4
‘Anacanlar… Söz isterim; söz içinde söz ola,
Ölçü-tartı, tamam noksan, mizana gel, gelelim.’
Delikanlı Tokat ‘a doksanbeş lirayla indi.
Tokat, Sivas ‘a göre küçüktü Küçük kentlerin tümünde olduğu gibi bir tek ana caddesi vardı. Caddenin her iki ucu ağaçlıklar, yeşillikler, bağlar, bahçeler arasında kayboluyordu. İşyerleri çoğunlukla önemsizdi. Ortalama ticaret, köylülere gereken bez-çaput satışından ibaretti. Bunun dışında bakır işleyen bir fabrikayla bazı lastik fabrikalarının sözü edilebilirdi. Sert ağaç sanayi de, kentin ticaret hayatında yeni yeni söz sahibi olmaya başlamıştı.
Binalar, göründüğü kadarıyla eski tipti ve iki katı aşanına çok rastlanmıyordu. Yerleşme kesimleri kente doğudan ve batıdan bakan yüksek yamaçların üzeriydi. Ana cadde bu evlere bakarak ortadaki çukurluktan geçen bir ırmağı andırmaktaydı. Ama cansızlaşmış, ama sıcaklardan suyu çekilmiş, ama dayanıklığı tükenmiş bir ırmak.
Yapanlar sanki ölçmüş, biçmiş ve tam ortasını bularak buraya hükümet konağını yerleştirmişlerdi, tam ana caddenin ortasına. Konak büyük, görkemli ve modern bir yapıydı. İnsanın gözleri bu konağa takılınca devletin var olduğu, çok yetenekli olduğu, çok heybetli olduğu bir iyi anlaşılıyordu. Konağın önündeki alana büyük ve gösterişli bir Atatürk Anıtı ‘yla yüksek bayrak direkleri dikilmişti. Yanındaki konakla orantılı, altındaki dayanakla orantılı, bir anıttı bu. Alan, konağı arkada, ana caddeyi önde bırakarak basit baraka dükkanlarla çevrilmişti. Bunların arasındaki tek modern yapı, bir bankanın şube binasıydı.
İkinci derecede önem taşıyan arka caddeler, caddeden çok, sokakları, pazaryerlerini andırıyorlardı. Manavlar, bakkallar, metal işleriyle uğraşan küçük atölyeler, odunla, kamışla, yabani otla çalışan fırınlar, leblebiciler, berberler, lokantalar, çayevleri hep ayni çarşılarda, hepsi bir arada bulunuyorlardı. Bu yüzden ortada akıl karıştıran, insanı şaşkına çeviren bir sırasızlık mevcuttu. Branşlara göre bir tasnif yoktu. Dolaşanlar, neyin nerede, kimin kimden sonra olduğunu anlamak için, bütün bir çarşıyı sora sora, baka baka arşınlamak zorundaydılar. Kentin günlük insan ağırlığını taşıyan bu sokaklarını, dar kaldırımlarda yolcu indirip bindiren büyük otobüsler, sahipleri çay içen, uyuyan, iş peşinde koşan, istediği yerde parketmiş faytonlar tıkamaktaydı. Kalabalığın çoğunluğunu meydana getiren omuzları heybeli, sırtları çuvallı, elleri sepetli köylüler, kendilerinin üretmesi gereken malları çarşılardan alıyorlardı. Manavların sebze ve meyvelerine, sırtları kirli mavi parıldayan sinek bulutları konmuştu. Ekmek fırınları ve bakkallar arasına sıkışmış bir kepekçi, çevreyi sisli bir dumana boğarak kol gücüyle çevrilen bir makinede tahıl kırıyordu. Yakınlardan, aralıklı biryerlerden kazan döven bakırcıların çekiç sesleri yükseliyordu. Dükkanının içinde elleri, yüzleri alçılı birkaç sıvacının çalıştığı bir berber, kaldırım üzerinde, çırağının çeneye dayadığı gri bir leğene elini daldıra daldıra müşterisinin yüzünü yıkamaktaydı. Simitlerini halka halka bir çubuğa takmış olan simitçi bir çocuk köylüye parasının üstünü sayıyordu. Çarşının ortasında bir köylü kadının eşeği anırmaya başlamıştı. Kadın elindeki sopayla susturmak için vurdukça, hayvan susmuyor, daha bir bağırıyordu. İki belediye zabıta memuru, kepekçinin tozlarıyla lacivert üniformaları beneklene beneklene fırından sıcak ekmek, manavdan üzüm alıp kaldırıma masa atmış bir çayevinin önünde oturarak parmağı burnunun deliğini yoklayan peştemalsız-önlüksüz bir garsona çay ısmarlıyorlardı.
Tokat ‘ın insanlarıyla Sivas ‘ın insanları bir pencerenin iki kanadı gibi birbirlerine benzemekteydiler: Sıcakkanlı, sevimli, mert, erdemli, ayrı-gayrılık bilmez, konuksever insanlardı. Kime selam versen ‘Beem otur bi çayımı, gavemi iç, yemeğimi ye.’ Diye karşılıyorlardı.
Delikanlı ana caddedeki, ara sokaklardaki bütün otelleri dolaşıp üç yataklı, beş yataklı oda fiyatlarını soruşturdu. Sonra, önündeki bahçeye masalar atılmış, tek tük müşterili büyük bir çayevinde oturdu. Çay söyledi. Gözleri, her saniye biraz daha soğuyan çayına dikilmiş, dikildiği noktadan ayrılamıyorlardı.
‘En ucuz yatak yedibuçuk lira. Doksanbeş liradan otuzbeş-kırk kadarı teftişim için gerekli taşıma araçlarına gidecek. Kalanı altmış kabul edip ona bölsem; bir güne altı lira düşer. Oysa beş kişilik bir odada bir yatak tedibuçuk lira. Ben sokakta kalacağım… Ben sokakta kalacağım… Günde altı lirayla yaşanmaz… On gün yemek yemeden durulmaz… Bir bardak çay, bir tek simit yemeden durulmaz… Ben sokakta kalacağım… Ben gene sigaramdan, simidimden yoksun kalacağım… Ben Miniciğe para yollayamayacağım… Yollayabileceklerim onun ev kirasına yetmeyecek… İkimiz de yoksul olacağız… Eski yoksulluğumuzu da aratan büyük büyük, yeni yeni yoksulluklara düşeceğiz… Bu işten dönsem dönemem… Dönüşü olmayan bir akıntıda uçurumlu çağlayanlara doğru gidiyorum… Yele yele, ive ive gidiyorum… Benim istifa edeceğim gün, Miniciğin Sivas ‘a atanması çıkar… Bu şans bizdeyken bu böyle çıkar… Bu kere o Sivas ‘ta ben başka yerde… Gene ayni şey… Gene değişen hiçbir şey yok… Ayrılamam… Benim ayaklarımda paslı paslı zincirler, batman batman gülleler var… Muzaffer Abi ‘ye ikiyüzelli lira borçluyum, Nami Bey ‘e yüz lira, artık yatmadığım halde eski otele elli lira, manifaturacıya dörtyüz lira… Aylığımı peşin veren devletime aylığım kadar borcum var… Ayağımdaki ayakkabıya, sırtımdaki gömleğe, bacaklarımdaki pantalona, arkamdaki cekete, İstanbul ‘daki evin penceresinde perdeye borcum var… Beni okutan, sonra da arşivde memur vekili adayı yapmaya çalışan bankaya borcum var… Büyükçe işadamlarının başparası kadar borcum var… Bu ayakkabı, bu gömlek, bu pantolon, bu ceket, şu yüksek öğrenim, o perde, o entarilik, o bluz benim değil… O otelde yatıp borçlanan, o otobüsle bu Tokat ‘a gelen, bu dosyalarla şu teftişleri yapacak olan ben değilim… Sahipleri, edenleri, edilenleri ben değilim… Ben hiçbir şey değilim… Benim hiçbir şeyim yok… Benim sadece borcum var… Şerefim var…’
(Devam edecek…) 26
Kayıt Tarihi : 4.7.2005 21:24:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!