6
‘Yüzüğümün al kırmızı taşı var,
Hep ellerin yareni var, eşi var,
İkimizin ne gülmedik başı var.’
Başka salon olmadığı için müfettiş yardımcılığı sınavı kurumun lokalinde yapılıyordu. Adaylar, başka zaman çay-kahve servisi yapılan masalara dağılmışlardı. Salonda çok ciddi bir atmosfer vardı. Bilen bildiği, isteyen istediği yere oturamamış, oturanları da sınav denetçileri dağıtmışlardı. Her sınavda olduğu gibi bu sınavda da, yoklamalar, duyurular, gösteriler, uyarılar yapılmış, sonra sınav koşulları herkese eşit uygulanmaya başlamıştı. Sınav denetçileri, denetimlerini görevlerinin gerektirdiği en iyi biçimlerde yapıyor, üzüntü konusu olacak durumların yaratılmasına açık kapı bırakmıyorlardı.
Başdenetçi, ön sırada, yüzündeki mutlu havasıyla harıl harıl yazı yazan, soluk bile almadan çala kalem giden yoksul fakat temiz giyinişli delikanlının yanına geldi:
- Sorular nasıl Kubi? Zor mu?
Diye sordu. Delikanlı saygıyla başını kaldırdı:
- Çok kolay Turhan Abi. Çok, çok kolay.
- Yardıma falan gereğin olmasın sakın.
- Asla.
- Biliyorum. Olsa da istemezsin. Yazın da güzel senin.
- Mersi.
- Hem de çok güzel. İnci gibi. Hukuktan mı mezunsun Kubi?
- İktisattan.
- Şaşılacak şey. Hukuk sorularını çok çabuk bitirmişsin. Hem de hepsini. Sınav süresi, senin gibi bilgili birine göre çok fazla anlaşılan. Görüyorum, çoklarına yetmeyecek bile.
- Mersi.
- Yaz Kubi, yaz. Başarılar.
- Mersi.
Delikanlı kağıtlarını çok çabuk bitirdi. Kontrol etti. Virgül hatası bile yoktu. Ayrıca çok büyük bir avantaja sahipti: Yabancı dil zorunlu olmamakla birlikte yapana öncelik tanınıyordu. Geriye çok fazla zamanı kaldığından, ilgili yabancı dili olan Fransızca bölümünü bitirmiş, İngilizce ve Almanca bölümlerinin soru kağıtlarından da alıp onları da kusursuz cevaplamıştı.
Durumu sezinleyen denetçiler, birbirlerine şaşkınlıkla ondan söz ediyorlar ve merakla başına dikilip tekrar tekrar gözden geçirmekte olduğu kağıtlarını okuyorlar, gelip birbirlerine övüyorlardı:
- Şaşılacak şey. Noksansız. Ayrıca üç yabancı dil. Kim bu? İnci gibi yazısı da fazladan. Hukukçu kadar hukukçu, iktisatçı kadar iktisatçı, yazar kadar kompozisyoncu, lektör kadar da yabancı dilci. Kim bu?
Kağıtlarını verip giderken arkasından sevgiyle ve kıvançla baktılar. Denetçi masası üzerine bırakılan bu ilk kağıtlara tamamlandığı saati yazdılar. Sonra her denetçi merakla kendi branşını ilgilendiren bölümü okudu.
- Üstün bir başarı. Böyle biri daha çıkacağını sanmam bu salonda.
Delikanlı sınav salonunun kapısı önünde ilk sigarasını yaktı. Sırtını beton duvara dayıyarak çektiği dumanı tavana tavana savurdu. Tüm yaşantısında bundan daha zevkli, bundan daha istekli sigara içtiğini hatırlamıyordu. Etkisini ve kesin kimliğini şimdi şimdi tanımaya başladığı bir heyecan, kalbine kalbine, başına başına, boğazına boğazına saldırıyordu.
‘Duyan-bilen olsa gülerler. Heyecan dediğin sınava girerken çekilir. Bu benimki çıkınca çekilen cinsten. Bu anda bir çay olsa. Bir bardak, şöyle bir bardak, tek bir bardak, sıcak sıcak, soğuk değil ha, tek bir bardak sıcak çay olsa; uuuuh, nasıl içerim.’ di. ‘Ağzımın içi çiriş çanağına dönmüş.’ tü.
Duvarların bu kesimi koyu mavi plastik badanalıydı. Koridorun dip penceresinin ancak altını aydınlatan güneş, dolaylı olarak karşıdaki duvara vuruyor, boya üzerinde yansıyarak kaypak beton zemine düşüyordu. Beton zeminde annesi oturuyordu. Soğuk betonlar üzerinde annesi. Tam karşısında. Dizleri üstündeki son beşiğine elindeki çay kaşığıyla mama yediriyordu. Çayın içine ufalanmış ekmekten ibaret bir mama. Son beşiğin ağzı küçücüktü. Çay kaşığı dolusu mama ağzından kaçıyor, her kaptırılışında ham humlayarak boğula boğula yiyordu. Zira; kadının bakışları tavana dikiliydi. ‘Allah senden razı olsun, Kubi… Tuttuğunu altın etsin… Yüce yüce basamaklara çıkarsın… Babanın yokluğunu belli etmedin… Bize yoksulluk duyurmadın… Kardeşlerine ve bu son beşiğe… Ah bu son beşiğe, son beşiğe… Bu son beşik Kubi ‘nin canını canını yesin…’ gibilerinden bir şeyler söylüyordu. Kubi mutluydu. Çok mutluydu. Çok çok mutluydu.
Delikanlı, ciğerlerini doldura doldura çektiği dumanı havalara havalara savuruyordu. Başını geri yatırdı, ağzını yuvarladı. Halka halka, kesik kesik birkaç duman çıkardı. Dumanlar tavana tavana gitti, dağıldı.
‘Kızılderililer işte böyle mektuplaşırlar.’
Yerinde duramıyordu. Ne yapacağını bilmiyor, karar veremiyordu. Koşmak, dışarı atılmak, sokaklarda bağıra bağıra seğirtmek, eve kadar yıldırımlar gibi gitmek, kapıları güüüm açarak eşine ‘Ben kazandım, Minicik… Biliyor musun, hiçbir aksilik de olmadı bu kere…’ diye bağırmak istiyor, gene de, bilmediği bir nedenle buraya, bu koridora, bu sınav kapısına bağlanıyordu. Bitirmiş birileri çıksın, kendisiyle sınav konularını tartışsın veya birileri, daha başka birileri kendisini buradan, bu sevimli yerden sille-tokat atsın istiyordu.
Salon kapısı açıldı.
- Kubi, seni burada bulacağımı biliyordum.
Kurumun başmüfettişi, sınavın başdenetçisi, Turhan Abi ‘si kapıyı kapatmış, yanında duruyordu. Delikanlı, taşralılara özgü, çok şeyi ayıp sayan bir saygıyla sigarasını arkasına sakladı, parmaklarını yaka yaka aralarında gizlice söndürdü.
- Seni candan kutlarım Kubi. Kağıtların çok başarılı. Okuduk. Bitmiş kağıtların sınav denetçileri yönünden okunması suç değildir. Sınav kurallarına aykırı değildir. Sınav yönetmeliğine ters düşen bir şey değildir. Okuduk. Yanlışın veya noksanın yok. Hiç yok. Sana bir şeyler yapmak isterim Kubi. Tümüyle yasalara, vicdanlara uygun şeyler. Uygarca bazı yardımlar.
Başmüfettiş burada bir bölük belgenin ve öte-berinin adını saydı. Sonra:
- Bunları… Dedi. Hemen bugün hazırla Kubi. Sıkıntıda olduğunu seziyorum ve atama formalitelerinin uzamasını, seni üzmesini istemiyorum. Tabii sınav kağıtlarına not verecek olanlar bizler değiliz. Kağıtları okuduktan sonra o notları merkez verecek. Fakat bu bir şeyi değiştirmeyecek: Epeyce atama yapacağız sınava girenlerden. Senin ataman en başta olacak. Bundan hiç kuşkum yok. Bunca yıllık denenmiş tecrübelerimi, iyi seçme gücümü sıfıra çıkaran bir yanlış veya birçok doğru notlamayla en son, en son ikinci sıraya düşebilirsin. Ondan sonraki sıralar, senin için asla asla söz konusu olamayacaktır. Onun için sonuçları resmen alıncaya kadar zamanın boş geçmesin. Sonucu duyurdukları gün hemen işe başlatabilelim istiyorum. Ayrıca Kubi, sana bir şey daha soracağım: Belki bilmiyorsun; bizde teftiş kurulu ikidir. Biri Ankara ‘da, merkezde, biri burada, İstanbul ‘da. Sen Ankara ‘da çalışmak yerine, burada benimle çalışmak ister misin?
Sevinç yumruk olmuş, delikanlının boğazını tıkamıştı. Olumlu anlam taşıdığını zar-zor sezinlediği fakat detaylarını kavrayamadığı bir şeyler mırıldandı. Başmüfettiş:
- Sana branşımızı çok iyi bir biçimde öğretmekle bir zamanlar bizim Cemil ‘e yaptığın erkekçe, mertçe hizmetlerin karşılığını verebilme fırsatını kazanmak istiyorum. Onun için sordum bunu. Dedi. Olumlu karşıladığına göre, deminki belgeler arasına koyacağın bir dilekçede bu durumu belirt.
Elini delikanlının omzuna koydu:
Şimdi git Kubi. Diye ekledi. Hiç vakit geçirme. Gir ve eşine de söyle, bu başarıya karşı sana bir gömlek alıp hediye etsin. Zira; müfettişler yakaları soyulmuş gömleklerle gezmezler, anlıyorsun ya. Ha ‘di, koş şimdi, müjdeni iste. Ve burada ayrılalım: Deveyi hamuduyla yutanlar bizi burada konuşurken görürlerse ‘İmdat… Bu adamlar burada pire yiyor…’ diye nağara atmasınlar.
Başmüfettiş sevgiyle delikanlının arkasından baktı, sonra henüz ikinci bir adayın bile çıkamamış olduğu sınav salonuna girdi.
Delikanlı koridorlardan, kapılardan nasıl geçti, merdivenlerden nasıl indi, kendi de bilmiyordu. Dışarıda bir güzel, bir sıcak hava vardı. Güneş, kenti daha bir hoş, daha bir canlı ışığa boğuyordu. Koşan bir çocuk, görmediğinden olacak ki; küt diye kafasını karnına vurarak geçti. Güldü. Çocuğun arkasından:
- Vay afacan, kaç kaç. Geliyor…
Diye bağırdı. Bir hamalın kaldıramadığı küfeye yardım etti.
- Haydi hooop, elbirliğiyle…
Diyerek yolda kalmış bir arabayı, uğraşanlarla beraber kenara çekti. Bilmediği yolu soran bir yabancıyı, ta sorduğu yere kadar götürdü. Meraklı ve kararsız bir kalabalığın ortasındaki denizden çıkarılmış yaşlı bir kadına masajlar ve hareketlerle solunum yaptırdı. Elleri çifte bastonlu, atakları sakat bir adamı, arabalar arasından sağa sola:
- Hooop dur… Görüyorsun; adam sakat…
Diye işaret ederek ve seslenerek karşıya geçirdi. Filesi yırtılan bir çocuğun dökülenlerini toplayıp dibini bağladığı fileye yerleştirerek eline verdi. Gözlüğünü evde unutmuş bir bayın, yere düşürdüğü bir bozuk parasını, taşlar ve çöpler arasında çömelerek aradı, buldu, uzattı. Nane şekeri satan bir yoksul kadının hasır sepetine beş liralık bir banknot atıp on kuruşluk bir büküm nane aldı ve yüzüne bakan bir çocuğun eline sıkıştırdı. Üzerinde ‘Vereceğiniz bir damla kan bir hayat kurtarır.’ Yazılı bir pankart bulunan binaya girip:
- Ama az alın; Çok zayıfım…
Diyerek bir tüp kan verdi, şaşkın teşekkürleri duymadan fırlayıp kapıdan savuştu. Kendini barakalarının önünde bulduğu zaman, şaşkın bir sevinçle:
- Bundan sonra insan olup arabaya binmeyeceğim, araba olup insanları bindireceğim sırtıma… Ben arabayım… Hiçbir araba benim gibi gidemez… Ben arabayım… Ben atım… Ben deveyim…
Diye bağırdı. Eve girdi. Merdivenin dibinden nağrasını attı:
- Minicik neredesin? ..
Tüm yaşantısında ilk defa, geldiği duyulsun, varlığı bilinsin düşüncesiyle ana kapıyı vurarak kapattı. Merdivenlerden üstü-başı yelpirdeye yelpirdeye aşağı uçan eşini kucakladı. Kürt kilimi serili, penceresine yeşil, uzun antenli, çokayaklı böcekler tırmanmış, kambur duvarlarının alçıları dökülmüş, bakımsız salonda, kollarını birbirlerinin omuzlarına atıp:
- Bir ayağında kundura… Bir ayağında kundura… Bir ayağında kundura… Bir ayağında kundura…
Diye diye oyun oynadılar. Hiç ‘Öbür ayağında da kundura’ sı olmayan bir oyun. Bir horon, bir bar, bir zeybek. Melodileri değişen, kuvvetlenen fakat güftesi değişmeyen, tek ayağı kunduralı bir oyun. Sonra Silifke melodileri, sonra Kars havaları, sonra Dadaş barları, sonra zeybekler, sonra Karadeniz oyunları, laz havaları. Çığlık çığlık, sekme sekme, nağra nağra, figür figür, desen desen, ipek ipek, renk renk, nakış nakış, gülüş gülüş, kaynak-oynak, naz naz, yiğit yiğit, kalkan kalkan, kılıç kılıç, davul davul, zurna zurna, tokmak tokmak, gayda gayda, tulum tulum, cepken cepken, puşu puşu, kuşak kuşak sayısız çizgileriyle Türkiye ‘yi bu ufacık barakaya dolduran fırtınalar içinde oynadılar.
Aşağı katta abdest almaya hazırlanan Hacı Hanife Hanım Teyze tavana bakıp:
- Kudurdular. Diye mırıldanıyordu. Evden zu babam atacağımı öğrenince kudurdular. Gırdılar gınava geldiler, kudurdular birbirlerine düştüler. Zaten kafalarında birer tahtaları eksik.
İki genç terler, gülücükler içinde yerdeki kilimin üzerine yıkıldılar.
Doğrulup bağdaş kurdular. Dizleri birbirlerinin dizlerine değiyordu, elleri birbirlerinin ellerindeydi. Delikanlı anlatmaya başladı. Sözleri eşinin sevinç çığlıklarıyla süslene süslene anlatıyordu. En sonunda:
- Dur aman Minicik, ben bir soluk alayım…
Diyerek kelimelerini, cümlelerini bitirip oturduğu yerde sırtını kambur duvara dayadı, ayaklarını uzattı:
- Şimdi söz yargının.
Genç kadın da eşini yansıladı: Sırtını kambur duvara dayayıp ayaklarını ileri uzattı. Gülüyor, gülüyor, gülüyordu:
- Yargı organı der ki; ‘Artık müfettiş beye gerçekten yakaları üzülüp soyulmamış şık bir gömlek, ak bir gömlek, karlardan daha ak bir gömlek gereklidir.’ Ve der ki; ‘Müfettiş bey evdeki kaç kuruşumuz varsa hepsini işe giriş formalitelerine harcayabilir.’ Ve gene der ki; 'Müfettiş bey her ne kadar müfettişse de, çalışan eşinin başkaca zamanı olmadığını göz önüne alarak kendilerine bir başka kiralık ev aramayı da unutmamalıdır. Tabii ucuzundan kiralanması yasalara ve iç tüzüğe uygun olacaktır.’ Yargı organı işte bütün bunları der ve ayrıca, müfettiş beyin hanımının, Yardım Sandığı ‘ndan gelecek borç parayı karşılık göstererek şefinden bir o kadarlık borç alabileceğini müjdeler.
- Ve savunma, yargının bu kararlarını saygıyla alkışlar.
- Öyleyse ha ‘di iş başına…
- Ve karavana başına…
Delikanlı mutfak perdesini savurarak açıp bir plastik çay tabağının içinde bekleyen, ceviz iriliğindeki iki bayat patatesi kaptı. Birini eşinin, obirini de kendinin ağzına tıktı. Boğula boğula, birbirlerini acıtmadan yumruklaya yumruklaya yediler. Genç kadın zar-zor seçilen bir sesle:
- Sırtıma vur, Kubi…
Diyebildi. Kocasının sırtına vurduğu bir-iki küçük yumruk sayesinde lokmasını zorlukla yutabildi. Sonra kahkahalarla gülmeye koyuldu:
- Bugün işe erken gitmeliyim… Saatinden çok önce… Sandıktan telefonla sormak istiyorum ne kadar borç vereceklerini… Soracağım, öğreneceğim ve parayı da acele telle göndermelerini isteyeceğim…
Çabucak sokağa çıktılar. Kocasının bir taksi çevirdiğini gören genç kadın:
- Ay ne yapıyorsun Kubi, sen? On liradan aşağı asla almaz bu…
Dedi ama çok büyük bir mutluluk ve gurur havası içinde de gülerek, kasılarak yürüyüp pırıl pırıl parlayan arabaya binmekten geri kalmadı.
Şoföre:
- Tophane PTT ‘sine lütfen…
Diye seslenen delikanlı eşine döndü:
- Bakanların gözleri de işine taksiyle giden bir memur görsün.
Dedi. Bir yandan bunları söylerken, bir yandan da şaşkın bakışlarla kendilerini izleyenleri inceliyordu:
‘Günde beş vakit okunmasına alışık olanlar, müezzinlerin minarelerden ünlediği ezana aldırmazlar. Ama günün birinde minarelerden ezan dışı bir şeyler bağırılırsa; toplum derhal bunun ne olduğunu öğrenmeye koşuşur.’
Arabanın rüzgarlı penceresinden cıvıltılı sevinç fısıltıları içinde dışarılara, çevrelerinde geriye doğru akıp giden şeylere bakan genç kadın:
- Kayışlara asılmadan, ayakta sallanmadan, kalabalık arasında sıkışmadan gitmek ne kadar güzelmiş, Kubicik.
Diyordu.
(Devam edecek…) 17
Kayıt Tarihi : 27.6.2005 23:06:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/06/27/sahmaranlar-17.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!