İkinci Bölüm
1
‘Lerdüvan dayadım alma dalına,
Almaları yumruk yumruk daş gibi.’
Tren keskin bir düdük çalarak küçük bir istasyona giriyordu.
Koridorun penceresinde yıldız yıldız parlayan ışıklara gözlerini dikmiş olan köylü:
- Aha o yıldız yıldız kimi ışşıhlar Çimento Pavlukası, bu istasyon da Yapı, mettiş bey. Benim bacanah bur ‘da ve yolum da bitti. Artıh sana uğurlar ola. Şuracıhdan Sivas ‘a ya on dakga çeker, ya onbeş. Arada başga istasyon yoh. Haydi gal sağlıcahla.
Dedi ve yavaşlayan trenin durmasını beklemeden az ilerdeki kapıyı açıp atladı.
Delikanlı onu istasyon binası arkasında kayboluncaya kadar izledi, sonra, koridorun soluk ampulü altında parıltısız bir ayna gibi sırtı karanlıklara dayalı duran pencere camında kendine döndü.
Tren tekrar yola çıkmıştı. Gecenin karanlık ufkundaki tek tük yıldızlar camdaki elbisesinde parlar üniforma düğmeleri gibi bir görünüyor, bir kayboluyorlardı. Elbisesi yeniydi. İlk elli lirasını peşin verip bir tüccar terziye dörtyüz liraya yaptırmışlardı. Parasını taksit taksit ödeyeceklerdi. Ayakkabılarını, resmi daireleri dolaşıp veresiye satış yapan PTT ‘ye de uğramış olan bir aracıdan almışlardı. Adam senedini-sepetini yazıp ‘Ayda da ne verirseniz verin, biz size borcunuz bitince duyururuz.’ Diyerek girmişti. Gömleğini, peşinsiz olarak taksitle, eve perde aldıkları manifaturacı satıp parasını perde borcu üzerine eklemiş, ‘Ömürlüktür; yıka yıka giy.’ lerle övmüştü.
‘Veresiye oldumu çek sırtına. Başka bir şeyim yok. Bir plastik yol çantası topu-tomarı. Nasıl olsa ilk aylığımdan Sivas ‘ta tümünü alırım. Üüüüh, neler neler alırım.’ dı.
Mutluydu. Yorgunluğu, solgunluğu, üzülmüşlüğü, tükenmişliği yoktu. Tazelenmişliği, bir iyi, bir çok iyi tazelenmişliği, bir kendine çok yaman güvenmişliği vardı. Yeni ufuklara, yeni umutlara gidiyordu. Aydınlıklara doğru karanlıkları yırta yırta. Güneşin battığı illerden, doğduğu illere. Toprak kokan, yağmur kokan, buruk umutlar kokan illere.
Atandığını öğrendiklerinin ertesi günü, eşinin de ayni yere ivedilikle atanması için dilekçe vermişlerdi. ‘Zaten yasalar bunu öngörüyor.’ du. ‘Bir hafta ya sürer, ya sürmez.’ di. ‘Yasalar… Bireylerin mutluluğunu öngören, çoğunlukla bu mutluluğu sağlamak için yapılan yasalar böyle istiyor.’ du. ‘Bu doğru.’ ydu.
‘Eşim gelinceye kadar cana-başa düşer ev tutarım. O gelmeden ben döşer dayarım bile. Sivas için, ‘Soğuk Erzurum ‘ludur ama Sivas ‘ta oturur.’ derler. Tezelden bir soba alırım. Şu kalın kalın, şu dışı emaye emaye, vay babam, gülle gibi ağır ağır Auer sobalardan. Kömürü, odunu, linyiti, tezeği, çalıyı-çırpıyı bile ayni kolaylıkla yakan o pahalı Auer sobalardan. Atarım kömürlüğe de üç ton kok kömürüyle iki-üç ton odun falan, kışın vareder yakarız Minicik ‘le.’ ydi.
‘Sonra Miniciğe kalın kalın mantolar yaptırırım kış için. Yakaları kürklü kürklü, şık şık, pahalı pahalı mantolar. Çeyizinden satılan kumaşının da aynısını bulur, onu da gene armağan ederim. Dişlerini, Miniciğin dişlerini, dişlerini yeniden yaptırırım. Aynini. Ayninden güzelini. Yoksulluk yüzünden lokmaları bile haram oldu. Yoksulluk yüzünden… Benim yüzümden…’ di.
Trenin kesin ıslığı ve karanlık koridor penceresinin bol bir ışıkla aydınlanmasıyla düşünceleri uzaklaştı, sağıldı, eridi.
İstasyon binası üzerindeki büyükçe yazılmış SİVAS kelimesini, içinde biryerleri kaynaya kaynaya okudu. Plastik çantasını kapıp indi.
Yaz aylarında bulundukları halde hava soğuktu. Ciğerleri taze havanın soğukluğuna çabucak alıştı. Birinci perondaki içkili lokantanın pikabı bir sarhoş havası çalıyordu. Buradan daha da ileriye, doğuya gidecek olan yolcular trenden koşuşarak inmiş, büfenin önünde bir bardaklarına, bir de başlarını çevirip korkuyla trenlerine bakarak üfleye üfleye çay içiyorlardı. Etli ekmek satan bir çocuk vagonlara bağıra bağıra furgona doğru gitti. Yolculardan birileri, ortadaki üstü altıgen beton çatılı, altıgen gövdeli bir çeşmenin altı musluğuna ağızlarını dayamış, su içiyor, su dolduruyorlardı. İstasyon binası dibinde, kalıcılardan olduğu rahatlıkla anlaşılan bir demiryolcu ayakkabılarının ikinci tekini boyatmaktaydı. Bir hamal, yaşlı bir kadının ağzı kapaklı, yüksek, yuvarlak ve ağır sepetlerini taşıyordu. Tulumlu birkaç işçi, ellerindeki hortumların suyunu vagonların kapalı pencerelerine sıkarak sapları uzun fırçalarla ıslak camları silmekteydiler. Açık pencerelerden birinden başını ve ellerini çıkarmış heyecanlı bir çocuk, kalabalığın biryerlerine doğru ‘Lan Apooooo… Goş… Gahdıracah şindi trenci treni…’ diye bağırıyordu. Vagon camlarını yıkayıp silen tulumlu işçiler ‘Lan bavem bu da bizden. Ahha…’ diyerek hortumla çocuğun yüzüne su püskürttüler, güldüler. Dinç davranışla yaşlıca bir demiryolcu aşağıya, vagonların arasına inmiş, bir şeylerle uğraşıyordu. Peronu rahat adımlarıyla geçerken elindeki saplı işaret çubuğunun bir yüzündeki yeşil, obir yüzündeki kırmızı ışığını düzenle salındıran, başı kırmızı şapkalı hareket memuru lokomotife doğru gitmekteydi.
İstasyonun yüz metre ötesi karanlıktı. Karanlık sınırın az önündeki yola cansız ışıklar vurmuştu. Beri yanda sıraya dizilmiş faytonlar, biryerlere gidecek yolcu bekliyorlardı.
Delikanlı elindeki plastik çantasıyla faytonlara doğru yürürken sesi uzaklarda yankılanan tren hareket etti.
Faytonlardan ikisinin sürücüleri yoktu. Üçüncü faytonun sürücüsü,.çeriye, yolcu yerine geçmiş, başını yan tenteye gömerek uyumuştu. Bir başkasının sürücü yerinde, elindeki kamçıyla oturan oniki yaşlarında kadar bir çocuk vardı. Kendisini görünce:
- Götürelim mi, abi?
Diye seslendi.
- Götür.
İki faytonun arasından geçip arabaya bindi. Oturduğu zaman minderlerin altında yaylanacağını sanıyordu. Esnemeyen, üzeri muşamba kaplı koltuğa oturunca şaşırdı. Gerçekte, faytonun yabancısı değildi. Kendi doğduğu yerlere de motörlü araç pek girmemişti. Bayram törenlerinde geçit yapan dalgalı dalgalı boyanmış askeri kamyonlara, bir de varlıklı bir acentacının kaplumbağa tipi, kırmızı, güzel arabasına büyüyünceye kadar bakmıştı.
Faytoncu çocuk:
- Nereye gidelim abi?
Diye soruyordu. Delikanlı mutlu bir sesle:
- Çocuğum, ben Sivas ‘ın yabancısıyım. Dedi. Eskiden gelmiştim ya, çok çok uzun yıllar önceydi. Senden de küçükken. Onun için sen beni bir otele götüreceksin. Kendi bildiğin bir otele. Ama bu otel hem pahalı olmayacak, hem de devlet dairelerine yakın bir yer olacak.
Sonra, ‘Belki çocuğun başı henüz devlet daireleriyle derde girmemiştir.’ Diye düşünerek ekledi:
- İsyersen sen beni ana caddeye götür. O da olur.
- Devlet dairelerine yakın bir yere götüreyim, abi.
Delikanlı kendi kendine,’Girmişmiş.’ dedi.
Atlar yürüdüler. Araba istasyonun arkasındaki alanımsı yerden çıktı. Büyükçe bahçenin yanından dönerek parke taş döşeli, kenarları ağaçlıklı, iki ayrı fakat dar gidiş gelişli, yokuşlu bir yola girdi. Cadde boydan boya aydınlatılmıştı. Yukardan aşağı vuran mavimtrak ışık sadece yolu aydınlatıyor, yol kenarlarında tek tük karşılaşılan kara kara binaların, arsaların, boşlukların, tek kat eski tip evlerin detayları belli olmuyordu. Bir araba, farlarıyla sol atın sol yarısını aydınlatarak yanlarından geçti. Mavi fluoressant ışıklar fayton körüğünün gölgesini arabanın içine düşürüyor, sonra oynaşarak gölgeyi daraltıp genişletiyor, bir ara arabanın içini karanlıkta bırakarak ayrılıyor, az sonra yeniden geliyordu.
Delikanlı, altındaki muşamba kaplı tahta sıranın sarsıntılarını ayniyle kendi vücudunda duyarak bir sigara yaktı. Dumanı ciğerlerine çekti. Atları boyuna haylayıp hayvanlara aralıksız kamçı vuran çocuğa seslendi:
- Çok vurma hayvanlara. Hiç vurma. Bırak gönüllerince gitsinler. Acımak iyi şeydir.
Sürücü çocuk, içinden ‘Bu yabancılar da adama hep araba sürmek öğretirler’ diye söylendiyse de, bir daha da atlara kamçı vurmak atılımını gösteremedi. Sadece, arada bir, kamçısının sırımını, acıtmayan bir ince püskül gibi her iki atın sırtında gezdiriyor, kamçı noksanlığını belli etmemek için tüm kuvvetini sesine vererek hayvanları daha hırslı haylıyordu.
Ortası havuzlu, büyükçe bir alana çıktılar. Sürücü çocuk, ilerdeki taştan yapılı, eski tip bir binayı kamçısıyla göstererek:
- Bu bina hükümet konağı.
Dedi. Sonra, yapılmış uyarıyı unutmuş görünerek atlara birer kırbaç yapıştırdı. Araba, sağlı sollu mağaza ve dükkanlarla çevrili caddeye aşağı gitmeye başladı. Çevre, aydınlık ve epeyce canlı olmakla birlikte dükkanlar ve mağazalar kapalıydı. İleride bir dört yol ağzından sağa döndüler. Araba, açık birkaç bakkalın ve daha canlı ışıkların bulunduğu bir caddede durdu.
- Borcumuz ne?
- Borcun iki lira olmasına iki lira ya, sen yüzeli de versen olur, abi.
Delikanlı parayı uzattı.
‘İstanbul ‘daki bir fincan süt parası. Üstelik, sütçünün bakacak beslenecek atları, eskiyecek bir yaysız, oturaksız arabası da yok.’
Atları kamçılamadan, sadece haylayarak uzaklaşan arabacı çocuğun arkasından bir süre baktı, sonra otele girip yazıcıyla görüştü. Yazıcı, beş yataklı bir odada yer ayırıp defterine işaretlerken ne işte çalıştığını da sordu. Delikanlı tüm yaşantısında ilk defa olarak bir unvan söylüyor, müfettiş olduğunu söylerken de söylediğine kendisinin de inanacağı gelmiyordu. Sahte para sürerken yakalanmasını bekleyen kalpazanlara özgü bir korku içindeydi. Yazıcının birden yerinden fırlayacağını, biryerlerden birilerine telefonlar edeceğini, içeriye ansızın polislerin ve daha birkimselerin gireceğini, kendisini yaka-paça sürükleyeceklerini, tekme-yumruk, sille-tokat biryerlere götüreceklerini sanıyordu. Böyle bir şey olmadı. Delikanlı içinde tatlı, çok tatlı bir sevinç duydu.
‘Sahte parayı yutturmuş insanların sevinci.’
Merdivenleri çıkarken yazıcı kendisine yol veriyordu. Davranışları saygılıydı. Her günkü müşterilere gösterilebilenden daha büyük bir saygı taşımaktaydı. Ama delikanlı bir türlü öne geçmeyi bilemiyor, beceremiyor, gülünç bir kibarlıkla hep geride kalıyordu.
‘Yolu bilmediğimden değil, saygıya alışamadığımdan.’ dı.
Yazıcı, odasını gösterip iyi geceler diledikten sonra ayrılırken ‘İlk defadır ki; bizim otele de bir büyük müşteri geldi. Hem de bir müfettiş. Sabahleyin kendisini kaçta kaldırmam gerektiğini de söylemedi. Belli ki; kendine güveni var, çağrılmadan uyanacak.’ diye düşünüyordu.
Beş yataklı odada üç müşteri yatmaktaydı. Yatağın biri boştu. Pencerelerden birinden, cadde direğindeki fluoressantın mavi ışığı, kendisine ayrılan yatağa vurmuş, dikdörtgen yatağı bir köşegen gibi ikiye bölmüştü. Yatağın yarısı maviye boyanmış, yarısı siyah kalmakta direnmişti. Yatanlardan biri horluyordu. Elektriği yakmadan sessizce soyunup yatağına uzandı.
‘Şaşılacak şey: Hiç yorulmamışım. Haydarpaşa nire, Sivas Garı nire? Yorulmamışım. İnsan mutlu olunca yorulmak nedir bilmiyor. Mutlu muyum? Mutlu muyum acaba? Gerçekten, mutluluk mu bu? Öğrenci yurdunda yattığım gecelerin ayni. Gene beş kişilik bir oda ve gene dört kişi. Orada ranzalıydık, burada yataklıyız. Gene her gece böyle biri horluyordu. Tıpkı bu horlayan adam gibi. Kimdi? .. Koca Kelle A ‘met? .. Evet, O ‘ydu. Koca Kelle A ‘met ‘ti. Gündüz anlatılan fıkraya, gündüz yapılan espriye, ancak geceyarısı anlayıp gülen A ‘met ‘ti. Nasıl buldum ben bu adı, çabucak? ‘Kimdi? ’ sorusuna kim cevap verdi bende? Benim içimde bana bu cevabı kim verdi? Ben kimim? Ben soruyu soran mıyım? Ben soruyu soransam, soruma cevabını bulan kim? Cevabı veren bensem; soruyu soran kim? ‘Bu kediyse et ner ‘de? Bu etse kedi nic ‘oldu? ’ Pis iş… Kendi kendine soru sormak pis iş… Olanaksız iş… Ama oluyor… Ama acaba olduğu oluyor mu? Soruyu biri sorar, karşılığını bir başkası verir. Bu doğru. Ben bende iki kişi miyim? Kimlerim ben? Koca Kelle A ‘met ‘i kim buldu bende? Beyin mi? Beyin benden başkası mı? Başkaları mı? Beyin korkunç bir arşiv… Uzun, çok uzun yılların her saniyesinin kokularını, biçimlerini, tadlarını, seslerini, esnekliklerini saklayan bir arşiv… Kayıtlarını maddeleştirsen saraylara sığmaz… Pis iş… Çok pis iş… Atla bir kalem sen bunu… Es geç… Sittiret. Kavraması zor iş… Evreni bir çadır bezi gibi bir ucundan tutarak kendi üzerine katlamaktan daha zor iş… Sittiret… Bunlar yalan… Bunlar gerçek değil… Gerçek olan şu; Bu adam horluyor. Ben de horlarım. Koca Kelle A ‘met de horlardı. Yataklara birbirimizden önce dalıp birbirimizden önce uyumakta yarış ederdik. Sona kalıp dona kalmayalım diye: Horlayan horultuda uyuyamaz. Uyuyamaz. Ama adı Osman olursa o başka. Yatağa bir yapıştımı, iki gece bir gündüz horlayan Osman… Mitil Osman… Tren Haydarpaşa ‘dan çıkıp rötarlar yapa yapa, yolculara lanet ettire ettire Kars ‘a ulaşıncaya kadar uyuyabilen Osman… Ve ona uykuda avans veren Yıldır… Osman ‘dan önce yatıp Osman ‘dan sonra kalkan Yıldır… Yatakları korkutan, uykuları ürküten, geceleri yıldıran Yıldır… Siz buralardasınız şimdi… Buralarda biryerlerde… Uykuya doymayan gözlerinizle kimbilir hangi ivedi iş bekleyen masalarda… Uyuyorsunuz… Birbirinize avanslar vere vere uyuyorsunuz… Uyuyun oğlum; uyuyup büyürsünüz… Yatın oğlum; kavun-karpuz yata yata büyür…
Bizim masamız ucuzdu, bizim masamız kontrplaktı. Minicik onarmıştı eski, portatif masamızı. Sevgili Minicik… Kutsal Minicik… Yaşantı arkadaşım, fikir arkadaşım, yoksulluk arkadaşım, sevgilim, eşim, karım, açmazlarımı açan anahtarım. İngiliz anahtarım, İngiliz akıllım. Uzaklaşan trenime çığlığından ses, gözlerinin yaşından süs veren Miniciğim. İşte, sen duruyorsun yine kompartman penceremin önünde. Ağlıyorsun peronda durmuş, bir mutlu. Ben seni yeniden görünceye kadar, sen hep öyle ağlar duracaksın peronda. Duracaksın ama gerçek olmadan. Senin gerçeğin o saniyeden sonra değişti. Tüm gerçeklerin bir sonraki saniyelerde değiştikleri gibi. Hiçbir gerçeğin bir önceki saniyedekine uymadığı gibi. Seni en son gördüğümle en ilk göremediğim saniye arasında değişti gerçeğin. Değişecek günlerimizle değiştin. Şu anda da ağlıyorsun, biliyorum. Ama başka gerçekler içinde. Çok kaypak, çok değişken, çok sümük gibi yapışkan, çok cıva gibi tutulamayan gerçekler içinde.’
Delikanlı ancak sabaha doğru, benzerlikleriyle birbirlerine bağlanan düşünceler zincirini biryerlerdeki halkalarından koparıp uykuya dalabildi.
Gözlerini açtığı zaman, kapalı pencereleri, duvarları, kapıları aşan bir satıcının kuvvetli sesi, kelimelerde aralıklar bırakarak:
- Süüüt… Süüüt… Süüüt…
Diye yankılanıyordu.
Kolundaki ‘Enfiye Kutusu’ na baktı: Yediye çeyrek vardı. Müşterilerinden birinin henüz yatmakta olduğu beş yataklı odada ‘Bereketli geçecek, bize yeni kapılar açacak bir sabah’ buyruk sürdürüyordu.
Hazırlanıp çıktı. Uykusuzluğuna rağmen vücudu dinçti. Otelin az ilerisindeki cadde, önleri süpürülüp sulanmış bakkal dükkanları, manavlar ve mağazalarla bezenmişti. Cadde, bu temizliğiyle bayram sabahlarının sokaklarını andırıyordu.
Kapısının üstüne traş leğeni asmış bir berbere girdi.
Kafası usturayla kazınmış, pehlivan yapılı berber, saçlarını kırparken gözleri, aynaların yan kenarlarına asılı duran camlı, çerçeveli bir duyuruya ilişti. Bu; dükkanın çalışma saatlerini gösteren bir çizelgeydi. Altında resmi mühürle mühürlenmiş bir ‘Bölge Çalışma Müdürü’ ibaresi, bir imza ve imza sahibinin adıyla soyadı vardı. Kendisiyle çalışacağı müdürün adını oracıkta öğrenmiş olmak hoşuna gitti.
Bu çevredeki caddeler, kentin ana caddeleri olduğu halde, bakınca tükeniveren, göz atınca sonu geliveren çok kısa yollardan ibaretti. Ortada asfalt diye bir şey yoktu. Tüm caddeler parke döşeliydi. Yirmibeş uzun yıl önce, babasının başka bir yere atanışı dolayısıyla transit geçtikleri kentin bu bölümünü kolayca tanıdı. Üzüldü. Boğazına yumruk yumruk birşeyler tıkandı. Kişilerinin kolayca ve hemen değişiverdiği bir ülkenin yirmibeş uzun yılında kentler hiç değişmiyordu. Bugünleri, yirmibeş uzun yıllar öncesinin ayniydi.
Kavşaktan dört kola ayrılan caddelerde, erken uyanmış bir canlılığın ve çalışkanlığın sevimliliği vardı. Açılmakta komşusundan geç kalmış tek dükkan, tek mağaza yoktu. Sabahın adamı dinlendiren, yenileyen serinliğinde, bir vitrin önünde kızaran döner kebabı görünce; görmezliğe gelmek için adımlarını sıklaştırdı.
İşe başlayacağı dairenin yerini bilmemekle birlikte, bundan rahatsızlık duymuyor, nasıl olsa kolay bulunur düşüncesiyle geçtiği caddelerdeki en modern, en görkemli binalara bakıyordu.
Bir ucu istasyona, obir ucu odunculara ve mezarlıklara kadar uzanan ana caddeyi ilgiyle araştırıp inceledi. Bulamayınca ivedileşti: Tam dairenin açılış saatinde işinin başında olmak istiyordu.
Karşılaştığı adamlardan sordu. Bilemediler. Bilebilecek kimselere başvurdu, öğrenemedi. Polisler böyle bir daire duyduklarını, ama nerede olduğunu çıkaramadıklarını söylediler. Başvurduğu bir gazete satıcısı, yoldan geçen, orta boylu, iyi traşlı, gayet sempatik, yaşlıca bir adamı gösterdi:
- Sivas ‘ımızın eskilerinden, görmüş geçirmişlerinden, başına çok iş gelmişlerindendir. O bilir.
Dedi. Sonra adamın arkasından seslendi:
- Baba… Baba… Koyuncu Baba… Bak hele canım…
Adam döndü, yanlarına geldi. Yaşına göre çok dinç, çok anlayışlı, çok sıcakkanlı ve çok girişkendi. Siyah gözlerinin parıltılarında zeka izleri vardı. Onların bir şey demesine kalmadan:
- Efendi yabancı mı, gardaş?
Dedi. Delikanlı başıyla onayladı. Açmazını anlattı. Adam arkadaşına:
- Sen işinden olma… Ben efendiye yardım erim…
Deyip büyük bir sıcakkanlılıkla delikanlının koluna girdi:
- Adını bağışla?
- Kubilay.
- Kubilay… Uzun ad. Ben sana Kubi derim. Bizim bu Sivas ‘ta öyledir. Muzaffer ‘e Muzo, Abdullah ‘a Abo ve tabii Kubilay ‘a da Kubi.
Delikanlı büyük bir şaşkınlıkla; ‘Tanıdıklarımın yıllardan buyana çağırdıkları gibi çağırdı beni. Ayni sesle, ayni biçimde. Çok zeki, çok sıcakkanlı.’ diye düşündü.
Adam konuşmasını sürdürüyordu:
- Bakma gardaş, Sivas ‘ımız soğuktur ama adamları sıcaktır. Beni ‘Koyuncu Baba’ diye seslerler. Ana cadde üzerinde çayevi işletiyorum. Cami ile karşı karşıya. Kahveci olduğum seni aldatmasın. İngiliz kumaşından takım elbisenin dikiş parasıyla beş lira olduğu çağlarda, beş lira da terzisine bahşiş verirdim. Varlığım çoktu. En çok destek olduğum tanıdıklarımın oyunlarına geldim. Battım, çıktım, gene battım. Manifaturacılık yaptım, alıcıyı kazıklayamadım, kazıklamayı sevemedim. Doğru çalışınca da yıkıldım. Şimdi kahveciyim. Gene doğru çalışıyorum ve elimde mum, adam arıyorum. Neyzen merhum Beyoğlu ‘nun ortasında küçük su dökecek olmuş. ‘Aman üstad, ne yapıyorsunuz? ’ diyerek engel olmuşlar. Nedenini sormuş. ‘Görmüyor musun, çevre adam dolu.’ Demişler. Üstad merhum, küçük suyunu iyice yana-yöreye attıra attıra ‘Hani ya buralarda adam? Ben bir tek adam göremiyorum ki.’ Karşılığını vermiş.
Sekiz yaşlarında kadar bir çocuk, elindeki benzin dolu şişeyle yanlarına yanaştı. Sevimli bir yakınlıkla:
- Nasılsın Baba? Dedi. Sen de iyi misin abi?
Yaşlı adam, küçük çocuğun saçlarını okşadı:
- Varol gaardaş. İkimiz de iyiyiz. Sen nasılsın? Epey çakmak doldurabildin mi? Çok benzin satabildin mi? Baban nasıl? Gene her gece çekiyor mu kafayı?
Sonra delikanlıya döndü. Çocuğun saçlarını bırakmadan:
- Oğlum, yakınım değil. Dedi. Müşterim. Hem iyi müşterim. Merttir-cömerttir. Gönlünün sevdiğini çay içirmeden kaldırmaz. Cin gibi akıllı. Bunun bir babalığı var. Yani ki; Allah ‘tan başka kimsesi yok. Çünkü; herif ayyaş. Bu çocuk gecenin geç saatlerine kadar ayakları altına gelmeden onun-bunun çakmağına benzin doldurur, beriki de onun bu paralarıyla dem tutar. Dinle gardaş, nükte, fıkra yavan sözün katığıdır. Kerata bir kış gecesi hiç benzin satamamış. Eve gitmiş. Gitmiş ama kolay mı? Ayyaş para bekliyor. Yakalamış oğlanı, serçe gibi boğazından, hemen şimdi git bana içki al, hiç olmazsa bira, diye. Oğlanda para yok ama akıl var. Sen buna öyle bakma. Bir köşenin dibinde işemiş bira şişesinin içine, doldurmuş ki, ağzına kadar, köpüğü bile eksik değil. Bilirsin; küçük çocuklar çok işerler. Hele de bunun gibi çok çay içeni olursa. Bu öyledir; baba ayyaş olursa çocuk da çay içer, bira içer. Derken götürmüş bir şişe bira(!) yı sarhoşa. Herif zaten kafayı bulmuş. Bu şişe birayı da kapıp diplemiş. Diklemesiyle puuuurt diye ağzından püskürtmesi bir olmuş. Şimdi sen, herif anladı da çocuğu dövecek sanırsın, değil mi? Hayır. Sarhoş, biranın tadına bakınca demiş ki; ‘Devlet devlet değil ki; yaptığı biralar bile at sidiği gibi.’ Demesine bakma. At sidiği, mat sidiği, diklemiş devirmiş. E, o kadar kızgınlık da olur: Sarhoş bu. Yaaa gardaş, işte bu velet öyle velettir.
(Devam edecek…) 20
Kayıt Tarihi : 30.6.2005 22:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/06/30/sahmaranlar-20.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!