Şahmaranlar(18) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(18)

7
‘Kadı olsam mahkemede duramam,
Müftü olsam maslahatı bulamam.’

Delikanlı avuçlarında duran seksen liraya baktı.
Yazılmasına çizilmesine nice yıllar ömür tüketilen, okutulup öğretilmesiyle, üniversitelerde, nice yıllar büyük adamlar yetiştirilen şu sekiz-on bilim eserinin gerçek değeri bu seksen lira mıydı?
Açmazlar içindeydi… Tutarı yoktu… Tükenmişti…
Kendisinin nice yoksulluklar karşılığı satın alabildiği bu son ders kitaplarını, eski yapıtlar alıp satan adamın açılan ellerine bıraktı. Onun bunları ‘zaten bulunmuyor.’ Diye öve öve nasıl başkalarına satacağını ve karşılığında nice seksen liralar kazanacağını çok iyi biliyordu. Fakat elinden gelebilecek bir şeyi yoktu.
‘Nasıl olsa sınavı kazandım. Yaşadığımdan kuşkum var, sınavı kazandığımdan kuşkum yok. Nasıl olsa formalitelerimi hep tamamladım. ‘Hı’ der demez işe gireceğim. Yüksek yüksek, dolu aylıklar, şunlar*bunlar alacağım.’ dı.
Paraları cebine koydu, yürümeye başladı.
Sınavları tüm bitmişti. Şimdi ders çalıştığı, kafa yorduğu, üzüldüğü yoktu. Sadece, gündüzleri eşinin evde uyuduğu saatlerden, geceleri işe götüreceği saatlere kadar kiralık ev arıyordu.
‘İpini-sapını koparan, yatağı-yorganı sırtlayan İstanbul ‘a kapağı atıyor, onun için de ev bulmak arslanın ağzından lokma kapmakla ayni kapıya geliyor.’ du.
Çoğunlukla, bugünkü durumlarına uygun ev bulunmamaktaydı. Bulunanlar, ya çok çok uzak, ya çok çok yıkık-dökük, ya da çok çok pahalıydı. Birçok ev sahipleri ise, hem çok yüksek kiralar istiyor, hem de altı aylık-bir yıllık peşin ödeme yapılmasını koşuluyorlardı. Zincirlikuyu ‘da, Kasımpaşa ‘da, Eyüp ‘te, Kumkapı ‘da bulduğu mağaralardan, içinde birkaç aileyle ortak yaşanan yoksulluk yuvalarından kendi de korktu. Sokaktaki mutlu aydınlığa çıkınca, kanserli, cüzamlı, veremli ve firengili hastaların arasından kaçıp kurtulmanın sevincini duydu. Varlıklının varlığından, yoksulun yoksulluğundan çekip kaçabildiği halde, kendi açmazlarından, kendi tükenmişliklerinden kaçamıyor, kurtulamıyordu. Bir yerdeki açık elleri bağlı oluyordu. Bir yerde, özgür ayaklarına paslı ağır gülleler asılıyordu.
‘Tutmuşlar bizi, kaplumbağa gibi, bombeli kabuğumuzun üzerinde ters çevirmişler, elin de özgür, ayağın da demişler.’ di.
‘Ellerimiz de özgür, ayaklarımız da. Gerçekten özgür. Ama çırpınmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Sadece debeleniyoruz. Yardım et bize Tanrım. Bombeli kabuğumuzun üstüne dikilmişiz, düz dönemiyoruz. Yardım et bize Tanrım. Kaderimize razı olacak hale gelmeden yardım et.’
Delikanlı içine dönmüştü. Çevreyle olan ilgisi bilinçaltının izin verdiği kadarcıktı. Bilinçli bir içe dönüşle, akıllı bir kendini dinleyişle akılsız bir organizma gibi yürüyordu.
‘Ben bir organizmayım. Ben terliksi hayvanım. Ben Amip ‘im. Nemli alanlarda çırpınan amipler gibiyim. Yalancı ayaklarım var lop lop, yaprak biçimi. Vücudum çıplak. Tatlı sulardan, tatlılıklardan hoşlanan amipler gibiyim. Bölüm bölüm bölünüyorum Tanrım, dağım dağım dağılıyorum, koful koful, diş diş parçalanıyorum.’
Biryerlere girdi, çıktı, birilerine birkimselere birşeyler sordu, dinledi, bir şeylere kaş çattı, surat astı, biryerlerden kaçım kaçım kaçtı.
‘Toplumu, uslu ve kaderine razı toplum haline getirmenin en iyi yolu, çocuklarını öğrenimle oyalamak… Öğrenimlerle… Uzun uzun, çok uzun öğrenimlerle… Temelde beş para etmez öğrenimlerle… Kendini otuz yaşlarında ve bomboş olarak sokakta buluncaya kadar öğreteceksin… Ekmeğe pepe, aya dede, ite-köpeğe, ayıya-kurda, aslana-kaplana kardeş dediği günden alacaksın kanatlarının altına… Öğreteceksin… her şeyi öğreteceksin… Aç kapıyı bezirgan başı nasıl oynanır, onu öğreteceksin… Ayni atasözü on sayfa dolusu nasıl yazılır, onu öğreteceksin… Müzik öğreteceksin, resim öğreteceksin, jimnastik öğreteceksin, tarih, coğrafya, resim-elişi öğreteceksin… Hal ve gidiş ‘ine pekiyi vere vere, diş koruması ‘na pekiyi vere vere öğreteceksin… Afrika ‘nın Senegal ormanlarındaki bataklık gölün adını öğreteceksin… Kanuni Zapolay Yanoş ‘u işediği yere kadar nasıl kovalamıştır, onu öğreteceksin… Muhammed Ali Klay kadar yaman boksör oluncaya, vurdumu adamın suratını dağıtıncaya kadar jimnastik öğreteceksin… Motzart kadar müzisyen oluncaya kadar müzik, Leonardo da Vinçi oluncaya kadar resim, Rodin oluncaya kadar heykeltıraşlık, Victor Hugo oluncaya kadar edebiyat, Büffon oluncaya kadar tabiat, Naima oluncaya kadar tarih öğreteceksin… Sonuna kadar öğreteceksin… Ömrü vefa edinceye kadar… Otuz yaşlarında kendini sokaklarda bomboş buluncaya, yoksulluğun tikleri yüzünü, vücudunu süsleyinceye, kendine güveni, başkalarına inancı kalmayıncaya, beyni sulanıp mantarlaşıncaya, omuriliği küfleninceye kadar öğreteceksin… Öğreteceksin ve ‘İşte bilim budur.’ Diyeceksin… Öyle öğreteceksin ki; her şeyi öğrendiğini sandığı halde, Zair ‘in nerede olduğunu, televizyonun nasıl çalıştığını, lambaları söndüğünde sigortasının nasıl bağlanacağını, tereyağının içine neden patates katılmaması gerektiğini, buğdayını yediği Kanada ‘nın bayrağının ne biçim olduğunu bilmeyinceye kadar öğreteceksin… Öyle öğreteceksin ki; yabancılar, kendi ülkesinin başkentini bilmedikleri zaman, yerini çıkaramadıkları, bayrağını tanımadıkları zaman bunun nasıl olabildiğine şaşamasın… Öğreteceksin, sen işte böyle öğreteceksin, çok çok öğreteceksin… Ömrü öğrenimlerle tükeninceye ve seni asla rahatsız edemeyecek durumda kalıncaya, hiçbir değer hükmü sahibi olamayıncaya kadar öğreteceksin… Sonunda herkes büyük adam pozuna girinceye kadar öğreteceksin… Gerçekte küçük olan çok büyük umutlarla besleye besleye öğreteceksin… Hem her şeylerini tüketinceye, hem kazanamayıncaya, hem de sonunda hiçbir şey bulamayıncaya kadar öğreteceksin… her şeyi, otu-çöpü bırakmayıncaya kadar her şeyi sen öğreteceksin… O her şeyi senden, sadece hiçbir şey öğrenemediğini kendinden öğrenecek… Ve lanet edecek… Lanet edecek… Lane…tede…cek… Lane-tede-cek… Lane-tede-cek… Lane-tede-cek…’
Başını hayallerin gerçeğe dönüştüğü sınırdan kaldırdı: Sirkeci ‘den gelen banliyö treni Bakırköy ‘e doğru gidiyordu.
Delikanlının İstanbul ‘da aramadığı yol-sokak, cadde-bulvar, tarla-tapan kalmadı. Gözündeki gözlükleri dolaplarda arayan adam gibi, en sonunda, oturduğu evin yakınında, Fatih ‘teki Dülgeroğlu Sokağı ‘nda bir ev buldu.
Yeni yapıydı. Dışı henüz sıvanmamıştı. Altındaki dükkanları oto tamircileri atölye yapmışlardı. İkisi büyük, biri küçük, üç odalıydı. Büyük odalar geniş bir salona camlı kapılarla açılıyorlardı. Antresi yoktu. Dış kapı hemen salona bitiştirilmişti. Salondan dibe doğru başlayan koridorun sağında modern bir tuvalet, solunda dar fakat dolaplı, davlumbazlı, iri pencereli, fayans döşeli bir mutfak vardı. Koridorun ilerisinde modern bir banyo salonu yer almaktaydı. Küçük oda banyonun yanına yapılmış olup evin ana bölümüne uzakça kalıyordu.
Delikanlı ürkmüştü. Ev sahibiyle iş olsun diye konuşuyordu. Ev sahibi uzun boylu, esmer, zayıf, çok çektiği yüzünden belli olan bir adamdı. Beşyüz lira istiyordu, ayrıca da üç aylık peşin. Delikanlı ruhunu saran üzüntüden kurtulup bir an önce sokağa fırlamak için durumlarını kısaca anlattı. Sonra:
- Biz… Dedi. Beşyüze tutamayız. Hem de peşin olarak hiçbir şey veremeyiz. Nedenlerini anlattım. Sadece ilk aylığını verip hemen taşınabileceğim bir ev arıyordum.
Adam:
- Ne kadarlık bir ev?
Diye sordu. Delikanlı, sonunda yüzüne tükürülür korkusuyla fakat sadece düşünmek içinmiş gibi yaparak elini yüzüne dayadı:
- Üçyüz-üçyüzelli arası bir ev.
Dedi. Tüm yaşantısında bu kadar şaşırdığı yoktu. Adam tokalaşmak amacıyla kendisine el uzatmaktaydı:
- Delikanlı… Diyordu. Yaşım kırksekiz, Erzincan ‘lıyım. Adım Mustafa. Doğruluğun, mertliğin sevdalısıyım. Tahtakale ‘de küçük bir aşevi işletiyorum. Bu evi yeni yaptırdım. Borçla-harçla. Doksanbin lira daha da borcum var. Okuyamadım, okuyanlara taparım. Aldatıldım, aldatmayanlara şapka çıkarırım. ‘Beşyüz’ dediğim eve ‘Oldu’ deyip iki ay sonra kirayı ödemekte gerneşen adamlardan ben burada değil, memlekette yıldım. Bu evi sana üçyüzden veriyorum. Peşinat da istemiyorum. Ayın dolsun, kiranı sonra ver. Sadece, ki; öyle yapmayı düşünüyordum, dipteki küçük odanın kapı yerini koridordan öreceğim, kapısını benim evden açacağım ce sandık odası yapacağım. Bizimkinin de tek dileği buydu. Bu arada hem senin, hem benim, hem de onun gönlü olmuş olsun. Anlaştık mı? Sen sittiret hacı bilmem ne teyzeyi. Ben ters adamım ama insanım. Okuyan çocuğum var, çalışan kızım var. Ha. Benim oğlan kolejde. Yabancı dili sıfır keratanın. Madem ki biliyorsun, yabancı dil dersi de ver benim oğlana. Tabii parasıyla. Yani; kiraya sayışırız. Sayende pencere açsın batıya, uygarlığa. Aydınlık aydınlık pencereler. Ben karanlıklarda yol bulamadım, boğuldum, tıkandım, aydınlığı severim. Bak, odaların pencerelerini de ne büyük yaptırmışım. Evi aydınlık olmayanın ruhu, düşünceleri de aydınlık olmaz. Ha ‘di, bugün taşının. Topla gel kırığını-döküğünü. Hiç utanma. Namussuzlar konforlu başlarlar hayata.
Evden inanamadığı bir mutluluk içinde çıktı. Eşine müjdeyi ulaştırdı. İlgililere durumu duyurup genç kadına izin aldılar. Mahalleli öte-berilerini görmesin diye gece karanlıkta taşındılar. Kamyonet kiralayamadılar. Eşyalarını birçok gidiş-gelişlerle kendileri taşıdılar. Divanlarının şeker sandıklarını kendileri götürdüler. Genç kadının tahtaları kağşamış çeyiz sandığını bir hamal yüklendi. Taşınacak bir şey kalmayınca, içinden çıkacak oldukları evi silip süpürdüler. Süpürgelerini bir gazete kâğıdına sarıp aşağı indiler. Amaçları Hacı Hanife Hanım Teyze ‘nin elini öpüp helalık almaktı. Çivit rengi gözleri şaşkınlıktan iri iri açılan yaşlı kadın ‘Islak’ diyerek elini vermedi. Elektriklerini, su borçlarını çarpıp bölüp ödediler. ‘Hacı Hanife Hanım Teyze, acaba seni bilmeden gücendirdiğimiz, rahatsız ettiğimiz gün falan oldu mu? Olduysa bizi bağışla.’ Diyip sokağa çıktılar.
Birkaç yıllarının geçtiği pencereleri karanlık barakaya baktılar. Acı-tatlı anılarla dolu barakalarından uzun süre gözlerini ayıramadılar. Gazeteye sarılı süpürgeyi koltuğunun altına sıkıştırmış olan genç kadın ağladı. Delikanlı buğulu gözlerini saklamak için başını çevirdi. Yürüdüler.
Elektriği henüz çekilmemiş yeni evlerindeki ilk zeytin- ekmeklerini petrol lambası ışığında, ayakta yediler. Genç kadın o gece gün ışıyıncaya kadar yaş bezlerle taş-tahta sildi. Öteyi-beriyi yerleştirdi. Tahta bezini mutfağının parlak fayanslarında gezdirirken şımarık çocuk pozlarıyla:
- Benim fayanslı mutvağım vay… Yani ben büyümüş, ev hanımı olmuşum da, sen bana banyolu, mutvaklı ev kiyalamışsın, de mi?
Diyordu. Delikanlı gülmekteydi:
- Evet ama şımayma… Sen akıllı çocuksun, şımayma…
- Şımayıcam işte, şımayıcam işte… Ben şımayıcam… Benim fayanslı mutvağım vay, benim sıcak-soğuk yemek pişiyecek mutvağım vay, benim banyo odam vay, benim odalayım vay… Yaaa… He bi şeyim vay benim…
Odaların pencereleri çok büyüktü. Eski perdeleri aşırı ufak gelmişti. Pencerenin birine iki beyaz yatak çarşafı astılar, obirini gazete kağıtlarıyla perdelediler.
Eski evlerindeki çile tamamlanmamıştı. Yeni evlerindeki ilk umut kırıcı haberlerini, eski evlerinden sorulunca verilen birikmiş mektuplarla aldılar. D.D.Y. ‘Biz müfettişlerimizi kendi yetenekli personelimizden alırız.’ Yani; ‘Siz bize yaramazsınız.’ Diyordu. Gümrük ve Tekel Bakanlığı, müfettişlerin sınavla alındıklarını, sınavın kadrolarla ilgili olduğunu, ne zaman gerekli görülüp açılacağının bilinemediğini bildiriyor, ‘Öğrenim durumunuz ve yeteneklerinizle orantılı kazanılmış hakkınız olan dörtyüzelli lira barem içi aylıkla ve memur sıfatıyla işe alınma olanağı vardır.’ Diyerek bir iş isteme kağıdı gönderiyor, bu kağıttaki notta da ‘İşbu iş isteme belgesi, istek sahibine mutlaka iş verilmesini gerektirmez.’ Deniliyordu.
Delikanlı bu kağıda sonraki günler de bakmak istemedi. Baktıkça, dirseklerindeki, kollarında, bileklerinde, ellerindeki can parmaklarının uçlarından çekiliyor, bu duyuruyu bilen başıboş bir arkadaşının hayali gözlerinin önüne karabulutlar gibi oturuyordu:
‘ Amaaan. Kubi… Yüksek öğrenim dediğin, kazanılmış hak dediğin, üç yabancı dil dediğin de bu mu? .. Onların sana vereceği aylığa, kahvede poker oynarken ben ‘Bob’ diyorum… Gel oğlum, benim yanımda erketeci olarak çalış, sana her hafta hem bir onca aylık, hem de aylığın kadar ek ödeme vereyim… Sen onca yaşantını ayda dörtbuçuk almak için mi tükettin? .. Onca öğrenimi onun için mi yaptın? .. ‘Havaryu? ’ dedinmi, ‘Ayem going Nat Pinkerton’ diyen adamlar, Kapalıçarşı ‘da ayda beşbine ‘Para’ demiyorlar.’
Düşünmek istemiyordu. Kazanacağını kazandığı, yolunu-geleceğini nasıl olsa çizdiği için düşünmek istemiyordu. Düşünecek başka açmazları vardı. Yardım Sandığı ‘ndan, olağanüstü durumlarını ve halen mevcud borçlarını göz önüne alarak topu topu ikiyüz lira göndermişlerdi. Bu borç da obir borcun üzerine binmişti. Önceki borç zaten aylıktan kesilmekteydi. Bu yenisi de ayda kırkar lirayla taksit taksit kesilecek, bunun normal sonucu olarak eşinin almakta olduğu aylık iyiden iyiye azalacaktı.
Ev sahibine gidip köpekler gibi yalvarmak ve içinden taşanları söylemek istiyordu:
‘Sen bizi bağışla. Divan yaptığımız tahta şeker sandıklarımıza, pencerelere gerdiğimiz yatak çarşaflarımıza, gazete kağıtlarımıza, gazocağımıza, petrol lambamıza, plastik çay tabaklarımıza, naylon maşrapamıza, cam kavanozun dibindeki beş-on zeytinimize, tahtaları kağşamış çeyiz sandığımıza, ayakkabılarımızdaki kınnaptan bağlarımıza varıncaya kadar, hepimizi kapıya, sokağa at. Biz bu kirayı ödeyemeyeceğiz. Sen benim üniversite bitirmişliğime işe, yabancı dillerime tükür ve bizi kapıya at. Ben senin gibi düzgün ve mert bir insan, iyi bir aşçı bile olamadım. Ben okullarda yemek pişirmesini, bulaşık yıkamasını, ac insanları doyurmasını öğrenemedim. Ben başkalarına faydalı olmasını öğrenemedim. Ben bir şey öğrenemedim, bir şey olamadım. Ömrüm boyunca başkalarından, kişinin kendiliğinden yapabileceklerini öğrendim. Simitçinin ekonomisini açık bir görüşle anlatabilmek için Edım Smit ‘in boşboğazlığına gerek olmadığını kimsenin yardımı olmadan anlıyorum artık. Simitçinin bunları Smit ‘den daha iyi bildiğini şimdi anlıyorum. Ben bunları anlıyorum. Ne yazık ki; dayanıklığımı yitirdikten, yaşantımı, kendiliğimi, içimdeliğimi tükettikten sonra anladım.’
Hava bozuktu. Gökyüzüne öbek öbek yağmur bulutları toplanıyordu. Deniz kabarmıştı. Kenarlarda biryerde, rıhtıma bağlı bir mavna, dalgaların üstünde bir inip bir kalkıyordu. Sular, zerreleriyle birbirine yapışmış, birbirine perçinlenmiş, koyu maviden siyaha dönüşen, bir deniz dolusu yoğun bir sıvıyı andırıyordu. El daldırıp çıkarsan; iplik iplik, lif lif uzanabilirmiş gibi bir görünüşü vardı.
Ayakları umudunu başından daha iyi biliyormuş gibi, kendisini çekmiş çekmiş, sınava girdiği kurumun önüne getirip bırakmıştı. ‘Sonuçlar belki açıklanmıştır.’ Umuduyla binaya girdi. Duyuru tahtalarını gözden geçirdi. Bunu yapınca umudu daha bir kırıldı. Sonuçlar daha asılmamıştı. Merdivenleri inerken birisi omzunu tuttu:
- Kubi.
Başmüfettişti. Delikanlının morali düzelir gibi oldu.
- Ne arıyordun buralarda?
- Belki sonuçları öğrenirim diye gelmiştim.
- Öğrenemedin mi?
- Daha ilan edilmemiş.
Başmüfettiş derin bir sıcakkanlılıkla koluna girdi:
- Hiç dayanıklı değilsin, Kubi. Direnişin az. Sabrın eksik. Kendine güvenin kalmamış. Olaylara çabuk tepki gösteriyorsun. Sonuçların asılmamış olması bir olaydır, senin bu derece üzüntülü görünmen tepki. Bunların nedenlerini ben biliyor ve değerlendiriyorum. Sıkıntıda, yoksullukta da olsan, bu derece üzülmen yersiz. Zira; senin şu veya bu gün öğreneceğin sonuçları biz sana zaten önceden söyledik. Biz; bu işin kompetanları, yetkilileri. Gel benimle. Seni, yarınlara da bırakmadan açmazlardan kurtarmak isterim. Sonuçlar buraya daha bildirilmedi ama Ankara bilir. Kesinleşmiştir merkezde. Telefonla ararız şimdi. Sen çayını içinceye kadar. Yalnız çayı çok içeyim deme de, öğrenince başarıyı birlikte kutlayabilecek yerin kalsın. Hanımdan izin belgen vardır, nasıl olsa. Sen taşralısın. Kazak erkek sayılırsın. ağabeyliğe boşver. İçer içer kutlarız. İki meslekdaş olarak. Şimdi göreceksin; en baştasın Kubi. İkinci de olsan vız gelir ama hakkını yemiş olurlar.
Kapısını açarak delikanlıyı odasına aldı. Maroken koltuklardan birine oturttu. Zile basıp odacısına çay söyledi. Otoriter bir tutumla, Ankara ‘daki merkezin sınavla ilgili bölümünü bağlamalarını santrale buyurdu. İvedilikle bağlantı kurulmazsa hoşuna pek gitmeyeceğini söylemeyi de unutmadı. Telefonu kapatınca delikanlıya sigara uzattı. Delikanlı almadı. Çayları geldiğinde, gülerek ‘Bizim Cemil’ den sözediyorlardı.
Ağır perdeli pencerede, çiselemeye başlayan yağmurun pıtırtıları vardı.
Başmüfettiş pencereyi açtı. Açık pencerenin önünde durup dışarı baktı. Pencereden saldıran ıslak bir toprak ve ot kokusu odayı dolduruyordu.
- Yağmuru severim Kubi. Babamla yalınayak yol teperken, sellere dönen su damlalarının sarp kayaların oluklarından şahlana şahlana döküldüğünü gördüğüm günden beri. Islak saçlarımın alnıma, yüzüme, yanaklarıma yaş yosunlar gibi yapıştığı günden beri.,
Delikanlı tamamen açılmıştı.
Çok konuştular. Sonra telefon çaldı. Başmüfettiş ahizeyi alıp masasına oturdu:
- Evet. Bağlayın. Alooo… Ha Reşat, sen misin? Başmüfettiş Turhan… Mersi, iyiyim… Sen de iyisin tabii…
Delikanlı kalbinin çarpıntıları belli olmasın diye kollarını göğsünde kavuşturdu.
Telefon konuşması sürüyordu:
- Elbette, bugün geliyordur… Neyse, biz onu beklemek istemedik… Sizinkiler nereye asıldı? .. Birinci kattaki duyuru tahtalarına mı? Aman iyi iyi… Elbette… Biliyorum, biliyorum senin sınav işleriyle ilgin olmadığını… Kim olursa olsun, adamı ne yapayım? .. Bize duyuru çizelgesi yeter, duyuru çizelgesi… Çek nazımı… Kendin bizzat inip bakacaksın ha… Sen de tanırsın canım: Bizim Cemil ‘in yanındaki o ateş oğlan… Kazanıp kazanmadığına, yani çizelgede adının olup olmadığına, daha açıkçası, kaçıncılıkla kazandığına bakacaksın… Reşat kafanı kırarım ‘İkinci sırada’ falan dersen… Çocuk yüzüme tükürür benim… Tabii burada, yanımda… Ağzıma, ağzımın taaa içine bakıyor heyecanından… Ben kendisine birincilikle kazanacağını söyledim… Evet, sınav salonunda kağıtlarını okuduktan sonra… Evet, adını falan yazdırayım…
Başmüfettiş ahizeyi eliyle maskeleyip delikanlıya soyadını ve sınav kartının numarasını sordu, ağrendi, aktardı:
- Elbette… Oku yazdığını… Evet… Evet… Tamam işte bu… Haydi Reşat, bizzat senden alayım birincilik müjdesini… İstesen de ayrılmam; telefon başında bekliyorum…
Başmüfettiş bu kere elini ahizeye kapatmadan koltuğunda döndü. Delikanlıya birşeyler anlatmaya başladı. Delikanlı anlatılanları duyuyor fakat anlıyamıyor, başmüfettişi, odayı, odadaki eşyayı, pencereyi, ince ince odanın içersine çiseleyen yağmuru görüyor fakat değerlendiremiyordu. Vücudunun tüm sinirleri ahizeden bir merkeze bağlanmıştı.
Telefonda bir pıtırtı oldu. Başmüfettiş:
- Alooo… Dedi. Evet Reşat… Baktın… Zahmet oldu, teşekkürler… Evet adı, soyadı, sınav kart numarası öyle… Nasıl? .. Reşat nasıl? .. Çizelgede, kazananlar arasında böyle bir ad, böyle bir numara yok mu? .. Hııı… Nasıl? .. Kazanamamış mı? .. Birinci sırada olması gereken en sonuncu sırayla dahi kazanamamış mı? ..
Masanın parlak kalın camına bir yumruk indi.
- Olamaz bu… Olamaz… Bu kadarı olamaz… Bizde olamaz… Sen, Kubi… Sınav kağıtlarına adını kurşun kalemle mi yazdındı, mürekkeple mi? .. Olamaz… Bu kadarı, böylesi olamaz… Bizde olamaz…
Başmüfettiş kendi kendine konuşuyordu. Salonda tekti. Masaya inmiş olan sağ yumruğu kesilmişti. Kan, kırılan camlar altından çıkmış resimli kartların üzerindeki peyzajlara, kayalıklara, köprülere, denizlere ve camilere damlıyordu. Masanın camı, merkezden çembere çizgilerle dağılmış, ayrılmış, uçları hançerler kadar sivri parçalara bölünmüştü. Kırşehir ‘in yeşil-kahverengi Terme taşından bir vazo, masanın dibinde ikiye bölünmüş, yatıyordu. Vazonun bombeli yanları üzerine düşmüş parçaları, tersine döndürülmüş kaplumbağalar gibiydi. Ak çiçekler üzerindeki çiğler gibi. Fakat kırmızı.
Başmüfettiş, ivedi vuruşlarla, her inip kalkışında tuşları, klavyeyi kırmızıya boyayan kanlı vuruşlarla, daktiloda bir parşömen kağıdı dolduruyordu:

‘…den, …dan, …den…, dan; istifamdır.’

Uzandı, kanlı elle zile bastı. Hiçbir şey anlamayan, şaşkınlıktan gözleri büyümüş odacıya makineden hırlatarak çıkardığı kağıdı verdi:
- Bunu kaleme kaydettirip ilgilisine ver, bana kaydını getir…
Yerinden kalktı. Kanatları açık yağmurlu pencerenin önüne dikildi. Bacaklarını makas gibi yanlara açtı ve kanlı eliyle dışarı baktı. Çiseleyen yağmur saçlarına saçlarına vuruyor, ak-pak saçlarını yüzüne yüzüne, şakaklarına şakaklarına, yanaklarına yanaklarınai alnına alnına ıslak yosunlar gibi yapıştırıyordu.

- Ben yağmuru severi… Diye mırıldanıyordu. Islak saçlarımın alnıma yosun gibi yapıştığı o günden beri.
(Devam edecek…) 18

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 28.6.2005 17:03:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu