‘Yazan: Prof.Dr. falan oğlu filan. Ha sittir lan. Kimbilir kimden çaldın sen bu kitabı. El-alemim kitabını çat-pat çevir kendi diline, bas üstüne ilaçsız etiketini, sat taksit taksit yoksula, varlıksıza. ‘İlim Çin ‘de olsa git al.’ Beleşten veren olursa tabii. Devlet niye vermiyor öğrencilere bu ilim kitaplarını parasız? Roman değil, hikaye değil. Belli ki; değil. Makro İktisad, Mikro İktisad. Makro Mustafa, mikro Mustafa. İktisad iktisaddır, Mustafa da Mustafa. Ya Mustafa yaaa Mustafa… Mustafa ‘yı geçmek; o biraz zor, sen Hilmi ‘yi bana sor. Acaba şu develer yarınki sınavda nereleri sorar olalar? Arz ile talebi. Başka ne bilir inekler. Arz dediğin şarza benzer, talep dediğin de Haleb ‘e. Niye acaba insanın tohumu insana benzemiyor? ’
- Ateşini müsaade eder misin?
Delikanlı yanmakta olan sigarasını adama uzattı.Adam sigarasını yakıp teşekkürünü edip geçti.
‘ Bu bizim millet ne candan millet. Sigarandaki ateşe bile sahip değilsin. Kimin yanaşıp isteyeceği bilinmez.İster ister. İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü kara. Şu herifin yüzü kara mıydı acaba? Bir baksaydım. Göremem artık. Ensesini dönmüş. İnsanın bir şeylerini aldılarmı enselerini dönerler zaten. Hep böyle. Dünya budur; kim kazana kim yiye, aptal odur dünya için gam yiye. Güzel söz. Geç tarihe bu sözü bir kalem. Yemek de demesek yemek yemediğimiz aklımıza bile gelmeyecek. Benim mide de çalışmıyor galiba. ‘Midem de.’ Sanki başka çalışmayan yerim de varmış gibi. Aslan gibi adamım. Başım da çalışıyor, kuşum da. Ama midem çalışmıyor galiba. İyi iyi. Çalışmasın. Minicik şu anda çalışıyordur Tophane ‘de. Tophane ‘si batsın. Oraya postane kurmak da nereden aklına gelmiş bu milletin? Hiç or ‘da kadın çalışır mı? Para servisi değil, pul servisi değil. Postaların hamaliye servisi. İşin yoksa çuval ağzı bağlayacaksın. Yoksulun başına vurmuşlar, ‘Ah arkam’ demiş. ‘Biz senin başına vurduk. Niye arkam diyorsun? ’ demişler. ‘Arkam olsaydı siz benim başıma vurabilir miydiniz? ’ demiş.’
Bisiklet kolunu sıyırıp geçti.
- Ez ulan deve, ez… Yolun sağına it sıçmış çünkü.
‘’İt kuyruğu, at kuyruğu, ekmek kuyruğu, tuvalet kuyruğu. Dananın kuyruğu. Yarınki sınavı da atlatamazsam dananın kuyruğu kopar. Kuyruğu da kopar, beli de şişer. Dananın kuyruğu ne işe yarar ki? Belli ki; sinek kovmaya. Dua et ki; dinlenirken insan gibi oturmuyorsun, dana. Dana oğlu dana. Yoksa kuyruğunu nereye sokacağını bilemezdin. Nereyi sorabilir bu danalar? Arzla talebi, arzla talebi. Arzına da tüküreyim, talebine de.’
Bakkal dükkanına girdi:
- Selam.
- Efendim?
- Selam.
- Sağol.
‘Üç defa, itoğlu it. İtoğlu it. Sağol… Sağol… Sağol… Merhabaya sağol demek de yeni mi çıktı? ’
- Sigara var mı?
- Efendim?
- Sigara var mı?
- Affedersiniz ne var mı?
- Sigara var mı?
- Sigara mı?
- Sigara.
- Var var.
- Bir paket birinci.
- Bir paket ne?
- Bir paket birinci.
‘Bir paket birinci sigarası Birinci var ya hani. Birinci, ikinci, üçüncü. Cuvara derler bir şey var ya, işte ondan deve. Deve oğlu deve. İşte ondan. Ondan, ondan, ondan. Dokuzdandır gııızannem dokuzdan.’
Dışarıda arabalar seyrekleşmişti. Güneş iyiden iyiye kızdırıyordu. Mezarlığın çökmüş duvarından atladığı zaman, içinde bir bambaşka dünyaya girmenin rahatlığını duyar gibi oldu. Sigarasının dumanını yükseklere yükseklere savurdu. Ağaçların, toprağa dikilmiş taşların, mezarların arkasında kalan ıssız asfalttan tek tük klakson sesleri geliyordu. Sonra bunlar da duruldu, tükendi. Temmuz ayı mezarlığa serinli, sıcaklı bir örtü sermişti. Rüzgar yoktu. Sadece ağaçların en yüksek dalları sağa sola salınıyordu. Gözlerini bir süre bu sallanan dallardan ayıramadı:
‘ Ağaç dediğin bir çeşit tahta. Taştan, demirden, mağmadan oluşmuş tahta. Direk. Kazık. her şeyin tohumu taşın, demirin, kurşunun, bakırın içinde. İnsanın tohumu, kendirin tohumu. Pis iş. Karışık iş. Tahtaya bu gerneşme olanağını kim vermiş? Bu elastıkiyeti kim vermiş? Yaylan babam, yaylan. Bu dürzüler talep elastıkiyetini sorarlar mı ola? ’
Mezarlığı saran yabani otlar ayakbileklerini geçecek boydaydı. Burunları delik, ökçeleri eskimiş ayakkabılarla körpe otlara basıp bellerinden kıra kıra yerlere yatırdıkça hasta bir zevk duyuyordu:
‘Atımın ayakları papatyeler içinde.’
Mezarların arasından geçiyor, tümseklerin kenarlarını dolanıyor, yabani otları ayaklarını diplerinden diplerinden sokarak ayıra ayıra yürüyordu. Ayaklarının altından bir kertenkele kaçtı.
‘Vay ulan namussuz. Namussuz, namussuz, namussuz. Yapısı korkunç, kendi zararsız namussuz. Kertenkele. Kerten kele. Vay ulan namussuz, kimlere kertiyorsun sen bakayım. Senin kuyruğun bir başka kuyruk. Dananınkine benzemiyor. Onunki, nasıl oluyorsa, kıyametle birlikte kopuyor. Seninki kopunca… Kertenkelenin kuyruğu kopunca yeniden kuyruk çıkarır. Vay ulan namussuz. Neler yiyorsun acaba buralarda sen? Ot mu yiyorsun, et mi? Ölülerin etlerini mi, butlarını mı? Ölü dediğin hazır erzak deposu böceğe cüceğe. Her gün gel, biryerlerinden bir şeyler ye. Dükkan açık. Ye. bir şeyler götür eve. Çoluk-çocuğun nafakasını. Sıyır kemiklerini keskin dişlerle. Kurumuş et. Çürümüş et. Tütsülenmiş et. Hazır pastırma. Öceğe böceğe pastırma.’
‘Tabiboğlu Ahmet Bey ‘in kitabesi biraz daha silinmiş yağmurdan. İboğlu Ahmet Bey kalmış. Ta ‘sı gitmiş, b ‘si gitmiş, ib ‘i kalmış. Merhaba Ahmet Bey…Kiracıyı çıkarabildin mi evden? Sen de onu çıkaramazsan yuh sana. ‘Çık babam, terim dar. Ben bile sığamıyorum, görmüyor musun? ’ Deseydin ya. N ‘apalım, hayırlısı olsun. Başka ne gelir elden? ’
‘Hey gidi iboğlu Ahmet Bey. Çevrende yatan kitabesizler kimbilir, kim oğlu kimler. Ne güzel güzel kızlar, ne yakışıklı yakışıklı erkekler. Erkek oğlu erkekler, kız oğlu kızlar. Hey Serap… Günaydın kız. Bu ne hal böyle? Ben sana demedim mi, ‘Çok oynaşma o oğlanla.’ Diye. Bak şişirmişsin karnını. Nasıl da şişirmişsin kız, yerden göğe doğru… Hişt ulan, kendine gel, serçe misin ne boksun. Kirli kuş. Pis kuş. Serseri kuş. Kuş oğlu kuş. Baykuş.’
Ağaçların mezarları gölgelediği bir köşeye yürüdü. Çevresi paslı demir parmaklıklarla çevrili iki taş mezar burada birbirine dik açı yapmıştı. Körpe yabani otlar adamın beline kadar yükseliyordu. Görünürlerde mezarlardan, taşlardan, otlardan, ağaçlardan başka bir şey yoktu.
Delikanlı ceketini çıkardı. İçini dışına çevirdi. Ortasından katlayarak özenle otların üzerine yerleiştirdi. İç cebinden çıkardığı birinci paketini yanına koydu. Mezarların birinin dibinde, otların üzerine oturdu. Mezarın taştan duvarında, bir süre sırtını yerleştirebilecek bir yer aradı.. Döndü, kıpırdandı, kalktı, bakındı, yeniden oturdu. Kibrit kutusunu sol elinin içine sıkıştırdı. Dizleri üzerine yerleştirdiği formalardan ibaret kitabın sayfalarını karıştırıyordu:
- Tarihçeyi es geç. İktisadın başka ilimlerle ilgisi. Beni az ırgalar ama sınav komisyonunu hiç ırgalamaz. Bu inekler nereleri sorar ola? Şansa bırakma oğlum. Şansın olaydı anan kız doğururdu. Baştan başla, sona kadar. Sondan başla, başa kadar. Üşenenin uşağı olmaz.
Yüksek sesle ve sanki var olan birisine anlatıyormuş gibi okuyor, içine kibrit kutusunu sıkıştırdığı sol eliyle soldan sağa, yukarıdan aşağı, her yönden her yöne darbeler indirerek anlatıyor, arada bir kendi kendine sorular soruyor, sonra da karşılıklarını sıralamaya başlıyordu.
Güneş ağaçların aralarından sıyrıldı. Açık mavi, bulutlarla süslü gökyüzüne yükseldi. Ağaçların gölgeleri tam dibe vurdu. Sonra, o keskin sıcaklık, yerini ılık akşam esintilerine bıraktı. Hafiften başlayan sesler, gürültüler yakınlaştı, yakınlaştı, biryerlere birikir gibi oldu.
Delikanlı başını kaldırdı. Sağ eliyle yanındaki otları aralayarak bakındı.
‘Bizimkiler geldi. Zaten gelmedikleri gün olur desem; yalan. Geldiyse geldi. Hoş geldi, safa geldi.’
Kitabı ceketin yanına koydu. Belini oğuşturarak kalktı. Seslerin geldiği yöne doğru otları çiğneyerek yürüdü.
İlerilerde bir yerde kalabalık vardı. İki kişi ortadaki birinin kollarına girmişlerdi, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Ortadaki, kendini bir sağa, bir sola atmaktaydı. Daha ilerilerde birileri eller üzerinde bir tabut taşıyorlardı. Tabutun üzerine bir ceket örtülmüştü. Arkasından kalabalık bir insan kitlesi sessiz, saygılı yürüyordu.
Delikanlı ilerlemedi. Olduğu yerden baktı.
‘Sen yaratansın, biliyorum. Bunların bildiği sen değilsin. Sen benim nildiğimsin. Ya yönetiyorsun, ya da yönettiriyorsun. Ne olursa olsun, ipini-sapını iyi hazırlamışsın. her şeyi bilecek yetenektesin. her şeyi bildiğine, her şeyi yaptığına göre; sen olmak sıkıcı bir şey. Kendine yeniliğin yok. Benim tadım yeniliklerimde, bilgisizliklerimdse, bilecek çok şeyimin oluşunda. Yarınım bana tatlı bir bilmece. Tatlı yerinde kesilmiş bir tefrika. En iyi yerinde kopmuş bir film. Zaten nerede koparsa orası güzel… Ben bugünüm. Dünüm değilim. Yarınım hiç değilim. Dünkü halimden başka birşeyim. Dünkü kendimden akıllı bir şeyim, tecrübeli bir şeyim… Yarınki kendimden bilgisizim… Ben bugünüm. Onlar da bugünküler. Yarınlarını dünden bilenler. Hiçbir şey bilmeyenler. Korkanlar. Korunmaya gereklilikleri olanlar. Sen onların korkularısın. Benim bakıcım, besleyicim, makinistim… Vidalarımı, mafsallarımı yağlayanımsın. Yakıtımı çlçenim. Hızımı, gücümü, tükenişimi ayarlayanım. Sen busun. Ve onların korkuları. Onları korumanı istememeliyim. Korusan neye karşı koruyacaksın, kime karşı? her şeyi ayarlayan sensen, sana karşı mı? Bitrşeyi kendi kendine karşı korumak, kendinde kendisinden başka şeyler olması değil mi? Korku sahibini korur. Benim korkum beni korur. Ben, ben olduğum sürece.’
Delikanlı eski yerine yürüdü, oturdu.
‘’Ben de makinistim. Sadece sen değil. Kopan filmi, koptuğu yerden yapıştırırım. Neyle? Asetonla. Çabucak.’
Konferans verirken kuruyan boğazını ıslatmak için bardakla su içen bir konuşmacıya benziyordu. Sağ eliyle formalara bastırarak, arada bir satırlara göz atarak, avucunda kibrit kutusu bulunan sol eliyle sözlerini kuvvetlendirerek, gerçek dinleyicilermiş gibi ilgiyle kendilerine bakarak, yaprakları gittikçe koyu yeşile dönen körpe, yabani otlara doğru konuşuyor, konuşuyordu.
Mezarlığın sessizliğine daha bir sessizlik gelmiş gibiydi.
- Kuşlar her yerde ayni. Yuvaya dönüş.
Delikanlı sayfayı yarı beline kadar katladı. Formaları avuçlarıyla tutup diplerini dizlerine vurarak düzledi. Özenle yere koydu. Ceketinin katını açtı. Ayni özenle içini dışına çevirdi, giydi. Birinci paketinden bir sigara çıkardı. Sol avucundaki kibritle yaktı. Nefeslemeye çalıştı. Dudaklarından alıp baktı:
- Patlak.
Dedi. Kitap formalarından kenarından küçücük bir kağıt parçası kopardı. Yaşlıyarak patlak yerin üzerine yapıştırdı. Parmağını oracığa dayadı. Tekrar yaktı. Doluca bir duman salıvererek sigara paketini iç cebine koydu. Hasta bir alışkanlıkla kibrit kutusunu bir eli içerisine sıkıştırıp diğeriyle formaları aldı. Unutulmuş bir şey olup olmadığını anlamak için oturduğu yere bakındı. Sağ ayağıyla yassılmış otları karıştırdı. Yürüdü.
(Devamı var…)
Kayıt Tarihi : 16.6.2005 21:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!