‘İçeriye girince hangi seslerin hangi pavyonlara ait olduğu daha iyi anlaşılıyor.’ Du.
Tele-Gide pavyonunda, ondört yaşlarında, spor gömlekli, sarışın bir oğlan, direksiyona kablolarla bağlı bir minyatür otoyu uzaktan falsosuz yöneterek trafik engellerini aşırıp masa üzerindeki garaja sokmaya çalışıyordu.Oto garaja giremeden, falsoyu duyuran ziller çaldı. Direksiyon kitlendi.
Kelimeleri tek tek okuyan ciddi tonlu bir ses görünmeyen bir hoparlörden sesleniyordu:
- Paris ‘te, Londra ‘da, Berlin ‘de, Lizbon ‘da ve Roma ‘da, adları dillerde destanlaşan korkusuz Bahadır Kardeşler ‘in Motosiklet Ölüm Silindiri… Ölüm numaralarını seyredeceksiniz… Ölüm silindirinde.
Galvanizli sacdan yapılma buğday silolarına benzeyen ve tahtadan yapılıp dikine oturtulmuş olan silindirin dibinde bir kapı vardı. Kapının yanından, bir kenarı parmaklıklı bir merdivenden, karışık bir seyirci kalabalığı yukarı çıkıyordu. Kulenin üzerinde çepeçevre insan başları göze çarpmaktaydı. Dipteki kapı açıldı. Motosiklet sürücüsü giyinişli bir gençle bir genç kız gülüşüp şakalaşarak, çıkıp kapı önünde konuşmaya daldılar.
‘ Korkusuz Bahadır Kardeş, şimdilik kız tavlamakla meşgul.’
Kulenin yakınlarından bir yerden sürekli bir zil sesi duyuldu. Arkasından, harıltılı-gürültülü motor çalışmaları başladı. Dış kenarlarındaki parmaklık çevrili taraçalarına bir seyirci kalabalığının yığıldığı pistte altları çember lastikli, iki kişilik, renk renk mini otolar koşuşuyordu. Pistin üzeri kare delikli bir tel kafesle örtülmüştü. Otoların arkalarında dikine dikine metal çubuklar vardı. Bunların tırpan gibi kıvrak uçları tel kafese sürtünüyor, otolarla birlikte kayarak ilerliyor, her geçtiği yerden mavimtrak, tatlı bir elektrik şeraresi çıkarıyordu. Otolar fazla, pist ise çok küçüktü. Bu yüzden, arabalar, sürücülerinin kaçınmalarına aldırmadan çarpışıyor, her çarpışmada alttaki çember lastik kalkanlardan kof sesler çıkıyordu.
Delikanlı büyük bir ilgiyle piste bakıyordu. Özellikle, çarpışmamak için başkalarından kaçan ve otosunu hep pistin boş yerlerinde sürmek isteyem sürücüleri seyretmekteydi. Onlar trafik kargaşalığının kurbanı oldukça yüzünün biryerlerinde bir şeyler seğiriyordu.
‘Doğa kararlıdır. Bilinçlidir. Ters gidilmez doğayla. Yönü tektir. Her yol o yöne çıkar. Çabalama, Faraday ‘ın kafesindeki kuş. Çirkin akıllı kuş. Baykuş. Faraday ‘ın kafesi kafes. Faraday ‘ın kafesi gerçek. Faraday ‘ın kafesi mızrak gibi gerçek. Çarpışmak kaderin senin. Çünkü fiziğin ona göre. Kağıdın kaderi yırtılmaktır. Fiziği öyle. Ve camın kaderi kırılmaksa ve insanın kaderi şuysa, buysa. Çabalama Faraday ‘ın kafesindeki çirkin akıllı kuş. Fiziğe ters düşemezsin. Say ki; kaderine. Suda boğulan balık gördün mü sen hiç? ’
Sürekli bir zil sesi duyuldu. Otoların hepsi durdu. Sürücülerin tamamı gülümsemeli indiler otolarından ve piste dağıldılar. Sonra, ayrılanlar gelenlerle karıştılar.
Delikanlı başını gökyüzüne kaldırdı. Koluna birileri çarpıp geçtiler. Yukarda, uzak derinliklerde, gökyüzü sarı sarı deliklerle doluydu.
‘İki elektrikli alan. Biri yukarıda, biri aşağıda. Bur ‘da. Ayaklarımın altında. Beni tutan. Çivilemeyen. Ne yukarı, ne aşağı. Hiç olmasa; yukarı düşerim. Altı-üstü yok bunun. Aşağısı-yukarısı yok. Orada, o deliklerin bulunduğu biryerlerde aşağıyla yukarı bir. Pis iş. Ve bunlar robot. Ve bunlar, otoyu kısa süre yönetenler. Şartelin indiği yerde, yetenek sustu. Şartele saygı duruşu. Üç dakika. En az üç dakika. Üç saat. Üç yüzyıl. Üçyüz ve üçyüz mültimilyar yüzyıl.’
Birkaç kişi daha merakla başlarını gökyüzüne kaldırdılar, baktılar.,Birileri:
- Hava ne güzel. Şahane yaz havası.
Dediler.
Kukla pavyonunun açık kapısından bakılınca; mini sahnedeki kuklalar uzaktan görünen gerçek adamlara benziyorlardı.
‘Tuzsuz Bekir kapıya dayanmış.’
Biryerlerde kuvvetini deneyen bir adam bir yumrukta 180 kilo vurdu.
‘Acaba Arşimed kaç gram vuruyordu? ’
Dört köşe bir çadırın üzerine asılmış olan bez resim, ta yukarılardan çadırın açık kapısına kadar iniyordu.Resimde, gövdeleri cetvelden çıkma, koyu yeşil ağaçlar vardı. Bunlar arasında, sadece edep yerleri kapalı, kendileri çok kalın dudaklı beş-on zenci göze çarpmaktaydı. Zenciler soba borusu kalınlığındaki bir yılanı karga tulumba kaldırmışlardı. Yılan insan başlıydı. Ayni resimli bezin üzerinde ilgi çekecek ve çok kolay okunacak irilikte yazılar vardı: Afrika ‘nın balta girmemiş ormanlarında dört yerliyi yedikten sonra on zenci tarafından yakalanan, başı insan, vücudu yılan Şahmaran ‘ın resmi.
Bir-iki meraklı gişeciyi arıyorlardı. Gişe boştu. Bunlardan birisi:
- Hamama gitmiş.
Dedi. Obirisi:
- Guslünü, tahretini alsın, gelsin.
Diye güldü. Sonra ayni adamlar biletsiz olarak içeriye girdiler. Delikanlı da onlarla birlikte çadıra girdi ve kalabalığa karıştı.
Çadırın ortasında boydan boya kalın bir ip gerilmişti. Bel hizasına gelen bu ip seyircilerin daha ileriye geçmesini engelliyordu. İpin bu yanından başlayan bir meraklı kalabalığı, sandalyesiz çadırın giriş yerine kadar yayılıyordu. İpin öte yanında, çiçekli mavi basmadan büyük bir perde vardı. Perdenin yanında bir adam, ayakta sigara içiyordu. Arapların giydiği cinsten uzun ve beyaz bir ipek entari giymişti. Beli ipekli bir kuşakla bağlıydı. Entari üstünde sırmaları parıldayan bol işlemeli bir yelek vardı. Başını Hintlilerin sardığı biçimde bir sarıkla sarmış, ön ortasına yeşil renkte, yontma, iri bir değerli taş koymuş, bu taşın dibinden renkli tüylü genişçe ve yüksekçe bir sorguç takmıştı. Kulaklarında kadınların kullandıkları geniş halka biçimli, sarı metal küpeler sallanıyordu. Çeneden sakallıydı ve bıyıkları uzanarak sakalına birleşmişti. Sırtında, kendisi siyah, astarı kırmızı, pahalı bir ipek pelerin vardı.
Çadırı dolduran ve dakikalar geçtikçe çoğalan kalabalık, sanki para ödenerek seyredilecek oymuş gibi, ipek pelerinli, başı sorguçlu, sigara içen adama bakıyordu. Adam ise, biletiyle seyre gelen onlar değil de, kendisiymiş pozundaydı. Törene katılacak öğrencilerini sayan bir öğretmen gibi, kalabalığa göz gezdiriyor, arada bir sigarasından bir nefes çekiyor, dumanı her iki burun deliğinden çenesindeki sakalına doğru fişek gibi püskürtüyordu.
Çadırın giriş yerinde, kulaklara zor veren bir hoparlör sesi yükseldi:
- Canaballah ‘ın kereminden suval olunmaz. Dünyanın yedinci harikası Şahmaran bu çadırda… Başlıyor… Afrika ‘nın balta girmemiş ormanlarında, dört kişiyi yedikten sonra, on zenci tarafından yakalanan Şahmaran bu çadırda… Baş insan, vücut ilan…Canaballah ‘ın mucizesi… Bir gören bir daha görmek istiyor… Biletler elli kuruştur… Girmekte, görmekte acele ediniz…
Çadırın içinden birileri gülüştü:
- Hamamdan gelmiş.
- Guslünü, taharetini almış, gelmiş.
Kalabalığın en gerisinde ayakta duran delikanlı, ipin ötesinde burun deliklerinden duman çıkaran adama bakıyordu.
‘Adam rahat değil. Bizim rahat olamadığımız gibi. Olmak istediğini olamamış. Bu doğru. Rahat değil. Olduğu bu değil. Olmak istediğini olmaya çalışıyor. Köylü. Yüzünün çizgileri kaba. İlkel. İşlenmemiş. Taslak nasılsa yapıt öyle kalmış. Gözlerinde parıltı yok. Biryerlere ilgiyle baktığı zaman ağzı düşüyor, kapatmasını bilemiyor. İlkel. Zeki değil. Ama kendini zeki sananları aldattığından emin. Gerçekte, zekayı değil, merakı aldatıyor. Bilinçsizlik bilinci aldatamaz. Bu çelişmedir. Bilinçsizlik merakı belki aldatabilir. Bu doğru.’
Hoparlördeki ses son anonsu yaptı:
- Program başlamıştır… Bundan sonraki gösteri için acele ediniz…
Hoparlörden konuşmuş olan dışarıdaki adam, çadırın yukarıya tutturulmuş olan bez kapısını çözüp aşağı bıraktı.
İpin ötesindeki, sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi. Bir yerlere uzanıp bir eline tahta saplı, metal çanlı bir okul çıngırağı, diğerine ince, uzun bir çubuk aldı. Konuşmaya selamsız, sabahsız girdi. Sesi kalın, oturaklı ve etkiliydi:
- Kıymatlı vatandaşlar… Analar, bacılar… Kardaşlar, babalar… Cenaballah 2ın lütfü keremiynen sizlere dünyanın yedinci harikasını göstereceğiz… Yalanız, içinizde eğer ki hamile kadınlar var ise, lütven bu çadırdan çıksınlar. Nabalda kalmayalım. Mucize gösterirken fenalık etmeyelim. Yaniya kaş yaparken göz çıkarmayalım. Eğer ki kalp hastaları var ise, haşa huzurdan, güçcük abdestini veya ki iri abdestini tutamıyan var ise bunlar da çıksınlar. Bu dediklerim ki bu çadırdan çıkmadan ben bu işe başlamam.
Çadırdaki herkes birilerinin çıkmasını bekliyor, tanısın tanımasın birbirlerine ‘Çıksana, sen küçük abdestini tutamazsın, ben biliri.’ gibilerden bakıyorlardı. Sonunda o kalabalıktan hiç kimse bu noksanlık suçlamalarını kabul edip dışarı çıkmadı.
- Suç benden gitti. Artık mesuliyet kabıl edilmez. Deseniz de edilmez. Gıymatlı hemşeriler, cenaballah neler yaratmıştır, neler. Destannarını ağızdan ağza dinnediğiniz, namını şöhretini duyduğunuz menşur Şahmaran ‘ı şimdi sizlere göstereceğiz. Birzat gözleriniznen görüp ve sesini gulahlarınıznan duyacaksınız. Verdiğiniz paraları kat be kat helal edeceksiniz. Türklüğünüzle kat be kat övüneceksiniz. Zira ki, bu menşur Şahmaran ‘ı yakalattıran birzat bizim Türk alimleri olmuştur. Kıymatlı vatandaşlar… Bu şahmaran, hepimiz biliriz ki; ilanların şahıdır. ‘İlan’ da demek doğru değildir.Zira ki ilan adını ağzına alannarın ilan kadar zehirli düşmanları çok olur. Onun için ‘İlan’ demeyip ‘Yerde Gezen’ demek şarttır. Kıymetli müşterilerimiz, bu yerde gezen Şahmaran, Afrika ‘nın balta girmemiş ormanlarında dört kişiyi yedikten sonra, on zenci tarafından zorluknan yakalanmıştır, zincirlere vurulmuştur. Cenaballah ‘ın mucizelerinden biri de Şahmaran ‘dır. Neden? Çünkü; Şahmaran ‘ın başı insan, vücudu ise yerde gezendir. Yaniya; başı, ayni bir teviri bizim başlarımız gibidir. İnsan yemeye alışık olduğundan kolay kolay doymamaktadır. Bu sebepten ve hergün birzat 72 toyuk, 29 davuşan yemekte ve 14 varil süt içmektedir. Başı insan, vücudu yerde gezen olduğundan ayni metoloji raporu gibi adamın falını ayniyne ve ayniynen bilmektedir. Ve de bildiği falların hiçbir teki bugüna kadar yanış ve ergi çıkmamıştır. Şimdi sizlere Şahmaran ‘ı gözlerinizle göstereceğiz.
Çadırda çıt yoktu. Herkesin gözleri kapalı duran perdeye dikilmiş, soluklar kesilmiş, kıpırdanmalar durmuştu.
İpin ötesindeki başı sorguçlu adam, sol elindeki çıngırağı şiddetle sallamaya başladı. Çıngırak sesleri çadırın içinde yankılanırken, adam gözlerini yukarı kaldırdı. Anlaşılmaz sözlerle, kendinden başkasının göremediği birilerine seslenmeye koyuldu:
- Hamar… Mesnud… Vantar… Bismillahi birsin ve billahi nursun, yetmişbin ayetelkürsü etrafımızda dönsün dursun…. Mucizelerine ve insan başlı mahlukatına inanmayan kafirdir, ye Resulallah.
Adam çıngırağı yeniden salladı. Sonra çubuğu tutan obir eliyle perdeyi bir çekişte sonuna kadar sıyırdı.
Küçük bir çocuk öızıldadı, annesinin eteğine sarıldı. Kadınlar erkeklerine sokuldular. Hiç kimse tek kelime konuşmadı. Arkadakiler başlarını öne doğru uzatmışlardı. En önde, karınlarını ipe yaslamış duranlar bir-iki karış gerilediler.
Delikanlı kalabalığın gene en arkasındaydı. Açılan sahnedeki Şahmaran ‘a baktı. Sonra yere eğildi. Yere atılmış bir Bafra sigarasının dış gömleğini alıp doğruldu. Kağıtla oyalanmaya başladı. Elleriyle gözleri ayrılmışlardı. Bakışları Şahmaran ‘da dolaşırken, parmakları kağıdı bir kenarından kıvırıyor, sigara sarar gibi dürüyordu.
Şahmaran bir masa üzerine uzatılmıştı. Henüz uyuyordu. Başı aynen bir insan başıydı. Etiyle, kemiğiyle, kanıyla, rengiyşe, bir-iki günlük uzamış sert sakalıyla, kavisli burnuyla, dudaklarının kenarlarını izleyerek çeneye inen gür, siyah bıyıklarıyla, memeleri kılanmış kulaklarıyla, alnına aşağı dökülen, limonla taranmış, kirli, yağlı, düz siyah saçlarıyla, altında kıpırtılar olan gözkapaklarıyla gerçek bir insan başıydı. Gövdesi soba borusu kalınlıkta ve beş-altı metre kadardı. Gövde bu dar yere sığdırılamadığından kavis kavis büktürülmüş ve kıvırılmıştı. Çevresinde kalın, yeşil ipekten çok büyük bir örtü seriliydi. Bu örtü Şahmaran ‘ı her yandan kuşatıyor fakat vücudunun ve başının hiçbir yanını gizlemiyordu.
İpin ötesindeki adam:
- Kıymatlı vatandaşlar, canaballah ‘ını seven lütven ‘Maşallah’ desin.
Diye uyardı. Çadırı dolduran kalabalık ş ‘leri ikileyip üçleterek koro halinde:
- Maşşşallah… Maşşşallah…
Dedi. Sarığı sorguçlu adam, sol elindeki çıngırağı birkaç kere kuvvetle çalkaladı. Şahmaran ‘da herhangi bir depreniş görülmedi.
Delikanlı Şahmaran ‘ın yüzüne dalmıştı:
‘Kulakları da var ama Şahmaran çıngırağı iplemedi. Uykunun en derin yerinde. Gözbebekleri gözkapaklarının altında sağa-sola gidip geliyor. Pis iş. Çok pis iş. Kumpanya üç kişi: Biri sarıklı, biri hoparlörlü, biri Şahmaran. Zayıf kumpanya. Kazancı kolay kolay üçe bölemezler işin berbadı. Düz hesap gelmez. Zira; elli kuruşu üçe tam bölmek olanaksız. Pis iş. Şahmaran cahil, ilkel. Kulakları kıllı. Kafatası kaba, büyük. Sığırınkine yakın beyni var. Nöronlarının çoğu kapalı. Kavranış hızı otuz saniyeden az değil. Yolda klakson çalsalar, en az otuz saniye bakar ve sonra kavrar çekilmesi gerektiğini. Pis iş. Çok pis iş. Bilinçsizlik bilinci aldatamaz. Bilinçsizlik belki merakı aldatabilir. Bu doğru. Bilinçsizlik bilinçaltını aldatır. Bu da doğru.’
Siyah ipek pelerinli adam çıngırağı bıraktı. Sağ elindeki uzun çubukla yılanın yattığı masaya birkaç kere kuvvetle vurdu:
- Şahmaran… Ya Şahmaran… Uyan ya mübarek…
Yılan gözkapaklarını araladı. Başı sorguçlu adam çubukla masaya yeniden vurdu:
- Uyan ya mübarek…
Yılan gözlerini tüm açtı. Akları yer yer kanlı, bebekleri iri gözleri vardı.Üzerindeki uyku mahmurluğunu hala atamamıştı. Pelerininin astarı kırmızı ipekli adam, yeniden masaya vurunca Şahmaran ağzını açtı, geniş geniş esnedi. Dili gerçek insan diline benziyordu. Dişleri yer yer paslıydı. Mevcud olmayan köpek dişlerinden birinin yerinde kara bir boşluk görünüyordu.
- Beni uykudan niye uyandırdın, ey insanoğlu? ..
Sesi aynen insan sesiydi.
Başı sorguçlu adam sağ elini önce kalbine, sonra dudaklarına ve daha sonra başına doğru götürdü:
- Selamünaleyküm, ya Şahmaran. Selam Cenaballah ‘ın adıdır.
- Kötü yerde belim kırdın, ey insanoğul. Cenaballah ‘a canım kurban. Kötü yerde belimi kırdın. Ve aleykümüsselam. Dile benden. Ne dilersin?
Delikanlının yüzünde biryerler seğiriyor, yanaklarının kulaklarına yakın biryerlerinde kaslar sürekli hareket eiyordu. Başı sorguçlu adamın yanındaki perdesi açık sahnede Taksim Anıtı durmaktaydı. Tarlabaşı ‘ndan çıkan bir taksi, anıtı bütük bir hızla geçerek sağa viraj alıp İstiklal Caddesi ‘ne sapmaktaydı. Anıttaki taştan heykeller kara kara bakıyorlardı. Anıtın dibindeki çimenler içinde, yeşil, yemyeşil, enyeşil çimenler içinde bir yılan çöreklenmiş, o gün yediği 72 tavuğu, 29 tavşanı, o gün içtiği 14 varil sütü sindirmeye çalışıyordu. Başı gerçek insanlara benzeyen, kapalı gözkapaklarının altında gözbebekleri sağa sola seğiren bir yılan. Bir ejderha. Gerçek insanlarınkine benzeyen diliyle, paslı, küflü dişleriyle, geniş geniş esnemesiyle, bozuk kötü Türkçe ‘siyle bir ejderha. Bir Şahmaran.
Delikanlının alnında boncuk boncuk ter damlaları vardı. Parmakları kasılıyor, bu kasıntı, giderek yumruğuna, bileğine, pazusuna çıkıyor, kuvvetlendikçe; aşağılara, karnının kaslarına iniyor ve orada öylece kalakalıyordu.
Başı sorguçlu adam sordu:
- Seni buraya nereden getirdiler, ya Şahmaran?
- Afrika ‘nın balta girmemiş ormanlarından.
- Ya Şahmaran, ne yersin, ne içersin?
- Et yerim, süt içerim.
Delikanlı, parmakları arasında sarıp yuvarlayarak ince bir çubuk haline getirdiği kağıt parçasını ikiye katladı.
‘Gövdesini bezden yapmış, boyamışlar. Çok belli. Masanın ortası delik. Şahmaran masanın altında. Oturmuş, başını delikten çıkarmış. Baş, yılan gövdesinin tam önünde duruyor. Şahmaran ‘ın başı. Kafatası çok büyük ve ilkel. Beyni büyük ve tembel. Kavrama hızı otuz saniye. Bilinçsizlik bilinci aldatamaz. Bu doğru.’
Delikanlı sol elini ceketinin mendil cebine sokup oradaki ince çorap lastiğini çıkardı. Sapanı parmaklarına geçirdi. Sağ elindeki, deminden beri hazırladığı kağıttan oku lastiğe taktı. Kalabalığın en arkasında ellerini yukarıya kaldırdı. Şahmaran ‘ın yüzüne nişan aldı. İnce lastik yayını var kuvvetiyle gerdirdi. Hareketsiz duran kalabalık arasından havaya kalkan ellerin bu hareketi Şahmaran ‘ın ilgisini o yana çekmişti. Bunun ne olduğunu anlayamadan bir süre baktı.
‘Kavrama hızı otuz saniye.’
Şahmaran bir şeyler anlamıştı, çok şey anlamıştı, her şeyi anlamıştı. Şahmaran bir şey bilmiyordu, çok şey bilmiyordu, hiçbir şey bilmiyordu. Neye karar vereceğini bilemiyordu. İçgüdüleri bunun iyi olmayacağını, hiç iyi olmayacağını haber veriyordu. Bir yer geldi ki, Şahmaran ‘ı çadırın gerçeğine bağlamaya sarığı sorguçlu adamın soruları, çubuk darbeleri ve çıngırağının sesleri yetmemeye başladı. Sorulan sorulara karşılık vermiyor, kalın gövdesini dürten çubuğa tepki göstermiyordu. Tüm varlığı bakışlarında toplanmış ve kalabalığın en arkasında kağıttan ok atmak için lastikten bir yay geren parmaklara bağlanmıştı. Lastik henüz kıvamını almamış gibi, parmaklarda gevşeyip gerildikçe, yeniden yeniden gevşeyip daha daha çok gerildikçe, Şahmaran ‘ın yüzünün biryerlerinde bir şeyler kasılıyor, korunmak istercesine gözleri dar çizgiler halinde kısılıyor, göz kuyruklarında merkezden çembere sağlı sollu kırışıklıklar, büzülmeler beliriyor, bunlar derinleştikçe, yanaklarının burna yakın bölümleri irileşip tümseklenerek gözlerine kavuşuyor, bürün yüze çok korkulu, çok acıklı bir ifade geliyordu.
‘’Eli yok, kolu yok. Şahmaranlar… Elsiz, kolsuz Şahmaranlar… Ejderhalar… Günde 72 tavuk, 29 tavşan yiyen, 14 varil süt içen, kuyruğu başından habersiz ejderhalar… Şahmaranlar… Şahmaranlar… Şahmaranlar…’
Delikanlı kağıttan okunu olanca gücüyle fırlattı. Ok havada şiddetle uçup Şahmaran ‘ın sol gözünün üstüne vurdu. Kulakları sağır etmeye yetecek güçte bir nağra koptu. Yılanın çevresini saran kalın, yeşil ipek örtü hortuma kapılmış gibi savruldu. Örtünün altından, başı ortadaki deliğe geçik bir adam masayla birlikte fırladı. Yana çekili duran perde, masanın bacağına takılıp yırtıldı. Perdeyi tutan korniş, çadırı ortadan bölen gergin ipe düşüp kopardı. Kavuğunu yerden almaya eğilen başı sorguçsuz adam, niçin olduğunu bilemeden, elindeki tahta saplı metal çanı var gücüyle sallıyordu. Çıngırağın metal çanı bir kadının başına çarpıp sarı ipek eşarbını kana boyadı. Kadının yanından bir erkek fırlayıp çanı kopardı, aldı ve başı sorguçsuz adamın yüzüne-gözüne çalmaya başladı. Çelik bilyeden yapılı tokmağın çana her vuruşunda çıkan düzensiz çınlamalar, çadırdan kaçmaya çalışan, birbirlerini ezen kalabalığın korkulu, şaşkın, öfkeli seslerine karışıyordu.
Dışarılarda biryerlerde birileri soruyordu:
- Burada ne olmuş? Çadır neden yıkılıyor?
- Bir ejderha kaçmış, bir Şahmaran. Nah içte o çadırdan.
- Öldürebilmişler mi?
- Besbelli hayır.
- Halkın, toplumun arasına bir karışırsa fena.
(Devam edecek…)
Kayıt Tarihi : 19.6.2005 14:45:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/06/19/sahmaranlar-5.jpg)
TÜM YORUMLAR (1)