Ansızın içeriden, mutfaktan acı bir çığlık koptu. Düşen kırılan cam seslerine yere vuran kof gürültüler ve iniltiler karıştı.
Delikanlı şiddetle odadan fırlayıp mutfağa koştu. Açık kapıdan saldıran sert bir rüzgar yüzüne çarptı. Pencereden uğuldayarak içeriye dalan rastlanmadık bir soğuk dalgası, beyaz kar beneklerini korkunç bir öfkeyle mutfağa savuruyordu. Yerde, üzerine kar kümelenmeye başlamış bir karaltı, inleyen bir yığın vardı. Biryerlerden pis bir gaz kokusu yükselmekteydi.
Delikanlı yerdeki karaltıyı kucaklarken tıpkı bir buz topunu kucaklamışcasına ellerini keskin bir soğuğun yalazladığını hissetti. Kucağında saçları uçuşan karısına ‘Minicik… Minicik…’ diye seslene seslene odaya döndü. Duygularının yardımıyla bulabildiği yer yatağına uzattı ve yorganı üzerine kapadı. Yere düşürmüş olduğu, avucundan eksik olmaz kibrit kutusunu el yordamıyla buldu. Mutfağa dönerek avuçlarının korunağında bir kibrit yaktı. Beton zemindeki gaz ıslaklığı, geniş lekeler halinde yayılmış, kokuyordu. Yerler cam kırıklarıyla doluydu. Gaz lambasının bu kırıklarını ayağıyla kenara toplamaya çalışırken kibrit söndü. İkincisini çaktı Lambanın makinesini buldu. Kenarında parçalanıp kalmış olan birkaç cam artığını makineyi duvara vurarak temizledi. Fitilini çabucak çıkardı. Kapı arkasındaki gazyağı şişesiyle raftaki çinko sahanı aldı. Bir bardağa su doldurup odaya döndü. Yatağın yanına diz çöktü. Suyla ıslattığı mendilini, karanlıkta pek seçemediği karısının şakaklarında gezdirmeye başladı.
- Minicik… Minicik…
Diye sesleniyordu.
Genç kadının korkulu bir şekilde kendine gelmesi çok güç oldu. Karanlıklardan gelip karanlıklara gözlerini açmanın korkusu içindeydi. Korunmak istercesine ellerini açmış, haykırıyordu:
- Ben… Ben… Ben ner ‘deyim? ..
Açılan ellerinden ve korkuyla kasılmış parmaklarından, delikanlının avuçlarına ılık, bulaşık damlalar düşüyordu.
- Korkma… Korkma Minicik… Evdesin… Kendi evinde… Odamızda… Benim, ben… Kubi… Eşin… Yanındayım, korkma… Ellerin kesilmiş, kıpırdanma… Yorganı avuçla sadece… Korkma kan olursa yenisini alırım sana… Korkma biriciğim, kutsal varlığım… Lambamız kırılmış… Ama ben şimdi sana ışık bulacağım, soba yakacağım… Hem de harıl harıl yakacağım… Sabaha kadar kuşlar gibi yatacaksın, sımsıcacık… Korkma…
Genç kadının korkulu çığlıkları hafifledi ve iç çekişleriyle inlemelere döndü.
Delikanlı sac sobanın kapısını teneke gıcırtıları içinde açtı. Görmeksizin avuçladığı külü çinko sahana doldurdu. Kırılan lambanın fitilini sahandaki küle gömdü. Şişedeki gazı üzerine döküp kibritle tutuşturdu. Odayı kaypak, bükülümlü, isli ışık dalgalarına boğan alev, açık kapıdan saldıran rüzgara boyun eğe eğe, keskin bir gaz kokusuyla varlığını sürdürmeye savaşıyordu. Kokunun çıkmasını, hiç olmazsa odayı tamamen doldurmamasını sağlamak amacıyla kapıyı geriye dayayan delikanlı, kocaman gölgesi duvarlarda dalgalanarak eşinin ellerini inceledi:
- Tehlikeli değilmiş. Sadece çok derin olmayan birkaç cam kesiği. Kendine geldin mi biraz, Minicik?
Genç kadın:
- Korkuyorum… Diye inledi. Üşüyorum…
- Korkacak bir şey yok: Ben yanındayım.
Karısının parmaklarını çaputlarla sardı. Sonra:
- Biraz bekle Minicik, ben karton kutuları, gazeteleri falan bulup getireyim.
Dedi ve ayrıldı. Dış kapıyı büyük bir dikkat ve sessizlikle açtı. Cebindeki anahtarını yokladıktan sonra kapattı.
Kar çevreyi doldurmuştu. Bitmek bilmezcesine yağıyordu. Öfkesi iyice artmış ve kendisi yer yer fırtınaya dönmüş olan rüzgar, kar topaklarını yüzüne-gözüne çarpıyor, göğsüne göğsüne abanıp delikanlıyı geri itiyordu.
Ayakları dizkapaklarının altına kadar karlara gömüle gömüle yürüdü. Ara sokağı Binbir zorlukla geçip caddeye çıktı. Arada bir gelip geçen motorlu araçların engellediği kar, evlerin önlerinde ve kaldırımlarda karış karış yükselebildiği halde, caddenin ortasına tam söz geçirememişti. Atları sıcak buharlarla soluyan bir fayton korna çala çala çarşıya doğru gidiyordu. Delikanlı koşup gizlice faytonun arkasındaki soğuk demir dingile oturdu.
Ana caddeye geldiği vakit, çayevinin büyük camlı vitrinlerinden fışkıran bol bir ışık dalgası dışarıda yükselmiş kar topaklarını aydınlatmaktaydı. Açtığı kapıdan sıcak bir duman sokağa püskürdü.
Oyun oynayan, gürültülü şakalar yapan, birşeyler içen kalabalık, kendisiyle hiç ilgilenmedi. Orta yerde isli alevlerle yanan büyük linyit sobasının çevresindeki topluluk baldırlarını ısıtarak gülüşüyordu. En dip masalardan birinin yanındaki eli boş bardak dolu bir garson ocağa baş çevirmiş:
- Çay dööört… Beş yap… On oldu… Yandan çarklı biiir… Oralet dol, vişne olsuuun…
Diye bağırmaktaydı.
Elindeki ağzı temiz, küçük çekiçle, ortası küçük örslü, dört köşe, iri bir tahta kutuda Turhal şekeri kıran Koyuncu Baba onu görünce çekiciyle ayağa kalktı. Sıcak eliyle delikanlının buza dönmüş elini kavrayarak ocağın aralığına doğru çekti. İri iri açılmış meraklı gözlerle bakıyordu:
- Hayır haber Kubi Bey gaaardaş? ..
Delikanlı çabucak durumunu anlattı. Koyuncu Baba ocağa:
- Mustafa Usta, bir çay dol, kaynar kaynar olsun, çok çabuk…
Diye seslendi ve delikanlıya döndü:
- Aman Kubi Bet gaaardaş, valla ben seninle arayı bozacam. Yumurta kapının ağzına gelmeden hiçbir drdini döktüğün olur mu ki senin. Ne olacak, taşralı değil misin, canın cehenneme. Aynen benim gibi dik kafalısın. ‘Alnım açık, kıçım kapalı olsun.’ Diyorsun. Elli liradan ne çıkar? O para, nah şu masalardan herhangi birinde papaz-kız uçuranların bir partilik çay parası bile değil. Al şu beşyüzü. Almaz da direnirsen; karnına bir tekme sallamaya da gücüm yeter benim. Amortiye razı olana piyangonun büyük ikramiyesi vurmaz, gaaardaş, gaaardaş. Sen benim gibi amortiye razısın. İflah da olamazsın. Zira; bizim büyük ikramiyemiz erdem gaaardaş, erdem. Otur şur ‘ya. İç şu çayı. İçin ısınsın, donmuşsun. Hem iç hem beni dinle. Benim bur ‘da böyüüük lüküs lambam var. Elektrikler söndümü onu yakarım. Şimdi yanıyor elektrikler. Sönerse de biraz beklesin dürzülerin maçası-kupası. Şimdi onu vereceğim sana, doğru buradan kopacaksın eve. Sen dediklerimi duydun ve ben de sözlerimi burada bitirdim. Babalar neyi uygun görürse, oğullar onu yapmalı. Benim adım Koyuncu ama çoban değilim.
Koyuncu Baba başını ocak kapısından çıkarıp salona bağırdı:
- Aliii… Şu lüküsü tavandan indir, bak gazına-tuzuna, gömleğine-donuna, yak hazırla… Kapıya fayton çağır, ver parasını peşin, beklesin… Haydi babam…
Kısa bir süre sonra, yaşlı adamın kapıya kadar uğurladığı delikanlı, arabaya bindi. Araba hareket eti. Arabanın içinden vırıldayarak karanlıkları zorlayan lüks lambanın ışığı altında beyazlaşan iri kar taneleri kelebekler gibi uçuşuyorlardı. Rüzgar faytonun tentesini sökmeye savaşıyordu. Atlardan biri osurdu. Karbaşlığını boğazına kadar çekmiş olan tiftik eldivenli arabacı, ata iki kamçı vurarak başını yana çevirip karanlıklara tükürdü.
Caddeden ayrılan ve bir ucu karanlıklara gömülmüş eve kadar uzanan çıkmaz sokakta kar tepelenmişti. Az önceki ayakizleri çoktan kapanmıştı. Tipi çevreye ölüm yağdırırken delikanlı tek kat eve girdi. Odayı gür beyaz bir ışıkla bir anda gündüze çevirerek:
- Minicik… Sana ışık getirdim… Nur getirdim… Karanlığımıza aydınlık getirdim…
Diye haykırdı. Genç kadın gür ışıkta kamaşan gözlerini kapatıp sıktı:
- Korktum… Dedi. Üç kere bağırdım Kubi diye, ses vermedin…
- Artık korkma, korkacak bir şey kalmadı. Evden çıkarken söyleseydim daha da çok korkardın.
Delikanlı lüks lambayı iskemlenin üzerine koydu. İçinden cılız, isli bir alev çıkan çinko sahana baktı. ‘Büyük ışıkların yanında, küçük, isli alevler her zaman yeteneksiz kalırlar.’ dı. Sahanı isli ışığıyla aldı. Mutfağa götürüp musluk altında suyla söndürdü. Odaya geldi. Üzerindeki kağıt ve defter yığınını indirdiği portatif masayı katladı. Aldı, antrenin taşlığına götürdü. Az sonra, ayaklarıyla, elleriyle, dizleriyle parçaladığı tepeleme bir tahta yığını halinde geri getirdi. Soğuktan büzülen karısı, başını ve ellerini yorgan altına gizlemişti. Tahtaları sobaya doldurdu. Şişenin gazını döküp ateşledi. Kapıyı kapattı ve yer yatağının yanına bağdaş kurarak oturdu. Şaşkın gözlerle, lambaya, sobaya, masasız olarak yere tepelenmiş defterlere, kitaplara bakan ve derin bir güvenlik duygusuyla, başını, omuzlarını yorganın altından çıkaran karısının çaput sarılı ellerini kendi elleri arasına aldı. Rahatlatıcı bir gülümsemeyle sordu:
- Neden korktun Minicik? Neden düştün lambayla mutfağın ortasına? Neden Minicik?
- Genç kadının gözleri yeniden korkuyla büyümüştü. Birşeyler söylemeye savaştıysa da başaramadı, ağlamaya başladı. Delikanlı karısının saçlarını sevgiyle uzun uzun okşuyordu. Bir süre ne o bir şey sordu, ne obiri bir şey söyledi. Neden sonra genç kadın:
- Hırsızdı… Diye içini çekti. Hırsızdı… Görünce çok korktum… Lamba elimden düştü, kırıldı ve ben de cam kırıklarının üzerine yıkıldım…
Delikanlı rahatlatıcı bir gülümsemeyle karısına bakıyordu:
- Sana öyle gelmiştir. Ev günlerdir karanlık. Gaz lambasıyla yeteri kadar aydınlanmıyor ve sen de karanlıktan korkuyorsun haliyle. Bilinçaltın bugünkü fırsatı kaçırmak istemedi, sana oyun oynadı. Basit, çok basit bir hayal oyunu.
- Hayal değildi, Kubi. Gördüm. Gözlerimle gördüm onu. Hayalle gerçek arasında sınırlar vardır, biliyorsun. Hayal doğar, oyununu oynar, sonra biter, dağılır. Geriye kalan şey gerçektir. Kaskatı gerçek. Bitmeyen, dağılmayan. Beş duyumuz kadarlık bir gerçek. Yaşantımızın gerçeği. Kendi gerçeğimiz. Sen söylerdin bütün bunları ve sonra da ‘Bu doğru.’ Derdin.
- Evet, bu doğru.
- Mutfağa girdin ve gördün. Pencere kapalı olduğu halde çerçevesinde cam yoktu. Camın bir tam tabakası yoktu. Dört kenardan kesilmiş, kırılmadan çıkarılıp alınmıştı. Onu gördüm: Sakalı vardı. Sivil kasketliydi. Başına şapka altından kadın naylon çorabı geçirmişti. Kendisi pencerenin dışındaydı. Başı, elleri ve omuzları çerçeveden içeri girmişti. Bir tablo gibiydi. Çerçevesi tamamlanmış bir tablo. Bir korku ve dehşet tablosu. Yoksullukta varlık arayan kıyıcı ve aptal bir hırsızın tablosu. Oh Kubi, çok korktum ben…
- Artık korkma. Öyle de olsa geçti.
- Acıma duygusundan uzak insanlar. Sorsan, acaba nemizi bulup nemizi çalacaktı bizim? İki-üç plastik tabakla yemeksiz bir tencereyi, can dayanmaz soğuklarda bir damla sıcak vermek için yakılacağı saati bekleyen üç-beş, işe yaramaz karton kutuyu çalmak için naylon kadın çorabıyla maskelenmeye değer mi Kubi, değer mi?
- Eh işte. Dirilere sorsan; ölüler hep cennette, cehennemdedir sanırlar. Adımız büyük, ünümüz büyük. Hem müfettişim, hem de çalışan, aylık alan bir karım var.
- Yüksek yerin somunu büyük, içi boş olur. Bilmiyor mu bunu o Tanrı ‘nın zalimi?
- Bilse zaten yoksullukta varlık aramaz.
Sustular. Lüks lambanın vırıltısıyla sac sobada yanan tahtaların çıtırtısını dinlediler. Genç kadın, sıcaktan çok hoşlanmış bir tutumla yorganını tamamen açtı:
- Masayı kırdın değil mi Kubi?
- Gerekiyordu.
- Artık dondurucu soğuklarda kırıp yakacak bir masamız da yok, Kubi.
- Yok.
- Çok yükümüzü çekmişti. Gerçek bir dost gibiydi.
- Gerçek bir dost gibi.
Oda iyice ısınmıştı. Aydınlıktı. Rahattı.
Genç kadın yataktan tamamen çıktı:
- Isındım, huzur buldum. Kendime güvenim geldi. Şimdi yaşama umudum var Kubi. Yaşamak, gün görmek istiyorum.
Dedi ve mutfağa gitti.
‘İnsanları mutlu etmek ne kadar kolay. Acıkan midelere atılacak bir lokma, karanlığı yırtacak bir parça ışık, ısıtacak birazcık sıcak. Yetiyor.’ du.
Genç kadın zeytin, ekmek, büyük bir baş soğan ve küçük bir kapağı açılmış konserve kutusuyla titremeler içerisinde geri geldi:
- Mutfak buzluk gibi. Sokakla bir. Tanrı ‘nın zalimi, kesip atarken ‘Bu adamların acaba bu kışta-kıyamette yeni bir cam alacak paraları var mı? ’ diye hiç düşünmedi mi?
Delikanlı karşılık vermedi. Yığılı tahta parçalarından birkaç tane alarak atmak için, eli yanmadan soba kapağını açacak bir bez aramaktaydı.
Genç kadın kocasına engel oldu:
- Yeter, Kubi. Dedi. Odamız sıcacık. Bu bizi yatıncaya kadar idare eder. Kalanlarını başka gece yakarız. Gündüz zaten yakmaya gerek yok: Dairedeyiz. Ah, daire ne iyi. Sıcacık. Devlet baba varolsun. Memurunu soğukta çalıştırmıyor, değil mi Kubi?
Delikanlı:
Atalım tahtaları da rahatça ısın. Titriyorsun. Yakalım da ısın bol bol. Yarın sana bir küfe kadar odun da alabileceğim.
Dedi. Getirdikleriyle yere küçük bir sofra kuran genç kadın kocasına gülümsedi:
- Anlamıştım Kubi. Sen söylemeden de anlamam gerekir. Gene Koyuncu Baba ‘dan borç aldın, biliyorum.
Delikanlı şaşırdı:
- Nereden anladın?
Diye sordu. Kadın vırıldayan lüks lambayı göstererek:
- Lambadan. Dedi. Ne kadar aldın Kubi?
- Ben elli lira istiyordum, o zorla beşyüz lira verdi.
- Beşyüz lira mı? Ay deli misin sen? Eski verdiklerinden daha bir kuruş ödeyemedik. Ver bu parayı geriye, ödeyemeyiz Kubi.
- Bu kadarını asla ödeyemeyeceğimizi biliyorum. Almak istemedim. Zorla verdi. Geri versen almaz. Sen Koyuncu Baba ‘yı görmedin, tanımazsın. Fakat üzülme, paranın döryüzelli lirasına hiç el sürmeyeceğim. Elli litayla yetinmeye çalışacağız. Biz yetinirliyiz.
- Yetinirliyiz. Şimdiye kadar daima yetindik, gene yetiniriz Kubi.
- Aybaşında üzerine elli lira ekleyip beşyüz lirasını öylece geri vereceğim. Sanki önceden harcamış, işimi görmüş de aylığı alınca veriyormuşuz gibi. Bunu böyle geri vereceğim, eski borçlarımı da her fırsatımda.
Birbirlerine suna suna yemeklerini yediler. Delikanlı düşünceli bir tavırla kekeledi:
- Bu ay başında sıkıntımız daha çok artacak Minicik.
- Bu doğru Kubi. Zira ve ne yazık ki; ben bu ay (Çok özür dilerim Kubi) sadece otuz lira alacağım. Yardım Sandığı ‘na o çifte borcumun taksitleri daha bitmedi. Aslında hesaba vurursak, ikinci aldığımız ödenmiş sayılır ama öncekinin taksitleri hala sürüyor. Borç çift olunca süresini uzattılar fakat taksit tutarlarını da çoğalttılar. Ayrıca Emekli Sandığı ‘na olan borcumun taksitleri hep kesiliyor. Süresi iki yıldı ama vallahi ben bile bilemez oldum kaç taksidim kaldığını. İki yıl dile kolay. Sonra, geçen ayın sonunda, yani bu ayın başında falan bizim Başmüdür başka yere atandı galiba. Ona bütün arkadaşlardan para toplayarak bir armağan almışlar. Benim yerime de kendileri vermişler. Bana aylığı aldıktan sonra söylediler. O zaman veremedimdi. Onu da borç yazmışlar. Bu ayki maaşımdam kesecekler. Elli lira kadar. Kızmazsın bana, değil mi Kubi? Vermeyecek olsam handiyse aforoz ediyorlar. Az verecek olsam; ‘Koskoca müfettiş hanımısın, verdiğin paraya bak.’ diye küçük düşürücü laflar ediyorlar. Ayrıca Kubi, bizde çalışan bir kız arkadaş var. Adı Sevgi. O bu ay evleniyor. İşe gelince, masa başında gazete okuyan arkadaşlar, böyle bir düğün, doğum, ölüm, karşılama, uğurlama falan odlumu iyilik meleği kesiliyorlar. Ona da şimdiden para toplama yarışına girdiler. Benim paranın da adını koydular: Elli lira. Üüüüh, her yere, herkese, uçan kuşa borçluyum. Biri çeyizlerimi koyduğum olmak üzere tam üç sandığım var ve ben bunların ikisine borçluyum, Kubicik.
Delikanlı dalgınlaşmıştı:
- Bugün polis bir dairenin odacısını tutuklamış Minicik. Adam odacı işte. Yoksulmuş. Çocuğu olunca doğum parası, ölünce ölüm yardımı alıyormuş. Altı çocuğunun tamamına doğum ve ölüm parası almışmış diyorlar.
Genç kadın kocasının yüzüne baktı:
- İyi ama bu tutuklanmayı gerektiren bir şeyi bir suç değil ki.
- Durum başka. Çocukların doğumlarıyla ölümleri arasındaki süre farkı en çok bir ay. Adamın yedi çocuğu olmuş, sadece biri yaşıyor. Yaşayan da, varlığını, olayı polise duyuranlara borçlu.
- Adam çocuklarını mı öldürüyormuş yani?
- Evet. Fakat, doğrudan doğruya değil. Dolaylı yollardan. Doğum parasını aldıktan sonra, yeni doğmuş çocuğu soğuk havalarda açık bir pencerenin önüne yatırıyormuş. Bebek soğukalgınlığından ölünce de ‘Tanrı verdi, gene Tanrı aldı.’ diyerek doktor raporuyla gidip ölüm yardımı alıyormuş.
- Aman Tanrım… Çok şaşılacak şey. Niye kıyıyormuş zavallı bebeklere?
- ‘Yoksulluktan’ diyorlar. Karısıyla kendine, bebeklere acıdığından daha fazla acıdığı için. ‘Para bulmak için hırsızlık yapamadığından’ mış. Söyleyenler böyle söylüyor.
- Fakat bırakırlar: Ortada suçu kanıtlayacak kanıt yok.
- Adam suçunu itiraf etmiş.
- Toplumların erdemli olmaları için varlıklı olmaları gerek, değil mi Kubi?
- Bu doğru. Ama bir noktada, bir açıdan. Aşırı varlıklı toplumlar da bunalım yüzünden erdemden uzaklaşıyorlar.
İkisi birden oturdukları yerde sıçradılar. Kapının zili, fırtınanın uğultusunu bastıracak bir şekilde çalınıyordu. Genç karı-koca lüks lambayı ellerine alarak gidip kapıyı açtılar.
Kepçeli ‘de oduncular yanında baltacılık yapan ve ayni sokaktaki gecekonduda oturan komşuları Ömer kapı önünde duruyordu. Başında şapkası, sırtında ceketi, ayaklarında ayakkabıları yoktu. Karlar başında, omuzlarında bembeyaz tepecikler, yumaklar meydana getirmişti. Yüzü mosmordu. Karları savuran tipi, açık kapıdan antreye uğultularla saldırıyordu. Az ötedeki gecekondunun önünde, atları heykel gibi duran bir faytonla bir karaltıyı sırtlamış, arabaya bindirmeye çalışan başka bir karaltı göze çarpmaktaydı. Tipi ve kar evlerin kapılarını tamamen kapatmak üzereydi.
Adan soluk soluğa:
- Komşu. Dedi. Bizim kaşıkortağı fıtık ameliyatı geçirmişti. Doktorlar ağır işi yasak ettilerdi. Ev işi görürkene bugün sandık kaldırmış. Tikişleri patladı. ‘Komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ Sana muhtaç oldum. Külüne muhtaç oldum. Cankurtarana tilifon ittim. Sarraf Hafiza ‘nın gelinine getmiş. Gelinci yollıyacahlar ama tikişler patladı, durulmaz. Bana bir beşyüz lira ver. Avradı hastaneye ulaştırayım. Yoh yoğusa yarın sabaha galmaz, ölür.
Delikanlı lambayı yere koydu. Elini hemen cebine attı. Genç kadın heyecanla:
- Ver… Dedi. Kubi ver… Ver… Derhal ver…
Delikanlı parayı uzattı. Adam onun şaşkınlığından faydalanıp karların üzerine diz çökerek ellerine yapıştı, öptü ve kar öbeklenmiş başına götürdü. Yırtık şal çoraplarıyla dala-çıka karları aşıp arabaya atladı. Tipide uzaklara, ta uzaklara yayılan gür erkek sesiyle faytoncuya bağırıyordu:
- Sür arabacı… Hastaneye… Olanca hızınla sür… Her zamankinin iki misli sür… Senin nazın paraya geçer, o da bende var…
Fayton karları yırta yırta ileri atıldı. Atlar hırsla kişnediler, şaklayan kırbaçların sesleri tipiye karıştı.
Kapının önünde, dimdik durdukları yerde, üstlerine beyaz kefen gibi örtülen karların, saçlarını savuran fırtınanın altında, delikanlı hüngür hüngür ağlıyordu:
- Oduncu Ömer kadar insan olamadım… Oduncu Ömer kadar uygar olamadım… Oduncu Ömer kadar iyilikbilir olamadım… Bana yardım edenlerin verdiklerini sadece aldım… Sadaka verilen dilenciler gibi aldım… Ellerini öpüp başıma koymayı bilemedim...
Lüks lambanın karanlığı parçalayan ışığı altında üzeri karlarla örtülen genç kadın, başına, omuzlarını örten bembeyaz bir şal almış gibiydi:
- Ağla Kubi, ağla… Diyordu. Biz yoksullara, dardakalmışlara yardım elimizi uzatacak kadar varlıklı insanlar olamadık…
(Devam edecek…) 31
Kayıt Tarihi : 8.7.2005 21:52:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!