirip silkeledi. Giydi. Bağlamak için çekiştirirken ayakkabının bağı koptu. İkiye bölünen bağın parçaları kapsül deliklerine kısa geliyordu. Düğümlenecek hali de kalmamıştı. Savurup attı. Bağ parçalarından biri mermer heykele çarpıp asıldı, olduğu terde sallanmaya başladı. Delikanlı birçok kereler yanından geçip gitmiş olduğu heykele baktı. Bu bir aslan heykeliydi. Pençelerini amansızca geçirdiği bir ceylanı parçalıyordu. Ceylanın gözlerinde ızdırap vardı. Belki de değildi.
‘Aslan ceylanı parçalarken aslandır. Birilerinin birilerini parçalaması. Hergün görülsün ve asla unutulmasın diye mi koydular bunu buraya? Bu kaba kuvveti. Bu gücü yetenin yetmeyeni parçalamasını. Kim koydurdu bunu şu caddeye? Caddenin ortasına? Her fırsatta kaba kuvveti yeren yöneticiler, düzenleyiciler, güzelleştiriciler mi? İyi etmişler. Doğaya uygun olan bu. Bilinçsiz kuvvet. Kaba kuvvet. Aslanlar hukuk okumaz ki. Aslanlar yasa, vicdan, hak, hukuk bilmez ki. Kuvvetli de olsa hayvan, hayvandır. Ne yapsın aslan? ’
Çimenlere basmadan uzandı, ayakkabı bağı parçasını asıldığı yerden aldı ve caddeye savurup yürüdü.
Unkapanı Köprüsü ‘nden hızla geçen aşırı geç kalmış veya aşırı erken yola çıkmış bir araba, köprünün avanslı demir bağlamalarından gürültülü sesler çıkararak kayıp gitti.
Deniz balık kokuyordu. Yosun kokuyordu. Küf kokuyordu. Balıklı çamur kokuyordu. Islak bir hava yüzünü yaladı. Suyun içinden bir motör homurtusu geliyordu. Köprünün demir parmaklıklarına abandı. Küçük bir motör, arkasına takmış olduğu kocaman iki mavnayı çekerek köprünün altına girdi. Mavnaların içinde kalın kağıt torbalı çimento paketleri üstüste atılmıştı. Tam altından geçerlerken aşağı tükürdü. Tükürüğü kolayca mavnanın içine düştü. Mavnalar Haliç yönünde köprünün altında kayboldular. Sigarasının izmaritini henüz mavileşmemiş sulara attı. Ateşin suya dokununca çıkarması gereken cızırtıyı duyamadı.
Uzaklarda Galata Köprüsü ‘nün başıyla kuyruğu ikiye ayrılmış, Haliç ‘e geçecek veya Haliç ‘ten gelecek gemileri, çatanaları bekliyordu.
‘Büyüğe açılan delikten küçük de geçer.’
Yeni Cami ‘nin minareleri, kubbeleri alacalanmıştı. Sarayburnu ‘ndaki sarımtırak bir ampul seli kıyıyı dolanıyordu. Ta uzaklarda Üsküdar, sisler içinde, uyanılınca hatırlanmaya çalışılan bir rüyanın kalıntıları gibi görünüyordu.
Parmaklığın çıplak soğuk demiri göğsünü üşütmüştü. Öksürdü. Başını ceketinin yakaları arasına gömdü. Ellerini ceketinin yan ceplerine soktu. Fetişini cebi içinde sıkarak yürüdü.
Kapalı işyerlerinin önlerinden ayaklarını sürükleyerek geçti. Sağ ayakkabısının gevşekliği canını sıkıyordu. Adımlarını birbirlerine uydurmakta güçlük çekmeye başlamıştı.
Galata Köprüsü ‘nü kurt ağzı gibi açmış, ayırmışlardı. Köprünün parmaklıkla engellenmiş kesiminin az ötesinden cılız dumanlı bir gemi bacası görünüyordu. Köprü çevresinde, yönü değişmiş hafif bir canlılık vardı. Birkaç araba birbirlerini izleyerek Dolmabahçe yönünde gelip Bankalar Caddesi ‘ne tırmandılar. Ziraat Bankası ‘nın heykelli, tarihi binasının merdivenlerinde küçük bir çocuk, sırtını kavisli duvara dayamış, uyuyordu. Yedi yaşlarında ancak vardı. Boynuna, içerisinde karamelalar bulunan ihraç malı bir kuru üzüm kutusu aslıydı.
Delikanlı, sağ eliyle ceketinin cebindeki kağıt parayı yakaladı. Ayni anda parmakları paranın üzerinde kasıldı. Sonra, parayı hışırtılarla avuçlayıp buruşturdu, ezdi, yumakladı. Bu kere, yere düşmüş bir-iki karamelayı toplayarak yavaşça kutunun içine bıraktı.
Sular aydınlanmaya yüz tutmuştu. Rıhtımda kara devleri andıran bir İngiliz gemisi duruyordu. Suyun derinliklerine kök salmış demirlerin ağırlığı zincirlerin sonuna kadar gerilmesine yol açmıştı. Denizyolları Yolcu Salonu ‘nun önünde iki gümrük koruma memuru konuşuyorlardı. Rıhtımı geçen bir araba, keskin gıcırtılarla yolu dönüp Dolmabahçe ‘ye doğru gitti.
Tophane ‘deki postanenin açık kapısından vuran kirli sarı, ölgün ışık siyah kaldırımı kahverengine boyamıştı.
Delikanlı ceketinin yakalarını indirip açık kapıdan içeri girdi.
İçerisi ilk bakışta bakımsız bir fabrikaya benziyordu. Çıplak çimento tavan gayet kalın, yuvarlak, uzun çimento direklerle tutturulmuştu. Işıkların zayıflığı salona çok ölgün bir hava vermekteydi. Döşemenin çıplak çimento zemini binanın ışıksız derinliklerine kadar uzanıyordu. Şurada, burada, kalın demirlerden yapılmış kafesli bölmeler vardı. Kafeslerin kalın çizgili gölgeleri buralarda çalışan kadınlı, erkekli memurlar çubuk çubuk, dama dama desenliyordu. Kafesli bölmelerin çevrelerinde, tavana kadar yükselen posta çantaları, koliler ve torbalar göze çarpmaktaydı. Bu yığınlardan salonun değişik yerlerinde de vardı. Yığınların aralandığı, seyreldiği yerlere gayet geniş masalar yerleştirilmişti. Bu masaların üzerlerinde de torbalar, bez çantalar, koli ve mektup yığınları yer almaktaydı. Her nerede boş bir yer bulunabilmişse, oralara bu ağzı bağlı, mühürlü, damgalı, üstleri yazılı, yazısız çantalardan, çuvallardan atılmıştı. Salona açılan büyük kapılardan, üzerleri tepeleme dolu, tekerlekli arabaları iterek bazı adamlar giriyor, boş bulabildikleri tere arabaları dağlar gibi boşaltıyorlardı. Onların boşalttıkları başkalarınca yeniden elden geçirilip bir kenara yığılıyordu. Çuval, torba ve çanta yığınlarının üzerine oturmuş olan birileri sigara içiyorlar ve her arabanın gelişinde boşaltılmasına yardım ediyorlardı. Masalara abanmış kadınlı, erkekli memurlar torbaları, çantaları açıyorlar, masalara boşaltıyorlar, ince ayrılacakları başkalarına veriyorlar, defterlere kayıtlar düşüyorlar, biryerlere imza veriyor, imza alıyorlardı. İçerinin tütün kokusu karışmış boğucu havası kapılardan çıkmaya çalışıyor, görünmeyen bir hava cereyanı açık kapıların birinden girip çimento salonu dipten ve dört kenardan yalayıp dolanarak başka açık kapılardan çıkıyordu. Memurlardan birçoğu, kapılardan saldıran sabah soğuğunun, iliklere işleyen rutubetli havanın etkisine engel olmak için sırtlarına bir şeyler almışlardı. Yorgun yüzler, kirli sarı ışıkların altında olduğundan solgun, olduğundan yaşlı ve olduğundan ölgün görünüyordu.
Delikanlı, giriş kapısının pek yakınındaki camsız, örtüsüz, gösterişsiz bir masada oturan adama yaklaştı.
Adam, tek tel karası kalmamacasına ağarmış gür saçları, burnundan takma billur gözlükleri, sandalyesinin arkasına asılı ceketi, çubuklu gömleğinin sıvalı kollarından çıkmış kıllı, cılız bilekleri, dudaklarının tam ortasında ıslanıp sıkışmış ve külü uzanmış sigarası, yanında duran ağzına kadar dolu demirden sigara tablasıyla harıl harıl çalışıyordu. Delikanlının gölgesi, tepeleme kağıt ve dosya gömleği dolu masaya vurunca, adam başını kımıldatmadan gözlerini yukarı kaldırdı, billur camlı gözlüklerinin üzerinden baktı. Sonra külünün dökülmesine engel olamadığı sigarasını ağzından aldı. Masa üzerine düşen külleri, önceden düşmüş olanlarla birlikte aşağı üfledi:
- Merhaba Kubilay Bey, hoş geldin.
- Merhaba şefim.
- İliş şu sandalyeye.
- İlişmeyeyim. Mine nerede? Paydos mu etti?
Masadaki yaşlı adam, kemer köprüsüne bağlı metal zincirini çekerek pantalonunun saat cebinden üzerinde lokomotif kabartması bulunan saatini çıkardı. Düğmesine basarak kapağını açtı:
- Daha dörde on var. Paydos etmedi. Sızlanıp duruyordu masası kapılardan cereyan alıyormuş diye. Baktım ki boğazı hırıltılı ve biraz da öksürüyor, aldırdım masasını taahhütlünün arkasına.
- Ne yanda taahhütlü?
- Bekle.
Adam ileride arabadan çuval indiren birine seslendi:
- Davudaa… Buraya bak. Mine Hanım ‘ın beyi. Masasını göster. Taahhütlünün arkasında.
- Sağol şefim.
- Bir sigaramı al. Çay yok, kahve yok.
- Almıyayım.
- Al. Sen de birinci içiyorsun. Alışkınsın, öksürtmez.
Delikanlı bir sigara aldı. Masadaki adam, elindeki izmaritten sigara yeniledi, sonra, yaksın diye sigarasını delikanlıya uzattı.
- Sağol şefim.
- Güle güle.
Masadaki adam sigarası dudaklarının arasına sıkışmış bir halde dosya ayıklamaya koyuldu. Delikanlı yolu gösteren adamın arkasından çuvalların, torbaların, çantaların aralarına basa basa yerini buluncaya kadar yürüdü. Adam, iki kenarı kapalı, penceresiz bir köşeye kadar gitti. Sonra:
- Nah orası.
Deyip ayrıldı.
(Devam edecek…)
Kayıt Tarihi : 21.6.2005 01:51:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/06/21/sahmaranlar-7.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!