Şahmaranlar(19) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(19)

8
‘Eğil dağlar eğil üstünden aşam,
Yeni talim çıktı varam alışam.’

Masasında harıl harıl çalışan şef, burundan takma billur gözlüklerinin üzerinden,karşısında duran genç kadının elindeki hasta kağıdına baktı:
- Hayrola Mine Hanım? Dedi. Hasta mısın? Gündüz çalışmasına dönmek sana hiç yaramadı. Sana şaşıyorum a kızım. Ayaklarda duracak halin yok. İzin veriyorum istemiyorsun, doktora çıkıp ilaç almakla yetiniyorsun. Yatmadan, dinlenmeden, bakılmadan geçmez ki kızım, hastalık denen meret. Kubilay ‘ın sınavı kazanamaması seni iyice tüketti. Üzülme kızım; Allah büyüktür. Dişçiye mi gidiyorsun? Soğuktandır. Buranın havası öyle bir nemli hava ki; sıvaşır insana. Adamın ne dişini kor, ne boğazını. İstersen bugün hiç gelme. Benden sana izin.
Şef, kağıdın biryerlerini paraf edip verdi. Genç kadın hiç konulmadan salonları, merdivenleri, odaları dolaştı. Tanıdıkları, onun sessiz, yıkık ve bitik durumuna üzüntüyle göz gezdirip geçtiler. Bazıları oturdukları masalarda, hayıfla baş salladılar.
Genç kadın tek başına ve yaya olarak kalabalık caddelerden geçti. Köprüde bağrışan balıkçıların seslerini duymadı, baktığı şeylerden hiçbirinin detayını seçemedi. Sirkeci ‘ye gelip kliniğe girdi. Bekleme salonu sıra bekleyen hastalarla doluydu. Bunların tümünün memur olmadığını, büyük çoğunluğun memur ana-babaları, çocukları ve yakınları olduğunu biliyordu. Salonu kalabalık gösteren de çok kere bunlar oluyordu. Bu nedenle, kalabalık, genç kadının gözünü korkutmadı. Nitekim, deftere işledikten sonra, kendisine sırası çok yakın bir numara vermişlerdi. Diş doktoruna görünecek hastalar, kendisiyle birlikte üç kişiydi. Öncekilerin işlerini bitirmelerini beklerken hiçbir şeyle ve hiçbir kimseyle ilgilenmedi. Tek kelime konuşmadı. Bakışlarını önüne dikmişti. Yüzünde derin bir solgunluk vardı. Kolları yoktu, elleri yoktu, ayakları yoktu. Vücudu yoktu. Sadece düşünceleri vardı. Durgun su yüzüne avuç avuç serpilmiş binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce çiçek sporu gibi, yüzen, kayan, kümelenen, bölünen, ayrılan, ucu-kulağı toplanamaz desenler halini alan düşünceleri vardı.
‘Var olan; düşünce… Gerçek olan… Gerisi boş… Uyduruk… Düşünen, beyin… Koy bu beyni yaşayabileceği bir ortama, gene düşünsün… Yetenek onun kendinde… O düşünür…’
Sıra numarasını seslendiler. Uykudaymış gibi kalkıp yürüdü. Odaya girerek dişçi koltuğuna oturdu. Dişçi lavaboda ellerini yıkamaktaydı. Yıkaması bitince kurulandı, yanına geldi:
- Sızlantınız neden, efendim?
- Dişlerim ağrıyor, doktor. Bütün azı dişlerim. Çok rahatsızım. Yaşantım zehir.
- Bu kadar büyütmeyin gözünüzde lütfen. Dişi ağrımayan mutlu insana pek rastlanmaz. Açar mısınız ağzınızı.
Genç kadının ağzını gözleriyle, pensleriyle, parmaklarının uçlarıyla yokladı, inceledi:
- Tek çürük dişiniz yok. Ağrıyan hangileri?
Genç kadın suçladığı dişlerini parmağıyla dokunarak işaretledi.
- Bunlar mı? Bunlar, şu altın köprülü azı dişleri mi? Şu üç azı dişi mi?
- Hayır sadece üçü değil, altısı birden. Alt çenemdeki karşılıklı altı diş.
- Tekrar açın ağzınızı. Şaşılacak şey. Fakat bunlar çok salpam köprüler. Gayet sağlam altın köprüler. Yapan dişçi işinin ustasıymış. Ağrıma yapacağını sanmam. Köprülerde delinme var deseniz, o da yok.
Dişçi açık duran ağızdan pensi çıkarıp şaşkın bakışlarla genç kadının yüzüne göz gezdirdi. Kadın, gözlerini kaçırıp parmağıyla dişlerini yokladı.
- Ay ağrıyorlar… Bu köprülü altın dişlerden lokma dahi yiyemiyorum. Su içemiyorum. Sıcağa-soğuğa dayanamıyorum. Uyku sırasında bir başladımı başımı ellerimin arasına alıp sabahlara kadar evin içerisinde dolaşıyorum. Değişik gün ve saatlerde sızladılar, dayandım, üstelemedim. Fakat dün gece kesin kararımı verdim: Bu dişleri çektireceğim ben.
Dişçi anlamayan bakışlarla omuzlarını silkti:
- Siz bilirsiniz, bence yazık.
- Aldırmayın, lütfen çekin doktor.
Genç kadına bakmadan araç ve gereçlerini hazırlamaya başlayan doktor:
- İğneden korkar mısınız?
Diye sordu.
- Normalden çok.
- Peki, açın.
Genç kadının ağzını açması üzerine damaklarına parmakla bir macun sıvadı. Biraz bekledi, sonra enjektörün iğnesini batırıp morfin yaptı. Damaklar uyuşuncaya kadar havadan, sudan konuştular. Uygun kıvamını bulunca dişçi altın köprüleri söküp aldı ve yıkayarak genç kadına uzattı. Genç kadın gargara yaptıktan sonra:
- Başka birgün yeniden gelin, başka köprğler yapalım. Dedi. Gecikmeye gelmez. Zira; köprü atılan dişler aşırı duyarlık kazanırlar. Biz onları da hasta sayarız. Üçlüce iki köprü olduğuna göre; tam dört dişiniz aşırı duyarlı. İki sağda, iki solda. Yeniden kaplanmazsa yitirirsiniz onları. Yazık. İki çekilmiş diş için dört diş.
- Mersi, gelirim.
Genç kadın üçer dişlik iki ayrı kaplamayla fazla ilgilenmedi, alıp çantasına attı ve:
- Minnettarım doktor.
Diye mırıldandı. Doktor dairenin hasta kağıdına birşeyler yazıyordu. Bunu bitirince, bir başka kağıda daha birşeyler yazıp uzattı:
- Gözlemlerimi hasta kağıdına yazdım. Şunda da ilaçlar var. Bunları kullanın. Hasta dişler, yani köprü ayakları apse yaparsa tekrar gelin, kendiliğinden inmelerini beklemeyin.
Genç kadın ikinci kere ayni sözleri kullanıyordu:
- Minnettarım doktor.
Kapıyı açıp önce dişçinin kabinesinden, sonra klinikten çıktı.
Kaplamaya alışmış olup şimdi korunaksız kalan dişlerinin etleri sızlıyordu. Ağzına elini maskeleyip ivedi adımlarla Mısır Çarşısı ‘na doğru yürüdü. Çarşıya girince, önce bir-iki vitrine baktı, sonra kuyumculardan birine girdi. Çantasından çıkardığı altın köprüleri kuyumcuya uzatıp:
- Başımıza yeni harcama kapıları açıldı. Diye güldü. Dişçim köprüleri eskimiş buldu. Delinebilirmiş, yapıldığı zamanın metodu ilkelmiş, teknik hızla ilerlemekteymiş, şimdi daha kolay ve daha iyi yapılabilirmiş, falan, filan. Yeniden köprü atacak. Yenileri tabii ki pahalıya oturuyor. Onun için bunları satmak istiyorum. Ne yapalım, üstünü de biz tamamlarız artık. Diş dediğin kolay yapılmıyor.
Kuyumcu az konuşan ve işinin ustası olan bir adamdı. Kaplamaları alıp baktı. Terazisinde tarttı. İlgisizce öl.tü. Kasasını açarak saydığı paraları tezgahın üzerine koydu:
- Yüzeli lira.
Dedi. Tutumunda öyle bir kesinlik vardı ki; insanda, ilk direnişe karşı ‘Al dişlerini’ diyecek kanısı uyanıyordu. Bunu anlayan genç kadın hiç direnmedi. Paraları çantasına koydu. ‘Mersi’ diyerek çıktı.
‘Dünya ne kadar garip… Damaklarıma iğneler batıran adama, dişlerimi söken adama, onları, dişlerimi satın alan adama ‘Mersi’ demek zorundayım. Zorluklar, zorluklar, zorluklar içindeyim. Biz doğru insanlarız. Zararsız insanlarız. Kimsenin damaklarına iğneler batırmıyoruz. Kimsenin dişlerini sökmüyoruz. Kimsenin dişlerini alıp kasamıza koymuyoruz. Zavallı insanlarız; Nazımız ancak kendi dişlerimize geçiyor. Tanrım bize yardım et. Tanrım yardım et bize. Kapılarımız tüm kapandı. Tek açık kapımız kalmadı. Tanrım bize yardım et. Mümkünümüz tükendi. Yardım et bize, yardım et.’
Hiçbir yerde oyalanmadan doğruca işine geldi. Ayrıldığından çok daha solgun, çok daha yorgun, çok daha tükenmiş olarak.
‘Kafeste uzun yıllar tutsak yaşayan kurt, hala kendini kurt zannederse; yazık. Özgürlüğünü verseler, kaldırıp başka kurtların arasına salsalar, kurtlar onu it diye parçalar. Böyle kafesteki tutsaklığını, öyle verilmiş özgürlüğe değişmez. Kubi ‘nin sözü. Önce söyler, sonra eklerdi ‘Bu doğru’ diye. Kafeslerde yaşayan o tutsak yaratıklar gibiyim. Buraya, bu kafese alışmışım. Buradan ayrılınca, bu tutsaklıktan o özgürlüğe çıkınca beni parçalıyorlar, dişlerimi söküyorlar… Mecburum; aylığım yok, evliyim; evim, kadınım; kadınca üstüm-başım yok.’
Gözleri sisler arkasından bakıyor, gözpınarları alev alev yanıyor, yanıbaşı torbalarla, çuvallarla, kolilerle tıkalı camsız masasında, tepeleme yığılmış olan biçim biçim, renk renk zarflara mekanik hareketlerle damga vuruyor, sepetlere dolduruyordu.
Bir ara şefi yanına geldi:
- Sana bugün bütün gün için izin vermiştim, a kızım. Ne kadar inatçısın sen. Geçti mi dişlerin? Önemli miymiş?
- Genç kadın başını kaldırmadı ve işini bile bırakmadı düşünmedi:
- Değilmiş.
Şef:
- Soğuğa dikkat et aman aman.
Diyerek ayrıldı.
Akşama yakın, tam paydos saatinde kocası geldi. Genç kadının ilk işi, uydurma bir sevinçle çantasındaki yüzeli lirayı çıkarıp:
- Bak Kubi… Demek oldu. Fazla çalışma parası aldım bugün. Tam yüzeli lira.
Delikanlı paraya bakmadı. Elini sürmedi. Söylenenleri duymadı. Kendi kendisinin içinde yaşıyor gibiydi. Gözleri kırpılmıyordu. Ayakta durmasa, çoktan ölmüş olduğu kanısı uyanabilirdi.
Genç kadın paraları çantasına koyup masasını topladı. Yıkanmaya, taranmaya, süslenmeye gidenlerin arasına karışmayı bile düşünmedi. Olduğu gibi erkeğinin koluna girdi. Sokağa çıktılar.
- Rica ederi, Kubi. Kendini toplamalısın. Yaşantıma umut veren, renk veren sensin. Unutma. Sensiz ben yokolurum, tükenirim. Dayanıklığını yitirme. Bırakma kendini. O korkunç yağmurlu, o sınavı kazanamadığın korkunç uğursuz günü asla unutamayacağım. Sellere kapılıp sürüklenmiş, taşlara taşlara, su içinde biryerlerde kayalara kayalara çarpmış gibiydin. Ciğerlerin hastalanacak, öleceksin diye eridim, tükendim. Başarısızlıklar, başarılar, doğumlar, ölümler hep insanlar için. Yoksulluklar, sıkıntılar hep hep hep insanlar için. ‘Kırkayağın bir ayağını kırsan gene otuzdokuzuyla çırpınır.’ Demez miydin? Hemen arkasından da ‘Bu doğru’ demez miydin? Demez miydin Kubi, demez miydin? Direneceksin. Dayanacaksın yoksulluklara. Biz birlikte dayanacağız, birlikte katlanacağız. Biz kırkayağız Kubi. Kırkayağız. Birçok ayaklarımızı kıracaklar, gene birçok ayaklarımızla çırpınacağız… Birçok ellerimizi, birçok kollarımızı kıracaklar, biz gene ellerimizle, biz gene kollarımızla çırpınacağız, Kubi.
Delikanlının sesi derinlerden geliyordu:
Beni asıl tüketen; senin, yoksulluklara, sıkıntılara sızlanmadan katlanman, Minicik. Mertçe katlanman, erkekçe katlanman. Var isem sana borçluyum, soluk alıyorsam sana. Sana, senin sızlanmadan katlanmalarına, dolaşık açmazları çözmene. Büyülü eller gibi. Ben… Ben yeteneksizim. Ben düşüncemi, yeteneğimi yetmediği yerde yitirmişim.
- Sen çok yeteneklisin, Kubi. Çok derin düşüncelisin.
- Değilim. Şimdi şimdi düşünüyorum. Yüzyetmişbeşi ikiyle, dörtle, onla çarpıyorum, olumlu sonuca ulaşamıyorum. Piyangodan kazandığın para için hani. Piyangodan çıkan para, hiçbir tam biletin, hiçbir yarım biletin, hiçbir çeyrek biletin tam karşılığını tutamıyor. Piyangoda da bu tutara uyan başkaca bir kesirli ödül yok. Biliyorum Minicik; gene bir fedakarlık yaptın sen bana. Her zamanki övülecek, doğru ve namuslu fedakarlıkların gibi ama bilemiyorum, bulamıyorum. Gerçekten kutsal varlığımsın. Ama öğrenmek istiyorum bu fedakarlığını. Zira; fedakarlıklar ancak bilindiklerinde önem taşırlar, değer kazanırlar, unutulmazlar. Öğrenmek istiyorum. Daha bir üzülmek için, daha bir alev alev yanmak için. Seni fedakarlıklara itilmek zorunda bıraktım diye. Sana gerçek bir destek olamadım, seni kendi sıkıntılarıma ortak olmaktan kurtaramadım, seni kanatlarımın altına alamadım diye.
Gözleri kocasından bir saniye bile ayrılmayan genç kadın, sanki hiç önemli değilmiş gibi gülerek ve değer vermeyerek öğrenilmek istenenleri anlattı.
Delikanlı:
- Kahrolsunlar… Dedi. Eşime, güveyisinin gelini olamamış eşime, evinin hanımı olamamış eşime, daha hayata başlayamamış olan eşime, en kutsal gününün armağanını, işportacılar, kaçakçılar gibi kapı kapı dolaştırıp sattıran ejderhalar kahrolsunlar… Ejderhalar, Şahmaranlar kahrolsunlar…
Fatih ‘e geldikleri zaman hava kararmıştı.
Kapıyı açtıklarında ayaklarına sürünen kağıt hışırtılarını duydular. Genç kadın elyordamıyla kağıtları topladı. Gaz lambasını yakıp salona getirmek için mutfağa gitti. Petrol lambasının mutfaktan vuran zayıf ışığı altında, delikanlı ayakkabılarını çıkarıp masanın üzerine kapandı. Çığlığı tam bu masaya kapanış anında duymuştu. Önce yangın var sandı, sonra böcek. Genç kadın, gözleri yaşlar içinde ağlayarak elinde sallanan gaz lambasıyla birlikte mutfaktan çıktı. Gözlerini silmiyor, bir elinde lamba, obir elinde kağıt olduğu halde ağlıyordu:
- Kubi müjde… Kurtulduk Kubi… Yalansız dolansız kazandık bu kere Kubi… Kubicik biz kurtulduk… Boğuluyorduk el uzattılar, tükeniyorduk, kurtardılar Kubi…
Delikanlı şaşkına dönmüştü. Yerinden fırladı. Kağıdı kaptı. Sarı, solgun ışığın altında, ayakta ve birlikte okudular kağıtları. Çalışma Bakanlığı ‘ndan geliyordu. Delikanlının iş müfettişi yardımcısı olarak Sivas ‘a atandığı, en geç onbeş gün içinde başlamazsa; verilen bu görevi çevirmiş sayılacağı bildiriliyordu.
O kısa yazıyı kaç kaç kere okuduklarını, zarfa, resmi mühüre kaç kere baktıklarını kendileri de bilemiyorlardı. Arkalarını en yalçın kayalıklara, en yüce kalelere dayamış kadar güçlü, dinlenmiş, yenilenmiş hissediyorlardı kendilerini. Gözleri, petrol lambasının kirli sarı ışığında, en uzak, en karanlık duvarların arkasını görür gibi oluyordu. Ucuz petrol lambası arkalarında kalmış, genç kadınla genç erkeğin kara gölgeleri iki başlı dev bir kartal gibi duvarlara duvarlara vurmuştu. Duvarlar uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, kara kartal büyüdükçe büyüyordu.
Genç kanın taptaze, dupduru bir sesle:
- Bana bu akşam dışarıda bir yemek yedir ve beni sinemaya götür Kubicik. Dedi. Ben film bitinceye kadar gazoz içeceğim… Başlangıcından sonuna kadar… Meyveli meyveli gazozlar, buzlu buzlu gazozlar içeceğim ben…
Dedi.
(Devam edecek…) 19

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 29.6.2005 14:01:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu