Şahmaranlar(27) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(27)

Bakışları bir derin delilikten bir yufka akıllılığa yorgun geldi.
İrkilerek kolundaki ‘Enfiye Kutusu’ na baktı. Görevinin başlamasına altı dakika kalmıştı. ‘Ancak giderim’ di. İçmediği çayının parasını tabağa bıraktı. Kalktı.
Ayağa kalktığında gençti, omuzları ve başı dikti. Temizdi, kişilikliydi, bilgiliydi. Güzel konuşmasını, öfkeleri tatlı dille, inandırıcı sözlerle yatıştırmasını biliyordu. Kalkarken açmazlarını oturduğu yerlere bırakmasını kendinden öğrenmişti.
Günlük görev programını uygulamaya başladı.
Araba parasından kısmak için belediye otobüslerinin elli kuruşa götürdüğü Malkayası ‘na kadar gidiş-geliş olarak, toz bulutlarına bürünen yollarda altı kilometre yürüdü. Gelişte sağnağa tutulup iliklerine kadar ıslandı. Otobüsler, kamyonlar, arabalar, yol çukurlarına birikmiş çamurlu sel sularını terziye borçlu elbisesine sıçrattılar. Eşekler üzerinde kara kara şemsiyelerle biryerlere giden köylüler, hem gittiler, hem dönüp dönüp kendisini incelediler. Bir işyerinin çevresindeki ağaçlara son derece uzun iplerle bağlanmış iki dev bekçi köpek, teftiş için içeriye girmek isterken üstüne saldırıp içeri bırakmayarak iplerinin son izin sınırına kadar kovaladılar. Bu son sınırda, ellerini ağzının çevresinde boru gibi yapıp köpekleri engellemeleri için sahiplerine bağırdı. Sesi yağmurların gürültüsüne karışıp gitti. Duyuramadı. Sesinin artık yok sayıldığı o kesimde, işyerinin bekçileri olan köpeklerle birbirlerine bakıp durdular. Köpekler tam köpekti. En yırtıcı kurtlara karşı bile silahlandırılmışlardı. Boyunlarındaki demir bileziklere bıçak kadar keskin ve sivri uçlu, sayısız demir mıh geçirilmişti. İtlerin ürkütücü, yırtıcı hırıltılarını duyan bir adam, işyeri pencerelerinden birinden başını, ellerini, gövdesinin üst yarısını çıkardı. Elindeki megafonla köpeklerini niye rahatsız ettiğini ve ne istediğini sordu. ‘Ben İş Müfettişi ‘yim. Devlet adına teftiş yetkim var. Ama teftiş gücüm, teftiş yeteneğim yok. Gel şu yırtıcı köpeklerini al. Bir merhamet et beni koru da, içeriye girip seni teftiş edeyim. Noksanların, yasalara aykırılıkların için senin anandan emdiğini burnundan getireyim. Ya da, gönder orada hakkı yenmiş işçilerini, şu canavarlardan beni korusunlar. Zira; ben senden onların yenilmiş haklarını çıkarmaya geldim. Çıkaracağım da. Ama ancak bu köpekleri onlar buradan aldıktan sonra.’ Diyemedi. Utandı. Devletinin, bakanlığının, dairesinin adına, otoritesine gölge düşürmekten çekindi. Bütün bunların yerine ‘Hiiiç, yani dedik ki; varalım, şu köpeklere bir bakalım ki, bunlar nasıl köpekler.’ demekle yetinip ayrılmak zorunda kaldı. Büyük inşaat sahibi olan bir öfkeli işveren, bu kere bir başka işveren, kiremit ve taş yığınlarının arasında ellerini Cihan Pehlivanı Kara Ahmet gibi, beline koyarak:
- Müfettiş beem. Dedi. Yaşamayı seven müfettişlerin gözleri kör, kulakları sağır gerek. Bu işin sonunda bana bok çıkarsa; seni bu inşaatta, ‘Dikkat edin.’ dedim, etmedi, kafasına çok ağır bir kalas düştü.’ ye getirir, hakkını aradığın olanca işçiyi de tanık yazdırırım.
Delikanlı işverenin otuziki dişine bakarak:
- Polis getiririm.
Diye yoklayınca, işveren, otuzikiden daha fazla dişi varmış da onları da göstermek istiyormuş gibi daha bir güldü:
- Kafanı kullan. Dedi. Burası kente iki-üç kilometre. Sen polise gidene, anlatacağını anlatıp polisi getirene kadar zaten benim mesaim biter. Mesai saatlerinin dışında da hiçbir müfettiş beni teftiş edemez. Üüüü, daha bende ne yollar, ne çareler var. Senden önce, bir kahraman daha gelmişti. Sizden değil, sigortadan. İşçilerin ağzını gözünü kırdı. ‘Biz çok hastalandık, bize şimdiye kadar bakan olmadı. Git bakalım bize bakacak olan sana bakar mı? Önce bir onu öğrenelim.’ Gibisinden. İş karakola uzandı. Sonunda anlaşıldı ki; müfettiş bizden rüşvet istemiş de ondan dayak yemiş. Mişmiş. Anlıyorsun ya. Sen yüksek öğrenimli adamsın. Üüüü, daha ne çıkar kapılar var bende. Duysan, şaşarsın. Nah şimdi sen şu yoldan gideceksin şehre. Anca gidersin. Bu yol kesedir: İkibuçuk kilometre çeker. Öbürü az sapadır: üç kilometreyi bulur. Yazık, senin araban da yok. Filanlar köyden personele yumurta getirmeye en kral arabalarını kullanıyorlar. Vermiyorlarsa; ‘Teftişe gitmeyeceğim, binip keyfine dolaşacağım’ falan de, belki verirler. Kente dönene kadar bu sağnakta sudan çıkmışa döneceksin ya, artık kusura bakma ve azımızı çoğa tut.
Sellerin boyadığı yollarda ilk defa yeni ayakkabılarına su girdi. Yağmuru az-boz perdeleyen bir ağacın altına zor sığınıp yapıları henüz çok uzaklarda kalan kente özlemle baktı. Yağmur, Tanrı ‘nın bir lütfuyla kesilinceye kadar öksürdü.
Ayda beşbin lira aylık alan, fakat bin lira daha zam yapmadıkları için bir lastik fabrikasının işçilerini kışkırtıp yasa dışı greve götüren zavallı bir özel sektör müdürünün haklı savunmalarını ve geçim sıkıntıları konusundaki acıklı sızlanışlarını dinledi.
Ayda onbin lira kazanan bir başka müdürün, başka yan ödemelerle ilgili sızlanmalarını aktaran dilekçesine dayanıp hakkını aradı.
Teftişte yaptığı yemek ikramını geri çevirdiği bir işveren, ayrılırken uzattığı elini sıkmadı.
İçeriye güleryüzle girdiği bir mahalle fırınında, teftişe geldiğini söyleyince, işveren fırının küreğini çıkarıp öfkeyle ikiye parçaladı ve parçalarını sokağın ortasına atıp bağırmaya başladı:
- Elli tane kocamız var… İşveren olduksa size karı mı olduk yani? .. İş müfettişleri gelir, işgüvenliği müfettişleri gelir, sigorta müfettişleri gelir, vergi memurları gelir, vergi kontrolörleri gelir, belediye doktoru gelir, poloslar, gomserler gelir, belediyenin çarşıağaları gelir, esnaf derneğinin başkanı gelir, mahkemenin mübaşirleri-tebeşirleri gelir… Gelir oğlu gelir… Lan Mıraaat… Ooolum. Gapat lan o fırının demirini… Bırak lan, yansın, kıkirik ossun somunnar… Kitle lan ooolum kepenkleri… Ver tükanın inehderlerini aha bu efendiye… Müşteriler de ekmek yerine benim gundahdaki ooolumun cuggulunu yesinner…
Fırıncıyı teselli etti. Sağdan-soldan fıkralar anlatıp güldürdü. Adamın vermeye razı olduğu teftişi aldı. Hazırladığı tutanağa aykırılıklarını sıraladı. Bunların aykırılık olduğunu açıkça söyledi. ‘Gusura galma beem. Biz cahal adamlarız. Köylükdeniz. Dövlete, hökömete, ganuna boynumuz gıldan ince. Her ne ki ceza yazarsa gatlanırıh. Ganunun kesdigi parnah acımaz. Cezamızı çeke çeke örgenirik bu işleri. Madama ki; devlet babamız örgenmemizi ister, peki.’ Diyen fırıncıyı, saat onyediden sonra, ana caddedeki bahçeli çayevinde bir müfettiş kahvesi içmeye çağırdı.
Bir lokantacıyı teftiş ederken, işverenin yanında oturan bir başka konuk işveren söze karıştı:
- Müfettiş Pey. Diye başladı. Pen Trabuzon ili ‘nin Surmene İlçesu ‘nun Kuçukdere Pucağu ‘nun Mahanos çoyu ‘ndanum. Seferberlikte tağulmişuk şuriya, puriya. Halen Yozgat İli ‘nin Aktağmadenu İlçesu ‘nda aşciluh yapayrum. Penum pu işlere aklım ermeyi de, hazur erbabuni pulmuşçan pi sorayum tedum. Ha pu bizum Akdağmadenu idari pakumdan Yozgat ‘a pağlidur. Bölga Çalişma Müdürluği pakumundan Kayseri ‘ye pağlidur. İşgüvenliği ve de işçi sğliğu pakumundan Sivas ‘a pağlidur. Sikorta pakimundan da Angara ‘ya pağlidur. Nasil olayı pu iş? Penum aklum almayi. Sen bi mufettiş olaraktan te pakayum paa: Ha pu pizum Aktağmadenu nerye pağlidur? Uy cozuni sevdigum, te pakayum, nerye pağlidur?
Tüm engellere rağmen görevini başarıyla sona erdirdiği vakit, saat de ondokuza geliyordu.
Bahçeli çayevine oturdu. Yalancı çıktığı fırıncıya ertesi gün bir sabah kahvesi götürmesini, kendisine de bir çay getirmesini garsondan rica edip paralarını ödedi.
Karnı zil çaldı. Kendini çayevinde değil de, dairesindeki odasında oturuyor ve Memmeda ‘yı da ‘Zili siz mi çaldınız? ’ diyor sanarak karnına ‘Hayır, zili ben çalmadım.’ Dedi.
Gündüzkinden bambaşka bir insan olmuştu: Yıkık, çökük, ürkek, umutsuz.
Caddelerde akşam oluyordu. Yabancı bir akşam. Yamaçlardan dağınık, solgun, ölgün, tek tük lamba ışıkları geliyordu. Çayevinin bahçesi boştu. İçeride ocakçı bardakları ve çaydanlıkları faylıyordu. Önündeki ıssız caddeden iki kişi ‘Tokat ‘ın kebapları çok iyi olur. Şöyle domatesi, patlıcanı, biberi bolca bir…’ deyip burunlarını gürültülü şekilde silerek geçtiler. Sahipsiz bir çoban köpeği gelip az ilerideki parmaklığa bacak kaldırdı. İşedi ve yine koşa koşa yoluna gitti. Önde, kendine güvenli bir tutumla ‘Hıs hıs hıs’ diyerek yürüyen kepenekli bir çobanın ardındaki başları yerde koyun sürüsü, ezik melemelerle caddeyi toza boğa boğa geçti.
‘Birşeyler yapmalıyım. Biryerlere gitmeliyim. Koyunlar bile gidiyor, köpekler bile gidiyor.’ du.
Delikanlı tek başına oturduğu yerden kalktı.
Caddenin karanlık kenarından çıkıp ara sokaklardan birinden, arkadaki pazaryerine yönelmekte olan iki köylüden biri:
- Yusufa ‘nın hanında buluruk onarı.
Diyerek öksürdü.
Delikanlı da köylülerin arkasında yürümeye başladı. Hana kadar geldi.
Han, pazaryerinin ıssız ve karanlık gecesine, önündeki gemici feneriyle direnmeye çalışıyordu. Çok eskiden kalma olduğu, develerin geçmesi için yapılmış yüksek kemerli taş duvarlarından anlaşılan hanın önünde yorgun iki-üç eşek bağlıydı. Beri yandaki bir at, başına takılı torbasından saman yiyordu. Şalvarlı bir adam ıhlayarak ve ağır bir öküz arabası tekerleğini iterek kemerin altından dışarı çıktı.
Delikanlı çevresine bakınarak kemerden içeri girdi. Kaba taş döşenmiş tavansız bir avluda at fışkısı yığılıydı. Olduğu yere çökmüş bir öküz geviş getiriyordu. Fışkıların bu yanında, yüzleri bir petrol lambasının kirli ışığına bulaşmış, başları yazmalı, biri çok genç, obiri çok yaşlı iki köylü kadın yerdeki bir bez çıkından helva-ekmek yiyorlardı. Sırtını dayadığı merdivenimsi taşlarda, yüzü zorlukla, sakalı kolaylıkla seçilen yaşlı ve çökük bir köylü ‘Tanrım sana şükrolsun… Binlerce şükrolsun… Sen devletimizi, yurdumuzu, ulusumuzu koru…’ diye mırıldanarak şak şak tespih çekiyordu.
İçerilere, karanlık diplere açılan bir kapıdan biri gaz lambası taşıyan üç adam çıktı. Delikanlıyı görünce durakladılar. Işığı taşıyan adam, elindeki lambayı delikanlının yüzüne doğru tutarak baktı:
- Birini mi aradın beem?
Delikanlı soruya soruyla cevap verdi:
- Yatacak yer var mı?
- Sana mı? Zatına mı? Yatacak yer mi? Var, var. Olmaz olur mu? Var.
- Geceliği kaç para?
- Geceliği mi? Yerin mi? Geceliği iki lira. Tabi ki; bu benim dediğim çif yataklı olanı. Tek yataklımız zati yok. Biliyon mu?
Delikanlı kararlı bir tutumla paralarını çıkarıp ayırmaya çalışarak:
- Tut lambayı elime. Dedi. İşte. Al şu yirmi lirayı. Ben bu handa on gün kalacağım. Göster odamla şiltemi.
Öne düşen eli lambalı adam merakla sordu:
- Zatınız köylükden deelsiniz, he mi, beem?
- Değilim.
- Sormak ayıp olmasın a, necisin?
- Ben… Ben… Ben öğretmenim.
- Öğretmen mi? Öğretmen ele ya.
Karanlık kapıdan lamba yardımıyla içeri girdiler. Avluda kalmış olan obir iki köylü hala arkalarından bakıyorlardı:
- Öğretmen.n hannarda yatması da yeni mi çıktı?
- Niye yeni çıksın ooolum. Öğretmen Tanrı ‘nın, ayni Tanrı ‘nın gulu deel mi? Bizim öğretmen aynen bunun kimi köylük yerde sapın-samanın arasında yatmayo mu?
(Devam edecek…) 27

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 5.7.2005 21:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu