‘Kız Serap hoşça kal… Kazara oğlan doğarsan, adını Senbir koy ki; o da bilsin kaçıncı olduğunu. Ondan sonrası nasip artık. Sırayla gidersin Seniki, Senüç diye. Senbeş ‘i geçeyim deme: Gümülersin. Gümülersin ki nasıl gümülersin.’Beş çocuk anasıydı, altıncı üzre vefat eyledi.’ Dedirterekten.’
‘Merhabalar Sar ‘ağa. Muhtarlık seçimleri ne alemde bu yıl? Gene umutlu musun Kayseri İli ‘nin Pınarbaşı İlçesi ‘nin Büyük Komarmut Köyü ‘nün seçmenlerinden? Hayırlısı olsun. Azalt biraz cuvarayı, azalt. Kanser yapar. Doktor beyler diyor. Sonunda, İstanbul Cerrahpaşa ‘da gırtlak kanserinden ölürsün., bak. Demedi deme.’
‘Ohho… Şükür görüştüğümüze bey ‘fendi. Erzincan ‘lı Güzel İdare Müdürü beyimizi görenler hacı oluyor. İyi misiniz? Daireyi güzel güzel idare ediyor musunuz? Ha ‘di bakalım. Gene görüşelim ama. Ben, şu bizim Tabiboğlu Ahmet Bey ‘e bir uğramak niyetindeydim. Hah, kendisi de orada zaten. Komşuyu söyleme, ya kapıdadır, ya bacada. Ha ‘di size uğurlar olsun.’
‘Ya işte böyle, Ahmet Bey. Yok yok, kahve için zahmet etme. ‘Geçerken bir uğrayayım’ dedimdi, o kadar. Dünya sıkıntılarından elimiz olmuyor. İş çok, zaman yok. Bana müsaade. Gene gelmek isterim ama ya olur, ya olmaz. Eğer yarınki sınavı da kazanırsam, biraz zor. Kazanamazsam daha çoook selam-kelam ederiz. Hoşça kal.’
Mezarlık duvarı dibinde geriye el salladı:
- Bir daha gelemezsem kusura kalmayın, sayın ölüler…
Asfalta çıkınca ayaklarını pat pat vurdu. Peşpeşe gelen iki taksi, farlarının asfalttaki ışığını yuta yuta geçtiler.
- Ha dürzüler, ha. Kelle götürüyorsunuz.
Kavşağı boylamasına geçip yürüdü.
Camlarının önünde bazı adamların tavla oynadıkları kapısı açık çayevinin örtüsüz tahta masaları, sandalyeleri bina önündeki kaldırıma çıkarılmıştı. İçerden dışarı vuran ışıklar, masaları kirli sarı, soluk bir renkle aydınlatıyor, tavla oynayanların meydan okumalı, alaylı bağırışları kapı üzerindeki hoparlörden yükselen şarkının sözlerini anlaşılma bir duruma sokuyordu.
Delikanlı camların dibine yakın dış masalardan birine oturdu. İzmaritini yere atıp ayağıyla söndürdü. Sol avucu içindeki kibrit kutusunu, masanın tahtasında dar kenarı üstüne atıp atıp aldı. Avucuyla kavrayarak yine dar kenarıyla masaya bastırdı. Satırlara göz gezdirmeye başladı.
Kafası yanlardan basık, daracık yüzlü, yandan bakınca yakışıklı görünen, sinekkaydı traş olmuş, ince bıyıklı bir genç elindeki sefertasıyla masaları geçip çayevine girerek bağırdı:
- Hac ‘abi… İçişleri bakanlığından mesaj var: ‘Yemeği zıkkımlanınca sefertaslarını bulaşık komasın.’ Diye yenganım. ‘Yoksa’ diye, ‘savunma bakanlığına yazı yazarım, eline verip sefertasını sefere yollasınlar diye.’ diye.
Buharlar yükselen çayocağından badem bıyıklı, yaşlı, düz siyah saçlı bir baş yükseldi:
- Ulan Teefik, ulan olum, bırak müşterinin yanında bu sulu şakaları. Musa… Lan Musa, kapıya bak salak. Kapıda müşteri var, sen ise dikilmiş, elin develerinin tavlasını seyrediyorsun…
Tavlacılardan biri başını ocağa doğru çecirdi:
- Karışma şu Musa ‘ya Hac ‘abi… ‘Karışma.’ Dedik, karışma. İki deveye her zaman için bir eşek gerek. Ki; başı çeksin. Di ‘i mi ama?
Garson kıkırdayarak dışarı çıktı. Elindeki bezle, formalara dokunmadan delikanlının masasını sildi:
- N ‘içeceksin abi?
Delikanlı gözlerini garsonun yüzüne dikti. Bir süre düşündü. Sonra:
- Şimdilik bir şey içmeyeyim. Az önce sütlaç yedim. Bozar.
Dedi. Garson ayni güleryüzle ayrılıp içeri girdi:
- Sefertaslarını sorguya çekmeye başlayabilirsin, Hac ‘abi, hazır bir şey içen yokken.
Diye seslenip gene tavlacıların başına dikildi. Ocakçı, sefertaslarını dip masalardan birinin üzerine koyup açtı.:
- Aman sen treni kaçırma. Düdük çaldı. Sonra kavuşamazsın.
Köşeyi dönen iki kişiden biri kahkahalarla bir şeyler anlatıyor, arada bir dirseğiyle arkadaşının karnına vuruyordu. Gürültüler arasında gelip kapının öbür yanındaki cam önünde oturdular. Biri parmağındaki şövalye yüzükle hem cama vurdu, hem bağırdı:
- Hac ‘abi… Yap lan iki orta şekerli. Kallavi fincanlarda olmazsa; kabul değil.
- Emredersiniz, deyyuslar. Biz daha bir kaşık zıkım atmadık, siz kafayı bile çekip geldiniz.
- Deyyus babandır, uyuz. Kafa şişirme…
Peki peki şişirmedik. Bazı enayiler kafalarını hep otomobil lastiği sanırlar, nedense. Ulan Musa… Geç ocağa, yap şu kamyonlara iki kaave…
- Geçtim Hac ‘abi…
- Hac ‘abi misin ne boksun? Camını mamını dağıttırma bana it.
- İtin sesi dışardan gelir. N ‘oldu lan olum tavlalar? .. İki çaya yirmibeş mars mı yapıyorsunuz, ne haltediyorsunuz? Anlamadık ki.
- Sen onu şu deveye söyle. Elinde kırık varken pul topluyor.
Yemeğini ayakta atıştıran ocakçı yerine geçti. Kazan üstündeki çaydanlığı kaldırdı. Bir iki salladı. Süzgecine tıkalı kağıdı çıkardı. Mermer banko üzerinde sıralı bardaklara çay doldurmaya başladı. Sol eline aldığı çay süzgecini ağır, mavi, çinko çaydanlığın burnuyla beraber bardaklara indirip, tekrar yukarıya kadar kaldırarak çayı süzüyordu. Bardaklar dolunca, tabaklarını tek tek süzerek nikelajlı tepsiye sıraladı:
- Musa… Berberin dört çayı soğumasın. Tavlacılara çift baskı yap. Tazedir. Üçü karşı masanın. Ha ‘di lan inek, depren biraz…
Garson çay tepsisiyle dışarı çıkınca delikanlıya da yanaştı:
- Çay alacak mısınız, abi?
Formalardan başını kaldıran delikanlı, bir garsonun yüzüne, bir de tepsideki dolu bardaklara baktı. Gözlerini kaşlarının altına doğru kaldırdı:
- Taze mi?
- Taptaze.
- Çok koyu bunlar. Mide de ülser aksi gibi. Pepsi varsa bir pepsi içeyim.
- Pepsimiz yok, abi.
- Yazık. Biraz düşüneyim bari.
Garson gülryüzle ayrıldı. Delikanlı önündeki sayfayı çevirdi. İçeride gülüşmeler ve gürültüler artmıştı. Hoparlörden yükselen sesin sözleri seçilemiyordu. Dışarıdakilerden biri yüzükle cama vurdu:
- Hac ‘abi… Bu senin garson ayakta uyuyor, ustalığına tükürdüğüm. Susuz kahve olur mu, kan inek? ..
- Kesin lan konferansı. Su içecekseniz doğru yalağa. Koşumlarınızı çözen bir iyilik sahibi çıkar nassolsa.
Otoriter bir se:
- Aç şu radyonun sesini, Hac ‘abi. Bülteni dinleyelim.
Dedi. Çayevini dolduranların sesi bir anda kesildi. Tavlacılar tavlayı kapadılar. Oturanlar yerlerinden kalkıp içinde radyonun bulunduğu önü açık dolabın yanındaki masalara yerleştiler. Dışarıdakiler ivedi adımlarla ve merakla içeri girdiler. Uygun yer bulamayanlardan bazıları mermer bankoya dayandı. Koca çayevinde, radyodaki spikerin sesinden başka, sadece kazanda kaynayan suyun cızırtıları vardı.
- ….. Üç-beş çapulcunun ortaya çıkarmak istediği bu kargaşalıklar, hükümetçe ciddiye alınmaktan uzaktır. Olayları en kısa zamanda sona erdirmek üzere, öğrenci yurtlarının kapatılması yolunda kararlar alınmış ve bunların uygulamasına geçilmiştir.
Haberler bülteni ve bunu izleyen yorumlarla konuşmalar saatlerce sürdü. Salondakiler sigaradan sigara yenileyerek tümünü dinlediler. Sonra, gürültüler birden başladı ve çoğaldı.
- Bu işin sonu ihtilale gider, arkadaş.
- Hastir lan. Bu memlekette ihtilal olamaz.
- Niye olmasın?
- Olmaz. O işin anayurdu Arabistan. Saat başı bir ihtilal.
- Dürü Bey, senin aklın erer bu işlere. Susun lan, Dürü Bey ‘i dinleyelim… Ne istiyor bu üniversite öğrencileri, Dürü Bey?
- Oğulcuğum, bu işlerin açıklanması bildiğince kolay değil. Koca bir üniversite rektörünün başını taşla yardılar. Ülkenin en sayılı adamlarından birinin. Sıdık Sami Onar ‘ın. Sonra Tarık Zafer Tunaya…
- Amma yaptın, Dürü Bey. Bir profösörün başına taş vurdular diye koca bir ülkede kan gövdeyi götürecek değil ya. Ülkenin ğolisi var, yargı yerleri var.
- Sen sus lan inek. Aklın olsa; mahalle ytakımında yopa tekme atıp belden aşağı işlerle uğraşmazsın. Sus da Dürü Bey ‘i dinleyelim. Rektörün insan olarak varlığı başka, rektör olarak başka. Rektör dediğin üniversite demek. Vurdunmu başına taşı, sen o taşı üniversitenin başına vurdun demektir. Değil mi, Dürü Bey?
- Susun lan develer. Dürü Bey ‘i- Mürrü Bey ‘i rahat bırakın… Burası politika alanı değil, çayevi olum… Vaziyetler zaten kertenkele. Başımızı polisle derde mi sokacaksınız yani? ..
- Hastir lan. Sen ancak bardaklara doldurduğun at sidiğine karışırsın.
- İmamın abdest suyuna niye hakaret ediyorsun, arkadaş. Kaldı mı o abdest suyundan Hac ‘abi?
- Kaldı deyyus, kaldı.
- Doldur lan kaldıysa, bir bardak daha.
- Doldurmaya doldurayım ya, getitecek garson ner ‘de? Garson değil ki inek. İşi-gücü kalmamış gibi dikilmiş, milletin ağzına bakıyor kereste. Lan Musa… Lan başlarım Musa ‘ndan asandan şimdi. Çek çayları. Kantı A ‘med ‘e ver. Nah, karşı köşede.
Garson tepsiyi kaptı. Çayları dağıtmaya başladı:
- İçin lan, develer… Haşa Dürü Bey ‘den, haşa dışarıdaki abiden… İçin, için, tıstımbıl olun, olum…
Garson çayları dağıta dağıta dışarıdaki camların önünü de dolandı. Sonra delikanlının yanına uğradı:
- Siz bir şey içmek ister misiniz, abi?
Delikanlı formalardan başını kaldırdı:
- Saat var mı?
- Saat mi? Dokuzu on geçiyor, abi.
- Yirmibir on.
- Evet, yirmibir on.
- Midede ülser var da.
- Kant vereyim abi. İyi gelir. İstersen oralet. Portakal da var, vişne de.
Delikanlı çevresine bakındı;
- Bir kant ver bari.
Güleryüzlü garson açık kapıdan içeri bağırdı:
- Hac ‘abi, bir kant yap dışarıya.
Az sonra bir çay bardağı sıcak su ve yanında iki şeker getirip bıraktı. Delikanlı, garson ayrılıncaya kadar kanta el sürmedi. Sonra, çevresiyle hiç ilgilenmeden tabak kenarındaki şekerleri alıp yan cebine attı. Sıcak sudan bir yudum alıp önündeki formaları okumaya koyuldu.
İçeriden çıkan iki müşteri, dışarıdan gelen üç müşteriyle kapı önünde karşılaştılar.
- Ner ‘ye lan? İzinler mi kaldırıldı içişleri bakanlıklarından?
- Bekledik, gelmediniz olum.
- İşte geldik.
- Safalar getirdiniz. İçişleri bakanlığınız iyi çalışıyor belli. Saat kaç?
- Kaç olursa olsun, deve. Girin içeri. Hac ‘abi… Taşları dizdir okey masasına…
- Çarıklar dolu mu Dündar?
- Biz doğuştan köylüyüz olum.
Gürültüler, itişmeler ve gülüşmelerle kalabalık içeriye daldı.
Delikanlı, çok uzun aralıklarla önündeki bardaktan yudumlar alıyor, sayfaları çeviriyor, kendi kendine söyleniyor, arada bir bakışlarını sayfalardan kaldırıp görmeyen gözlerle uzaklara bakarak bir şeyler anlatıyordu. Acemice manevra yapan bir arabanın farları gözlerini kamaştırdı. Asfaltı yukarıya doğru çıkmaya çalışan kiremit yüklü mazotlu bir kamyon, çevreyi acı kokulu dumanlara boğdu. Hoparlördeki kalın erkek sesi ‘Gül ağacı değilem’ diye bir şeyler söylüyordu. Çevrenin seyrek ışıklarıyla lekelenen karanlıkların içinde, biryerlerde, bir adam küçük bir kız çocuğunu tokatlıyordu:
- Kaç defa bağırdı ‘İlknuuuuuur… İlknuuur…’ diye, hı? .. Her zaman seni bakkala gönderip peşine de biz mi geleceğiz, kaltak.
Tosun gibi bir boyacı, önce formalara bir göz attı, sonra:
- Boyayalım mı, abi?
Dedi. Gözlerini kaldıran delikanlı, toraman boyacıya derin bir ilgiyle baktı. Önündeki bardağın son yudumunu içti. Yudumla önce sağ, sonra sol avurdunu şişirerek bir süre oyalandı. Yuttu. Yüzünü buruşturdu ve boyacıya baş salladı. Umursamaz bir tutumla ayrılıp içeriye giren boyacının arkasından baktı. Sonra formalarına daldı.
Konkenciler, okeyciler, tavlacılar birbirlerine takılarak, birbirlerini dürterek, birbirleriyle eğlenerek hep birden dışarı çıktılar.
- Okey de iş değil, baş ağrısı veriyor.
- Herkes de böyle söylüyor ama bilmem neden?
- Taşlar çok değişik, çok renkli.
- Sana kim dedi ‘Üç-dört saat okey oyna’ diye?
- O oynamıyor ki… Staj yapıyor.
Adamlar bağırtılı konuşmalarla karanlıklarda uzaklaştılar. Ocakçı 22:45 haber bültenini dinletmek için dışarıdaki hoparlörü içeriye bağlamıştı.
Delikanlı sol avucunun içerisinde kibrit kutusunu sıkıştırdı. Formalarını masada düzeltti. Sonra sandalyesinden kalkıp öylece asfalta doğru yürüdü.
Haberleri dinlemeye hazırlanan güleryüzlü garson bir koşu dışarı fırladı İ
- Hişt abi… Çayın parası… Yani kantın…
Ocakçı içerden hışımla bağırdı:
- Bırak gitsin lan deve… Parası olan verir işte. Biraz halden-yoldan anlar ol, olum. Belli ki; adam öğrenci. ‘Hişt abi, çayın parası, yani kantın.’ İçtiği bir bardak su, lan. Kazara sen garson Musa değil de, Hazreti Musa olaydın, ümmetin boku yemişti.
- Ama Hac ‘abi, bu kaçıncı.
- Dırlama lan.
- Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey içmemiş gibi de şıp başını alıp gidiyor.
- ‘Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey içmemiş gibi de şıp başını alıp gidiyor.’ Ne içti lan o adam, bir bardak ısıtılmış sudan başka.
- Hac ‘abi kes konferansı. Yüselt şu radyonun sesini.
- Oldu Dürü Bey.
(Devam edecek…)
Kayıt Tarihi : 17.6.2005 12:38:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/06/17/sahmaranlar-3.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!