Kalkış saati gelip çattığı halde, otobüs bir türlü ilişkilerini kesip terminalden ayılamıyordu. Çevreyle olan ilişkileri her kesilir gibi oldukta yeni yeni engeller çıkıyordu. Yolcuların sabrı tükenmişti. Aralarında sözlerini saklamadan şoföre çatanlar vardı:
- Peki şimdi ne bekliyoz, gapdan? .. Taka ne zaman yelken açacak? ..
Kalkamayışı için inandırıcı nedenler ileri süreceğine şoför de yolculara çatıyordu:
- Ne patlıyorsunuz be! .. Rahat durun, rahat… Adamı kendinize bulaştırmayın… Sanki işimiz bitti de yola maasus çıkmadık… Keyfimizden mi? .. her şeyin içinde bir şey vardır. Bana galsa; saatim dolmuşdu, galhıyordum. Böyük yerden buyruk geldi: Patrondan. ‘Nafiz ‘in avradını arabaya almadan yola-bele çıkarsa; kendini gapıda bilsin.’ Diye haber yollamış. Şimdi yola çıkayım da ekmeğimden mi olayım? .. Heç gıvranmayın arhadaşlar… Ben Nafiz ‘in garısını almadan yola çıhamam artıh, çıhamam…
Arka sıralardan biri fısıldadı:
- Nafiz kimse, belli ki; bu gapdanın onun garısında gözü var. ‘Nafiz ‘in garısını almadan gitmem de gitmem.’ diyo, başga bişey demiyo.
Yavaş sesle gülüşmeler oldu. Başkaları:
- Tanırım diye pısladılar. Eski kulağı kesiklerdendir bu kaptan. ‘Alman Kazım’ derler, hayası beş okkadır bu ırzıgırığın.
- Susun… Duyarsa, hepimizi bir bokusta fıhara sümüğü gibi duvara yapışdırır.
- Alacahsa alsın şu garıyı da gidelim.
Otobüsü dolduran sivil kasketli erkek kalabalığı hep birlikte ve birbirinin kopyası hareketlerle başlarını yukarı yukarı kaldırıyor, camlardan dışarı bakıyor, otobüse açılan ne kadar yol varsa tümünü gözden geçiriyor, merakla ve heyecanla birilerinin, özellikle bir kadının görünüvermesini bekliyorlardı. Ayni kalabalık, herhangi bir yönden, herhangi bir kadının ortaya çıkışında:
- Aha, Nafiz ‘in garısı… Vay babam, ne de gözel garı… Aha, Nafiz ‘in garısı işde budur…
Diye bağrışıyor, her şey kadının gelmesiyle bitecekmişcesine, toptan başını içeri çekip yerinde ufalıyor, kadınlar arabanın yanından ve içeriye girmeden geçip gidince de:
- Nafiz ‘in garısı değilmiş bu ırzıgırıh… Zati de çirkin oluşundan temelli belliydi, ahıl edemedik…
Diyerek yeni baştan ve gene hep birlikte boyun uzatıp yolları, sokakları araştırıyordu.
‘Bunlar bir araba penguen. Bir otobüs dolusu sivil kasket takmış penguen. Penguenler gibi boyunlarını cama kaldırmış, Nafiz her kimse, işte ona bir karı arıyorlar.’ dı.
Delikanlı çantasından çıkardığı dosyasını incelemeye koyuldu.
Sabırsız bir yolcu alaylı bir sesle şoföre soruyordu:
- Bu ‘Nafiz ‘in garısı’ dediğin garı hangi yandan gelecek, gapdan? Beklemeye bekliyoruz ya, hangi yandan çıkacağını da biliyoz mu bahalım?
Şoför alayın farkındaydı:
- Nah şu çenenin ağzından çıhacah.
Şoförün sözünü uzatmasına kalmadan, söylediği köşenin başından şalvarlı, atkılı, eski yemenili, dişsizlikten burnu ağzına girmiş, yaşlılıktan kamburlaşmış, ayaklarınadki yırtık siyah lastikleri sürükleye sürükleye yürümeye çalışan, yürürken binaların duvarlarına dayana dayana kuvvet alan bir kadın göründü.
Bir otobüs dolusu kalabalık görülmemiş bir şiddet ve hayal kırıklığıyla yüz ekşiterek:
- Lan gardaş… Diye bağırdı. Nafiz ‘in garısı da bu muymuş? .. Bu garı değil, hırtılik, ya da o ki; hıbılik… Bu Nafiz her kimise, boynu altında galsın o ırzıgırığın… Ne demeye almış bu köhne avradı? Hazreti Nuh görse; bu garı benden gamladır diye dava açar adama… Açar da mehkemelerde sürüm sürüm süründürür insanı…
- Peşin gonuşmayın arhadaşlar… Nabalı var. Belki de o Nafız bu avrattan daha köhnedir.
- Nafiz de size garı beğendiremiyor arhadaşlar. Ne dünyaya galdıh Allah? ..
- Ben Nafiz ‘i bilmem ya, avrat köhne.
- Çok köhne.
- Bahsana gelemiyo ki gelsin.
- Çok yavaş geliyo bu avrat.
- Hey aba, anne, nine, haminne, accıcıh hızlan canım. Tıpgı Hüseyni makamından geliyon.
- Biraz da Hicaz makamından gel.
- Gelemez ki.
Biri boru gibi öttü:
- Niye gelemesin?
Şoför gözlerini kadından ayırmadan güldü:
- Görmüyon mu it? Garı mehter tahımı gibi yürüyor da ondan.
- Bu gidişle ikibuçuh sahatta elli metiro yol alır.
- Ohhooo, o zamana gadar Emelika roketini atımı adamın arka cebine sohar.
- Kimin cebine sohuyo lan?
- Senin cebine, benim cebime dürzü.
Kadın gelinceye kadar kaptanla tayfa kendilerini birbirlerine akort etmişlerdi bile.
Delikanlı dosyasını tekrar çantasına sokmuş, arabayı dolduranları incelemeye başlamıştı.
‘Dosyayı ne zaman olsa incelerim ama bunları bir daha bulamam. Baksana, kaptan meydan sazıyla yol gösteriyor, tayfa da hep bir ağızdan çalıyor. Hep ayni tempoyla.’
Otobüs bir saate yakın bir gecikmeyle yola çıktı.
Gevezelik ve yılışıklığına rağmen şoför çok iyi bir ustaydı. En sert virajları bile kolaylıkla alıyor, düz yollarda güvenliğini unutmadan uçuyor, arkası görünmeyen tepeleri hep sağdan, hep yavaşlayarak, hep klaksonla gelişini haber vererek çıkıyor, dar köprülere girmeden önce karşıdan gelenlere yol veriyor, bu arada şakalarını, sululuklarını da elden bırakmıyordu.
Kendilerini de arabaya alsın diye durup el sallayan yolda kalmış yolculara:
- İşte de sana… Sen bana yaparsın da ben sana yapmaz mıyım, lan ırzıgırıh…
Diyerek kolunu uzatıp sağ yumruğunu aşağı yukarı oynatmayı, tozlu yollarda, arkasında kalmak şanssızlığına düşen arabaları toza-dumana boğmayı ise hiç ihmal etmiyordu.
Bir yolcu:
- Ah ulan, ah… Diyordu. Beni bir günlüğüne, bir tek günlüğüne başbakan yapsalar, nerde Alaman bulsam, direksiyonu elinden alır, cebine soharım.
Şoför karşılamaya başlamıştı:
- Allah garıncaya bacah verse, vurar devenin oyluğunu deper… Gene geldi pis bir gohu… Lan mavin… Kim çıhardı lan, çarıhlarıni gene. Deve? ..
Arka kapının yanında sıkışmış, ayakta giden şoförün yardımcısı arabadaki kalabalığa göz gezdirip ayakkabılarını çıkaranı aranırken, ortalardan biryerlerden bir ses yükseldi:
- Kim çıharacah, ben…
- Lan inek, senin ayahların heç su görmez mi? ..
- Hastir lan deve… Bilmiyon mu? .. Bizde arazi yoh, emlak yoh, kirlen kirlen çimmek yoh…
Ciddi görünmeye ve kızmışa benzemeye çalışan birileri gülmesini tutamaya tutamaya bağırdı:
- Lan gapdan… Bu ne şamata olum…
- Görmüyon mu lan dana… Yolcular rahat durmuyo ki, şofor da ıssı rahat dura…
Bir araba dolusuna yakın bir bağırtı duyuldu:
- Rahat mahat duramayız biz… Yolculuh hörriyeti var…
Şoför uysal uysal seslendi:
- Nenenizin garnında nasıl durdunuz olum? ..
Yolculardan biri bağırdı:
- Ahha… Çağır lan mavin, babamı… Ben, bu davar bennen gonuşuyo sandımdı. Meğerse babamla gonuşuyormuş. Yoğusa benim nenemin garnında ne işim var, arhadaş? ..
Şoför bir virajı alırken cevapladı:
- Benim senin o gohmuş babannan ne işim var, teres? .. Çağırdacahsan ananı çağırt… Ben öbür nenenden bahsettimdi… Ananın anasında…
- Hastir lan inek… Sen elinin direksiyonuynan anama garışma… Şimdi sürerim tarlanı-tapanını…
- Höst höst… Lan mavin, bağla şu öküzü ahıra…
- Öküz babandır olum… Ben dünyanın çanağına barnah atmış adamım…
- Hastir lan, hırtilik. Sen evvela gendi çanağındaki barnahları çıhart… O barnahlari Gızılırmağa dorgasalar barnah yahnisi olur…
Arkadan bir özel araba yol istedi. Şoför prensipli tutumunu ansızın değiştirerek hızlandı. Arabaya yol vermedi. Arabayı bir süre toza-dumana boğduktan sonra, yol verip camı açtı ve bağırdı:
- Şimdi get lan ırzıgırıh… Anca gidersin…
Arka sıralardan bir yolcu:
- N ‘olacah olum… Dedi. Senin gibi hergelenin ardında galan tabiy eyle olur.
Şoför güldü:
- Beğenmeyen önüne geçer, pislik…
- Höst höst. Alma şu pisliği ağzına…
Şoför, az önce kendisini geçen özel arabaya yetişti:
- Şeytan ne diyo lan? .. Biliyon mu mavin? ..
- Diyo ki; usda, ‘Şu meredin gıçına gıçına iki baş tampon vur. Vur ki; bozula fiyakası.’
- Vurayım mı?
- Bağışla usda. Mertlik sende gassın.
Tozlu yolun kenarında genç, iri-yarı, kasketi geri yıkmış bir köylü, yanında meleyen bir oğlağın ipini çekiştirip durarak el salladı;
- Hey şüfera… Tohat ‘a at beni…
Şoför fren yapmaya başlayınca yolculardan bir-ikisi seslendiler:
- Ohaaa… Bırı bırı bırı… Eyla ha…
Şoför güldü:
- Babanın öküz arabası sandındı, deve.
- Sen de otobusu Altuntabah Mahallesi ‘nin ahırı sandın, dürzü. Görmüyon mu, herifin yanında var bir oğlak… Besbelli oğlağınnan binecek içeriye…
- Binsin lan hırtilih. Ne böyük görüyon gendini? Oğlak ayni Allah ‘ın gulu degil mi?
- Dorgu… Oğlağa peygamber olduğuna göre; al ümmetini içeri, hergele.
- Çüş…
İğne atsan yere düşmeyecek kadar tıklım tıklım olan otobüsün arka kapısını açıp yere atlayan şoför yardımcısı çocuk dışarıdaki köylünün, durdukları yere gelmesini bekledi. Köyklü oğlağı boynuna almış, elleriyle hayvanın iki ön ayağını sağdan, iki arka ayağını da soldan sıkıca kavramıştı. Eğilerek bükülerek arabaya girdikten sonra, yardımcı çocuk da içeriye sıkışıp kapıyı çekmeye çalıştı. Fakat kapatamadı. Aynadan arka kapıya bakan şoför:
- Lan mavin, gapat lan gapıyı…
Diye bağırdı.
- Gağanmıyo usda.
- Niye?
- E, depreşecek yer yoh da ondan…
- Gayışı bir diş sıh olum… Eşşek olum… Biz sana beyle mi örgetecez araba idare etmeyi… Ya da o ki; şu Seydali ‘nin esger gardaşıni Ali Hasan Hüseyin Adıgüzel ‘in omuzlarına bindir…
Sataşılan iki insan iriliğindeki bir adam homurdandı:
- Ben Ali Hasan Hüseyin Adıgüzel ‘in omuzlarına binemi bilirim ulan, hırt?
- Niye binmeyesin deve? Sen de oğlak değil misin? ..
- Oldu usdaaa. Ben gapıyı gapatdım…
- Olduysa mubarek osun… Haydi yeniden bismillah… Allahım sen yolumuzu açıh et…
- Niye duva ediyon lan?
- Golay mı olum… Bir otobos dolusu deve götürüyom., haşa o eli çantalı beemden ve de haşa Nafiz ‘in garısından…
- İlişme Nafiz ‘in garısına, hırt… Garı yuhuya daldı…
- Ne yuhusu lan teres.? Ben beni bildim bileli Nafiz ‘in garısı heç uyumamışdır. Yuhu muhu deel, o istihareye dalmıştır.
- Her ne pohusa. ‘Ho’ de arabana.
Araba gülüşmeler, konuşmalar, sataşmalar, oğlak melemeleri içinde yola devam ederken şoför hayvanın sesini duyunca geriye bağırdı:
- Lan mavin, kesdin mi lan, oğlağın beletini?
- Oğlağa da mı kesecez usda…
- Lan dürzü, bu arabaya pire binse ona da belet kesecen…
Ortalardan kalın bir ses patladı:
- Gapdan lan, dinine, imanına, bu cıbıl canına. Hele bi de ki; sen, bu yolda aldığın paraları patrona veriyon mu, vermiyon mu?
- Lan eşek, ben erkek adamım, patronun halal aşına haram gatar mıyım?
Pamukpınar İlköğretmen Okulu önünde, araba beklemek için yolun kıyısındaki taşlara oturmuş öğrenci kitlesini gören şoför geriye seslendi:
- Sızlanayım demeyin olum. Pıtırdanıp mırıldananı ve de sızlananı levyeyinen bir yıharım ki; vay babo, alttan kriko dayasalar gahmaz bi daha. Ben bu ördek yığınını arabaya alacam. Ve de hepiniz çift sıra olacahsız. Ama yan yana değil, gucah gucağa. Bir tek Nafiz ‘in avradıynan o eli çantalı efendi hariç. Şimdi soruyom; oyunuzu verin: Ben bu galabalığı alayım mı almayayım mı?
Arabayı tıklım tıklım dolduranlar hep birden bağırdılar:
- Al lan deve… Al… Dayadın nasıl olsa levyeyi önümüze… Levte demir, di gel de gemir… Al al… İdare ederiz artıh Tokat ‘a gadar…
- İmanım levye, adama her şeyi haçla söyletir.
Araba durdu. İçeriye, içerideki kadar daha insan doldu. Sıralar, aralıklar vücutlarla perdelendi. Vücutlar bile, başlar bile.
Delikanlı bayılmamak için kendini pencere camına yakın biryerlere kadar itmelerine, sıkıştırmalarına, sürmelerine dua ediyordu.
‘Kalan razı, gelen razı.’ ydı.
Delikanlı, oturması gereken yerin dörtte biri kadar bir aralığa sıkıştırılmıştı. Sağ bacağıyla karnının üzerinde birileri oturuyordu. Etli, ağır bir kol omzuna dayanmış, sırtını bir baş zorluyor, ayakkabılarının üzerinde gülle gibi ağırlıklar hissediyordu. Çantası elinden kayarak biryerlere, bir aralara sıkışmıştı. Amörtisörleri yetersiz arabanın her sarsıntısında, bulunduğu kesimde üç dört gövdeyle birlikte havaya havaya hopluyor, kütlenin en üstünde bulunanın başı kot kot diye arabanın tavanına vuruyordu.
Bir süre sonra araba ıslak duvarlı bir garajda durdu. Direksiyonu bırakıp geri dönen şoför:
- Böyük geçmiş osun dürzüler… Dedi. Bugünnük bu gadar… Hoşunuza getdiyse yarın gene buyurun… Bunu saymam... Şimdi buyurun gedin o uğurlu ayahlarınıznan… Anca gedersiiiz…
Tokat ‘ta yerler ıslaktı ama yağmur durmuştu. Delikanlı çok az ıslanmış saçlarını mendille kuruladı. Çantasının tozunu, kirini sildi. Görünürlerde tek minibüs yoktu. Kahyaya sordu. Adam:
- Nanca münübüs varsa hepsi Niksar ‘da beem. Dedi. Akşam anca gelirler ve daha da gitmezler. Bugünnük böyle oldu. Rahmet köylü kısmına iyi ya, şüfer gısmının da düşmanıdır.
Yağmur sonrasının güneşi ağaçları pırıl pırıl, taze taze yıkayarak nurdan sütunlar halinde ıslak topraklara direkleniyordu.
Yumuşak nur püskülleri arasında horuldayan bütangaz tübü dolu bir kamyon, toprak yollarda lastiklerine sıvanan çamur zarlarını asfalta aktara aktara yanaştı, el sallamakta olan delikanlının yanında durdu. Yarıya indirilmiş camdan hafif eğilen şoför:
- Niksar ‘dan öteye gitmiyorum.
Diye seslendi. Delikanlı cevapladı:
- Zaten Niksar ‘.
- Atla.
(Devam edecek…) 35
Kayıt Tarihi : 12.7.2005 13:41:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/07/12/sahmaranlar-35.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!