Şahmaranlar(15) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(15)

5
‘Zabah günü erken vurur duvara,
Gelin senin gocan neden avara? ’

Sarı saçları toz içindeki genç kadın çok bitkindi. Durumunu kocasına belli etmemek ve daima mutlu görünmek için büyük çaba harcıyordu.
- Kubi. Diyordu. Bu sabah otobüse binmeyelim. Zaten hiç yorgun değilim. Üstelik sana anlatacaklarım var. Saat daha dört. İşimizin adı ne? İstanbul ‘da çoluğumuz-çocuğumuz, anamız-babamız, yakınımız-makınımız mı var bekleyecek? Bir edi, bir büdü. Koskoca bir İstanbul, bir de biz ikimiz.
- Birbirimize yetiyoruz değil mi Minicik?
- Elbette yetiyoruz. Ben olmasam senin her gün her gün ta buralarda, Tophane ‘lerde ne işin var? Ben varım diye geliyorsun. Ta nerelerden. Hem de yaya.
Bir süre sustular. Kirli, kara sokakların ağarmasını seyrederek yürüdüler. Sonra, genç kadın çantasından kesilmiş bir gazete parçası çıkararak:
- Bak, sana gazeteden ne kestim, Kubi. Dedi. Kurumlardan biri müfettiş yardımcılığı sınavı açmış gene. Koşulları sana uygun. Kazananlara barem içi aylıktan başka, yeteri kadar üst dereceler ve otuzbeş lira gündelik üzerinden yan ödemeler verecekler. Bazı ayrı avantajlar da tanıyıp branşlarında ilerletmek için yabancı ülkelere gönderecekler. Sınav dersleri senin girdiklerinin ayni. Sınav sadece yazılı yani sözlüsü yok.
Delikanlı kupürü bir solukta okudu. Sonra:
- Minicik, sevgili Minicik… Dedi. Bu senin bana en büyük müjden oldu… Hemen bugün başvurmalıyım. Bankadan gider belgelerimi alır, buraya veririm. Ayrıca paraya, şuna-buna gerek yok. Sınav tarihi çok yakın. Çok iyi… Çok iyi… Çok çok iyi…
Konuşmadan biraz daha yürüdüler. Genç kadın umursamaz görünmeye çalışıyordu:
- Kubicik. Dün sen sınavdayken Hacı Hanife Hanım Teyze bize geldi.
Dedi ve önceden konuşulmuş olanları tümüyle anlattı.
Delikanlının gözlerinin önüne pencere tülleri gibi delikli delikli fakat kalın, fakat ilerisini hiç göstermeyen, fakat bir ciğerlik soluk vermeyen lif lif, iplik iplik, yumak yumak bir şeyler indi. Birbirine çitim çitim çitenmiş, birbirine kenet kenet kenetlenmiş, birbirine perçin perçin perçinlenmiş duvarlar… Arası-aralığı, duru-durağı, geçi-geçiti olmayan, sen gittikçe o gerileyen fakat gene varlığını, fakat gene etkisini sürdüren duvarlar… Işsız-ışıksız, kara kara duvarlar…
Duvarların arkasından biryerlerden, tanıdığı fakat sahibini bulamadığı, bildiği fakat sahibini göremediği bir ses geliyordu:
- Hacı Hanife Hanım Teyze dedi ki; Kubi, ‘Ya çıkarsınız, ya da kirayı yüz lira arttırıp üçyüz yaparsınız.’
Duvarların üzerinde bir baş belirdi. Sarı saçları torba, çuval tozları içinde kalmış, yüzü ıstampa mürekkeplerine boyanmış bir baş… Fakat sevimli, fakat tatlı, fakat insana bir çok yakın tanıdık gelen bir baş…
Duvarların üstünden kayboldu, gene göründü… Biryerlerden geri çekildi, başka biryerlerden yakım yakım yaklaştı… Titredi, belli belirsiz oldu, enginlendi… Bir anda her bir şeye dönüşebilen bulutları andırıyordu. Çisim çisim çiseleyen ılık yağmurlar gibi değdiği yerlerden bet-bereket fışkırtıyordu… Kara kara bulutları bereketiyle çizim çizim çiziyor, kesim kesim kesiyordu… Tam karşıda, duvarların ortasında biryerlerde, bıçaklanmış kesiklerden, tırnakları kırılmış, zayıf zayıf parmaklar çıktı. Kemiklerin yanlarına yanlarına pençe pençe yapıştı. İnsanı şaşkınlıkta bırakan bir çaba ve yetenekle duvarların kanatlarını kompartman kapıları gibi ite ite, kaydıra kaydıra yanlara açtı… Duvarların kanatları arasından oluk oluk, bölük bölük ışıklar içeriye vurdu… Gözleri ürperten bu ışık yağmuru arasında, saçları sarı yaldızlar içinde, yanakları ıstampa mürekkepli bir kadın duruyordu… Hiçbir şeyden yılmayacağını perçinleşmiş duvarları dağım dağım dağıtmasıyla kanıtlayan bir kadın… Solgun fakat kuvvetli, kirli fakat güzel.
- Neyin var Kubi? ..
- Tansiyonum düştü galiba… Ya da başım döndü… Öyle bir şeyler işte…
- Geçer şimdi. Duralım mı biraz? Oturalım mı biryerlere? Biryerlere, bu caddenin ortasına. Tam ortasına.
- Hayır yürüyelim.
- Aldırma Kubi. Yardım Sandığı ‘na bir daha yalvarırız, birkaç kuruş verirler. İki ay da dayanabilsek kardır. Fazla bile. Sınav çok yakın. Zaten de çıkarız kazanırsan. Hep geçecek bu yoksulluklar, biliyorum.
- Hep geçecek bu yoksulluklar.
- Eve gider gitmez Hacı Hanife Hanım Teyze ‘ye, aybaşında kirayı üçyüz yapacağımızı söyleriz. Rahat eder. En çok da biz. Önemli olan; yan problemlerin olmadan, rahatsız edilmeden senin sınava hazırlanman. Geleceğimiz buna bağlı.
Karaköy ‘de metronun önünden geçtiler. Ortalık yeni yeni aydınlanıyordu. Sokaklarda tek tük adamlar vardı. Erkenci birkaç kişi dükkanlarını açmış, günün ilk hazırlıklarını yapıyorlardı. Başının görünen yerleri usturayla kazınmış, önü geriye kalkık fötr şapkalı, ayağı şalvarlı, çocuk gibi uzun kahverengi ceketli, ceketinin açık önünden beldeki kuşağı göze çarpan, badem bıyıklı, şişmanca bir adam, dolu bir çuvalın başında durmuş, sabahın köründe yanına dikilen bir dolmuş kahyasıyla ağız dalaşı yapıyordu:
- Nüürek ağzının tavanını yidiğim a’? Çuval ağır, götüremeyon soyhayı. Gadasını aldığım şüfer, getirip aha bur ‘da go ‘du. Sanki yolçu salonunun ardı buraymış gibi. Yolçu salonuna var daha dünyanın yolu. Ortalık bir ışısın hele, bi hamal-mummal buluruk. Gali idare et.
Kahya tersinden kalkmıştı:
- Onu-bunu anlamam. Burada duramazsın. Arabalar gelip burada sıraya girecek. Çuval varken nasıl girsinler, söyler misin? İşte ben dönünceye kadar sana izin. Sonrasına karışmam. Kahya dediğin duraktan sorumlu. Ekmeğimiz bu yüzden.
Durak görünmez olunca delikanlı:
- Minicik, şu karşı otobüs durağının altında bekle biraz. Dedi. Affedersin, şurada bir tuvalete girip geleyim.
- Ben de geliyorum.
- Hayır sen bekle. Erkekler tuvaletidir. Kadınlara yasak. Çabuk gelirim.
Köşeyi döndü. Geldikleri yolu tekrar geriye yürüdü. Çuvalın başında sağa sola bakınan adama:
- Taşıyalım mı?
Diye sordu. Adam önce şaşkınlıkla baktı, sonra:
- Hay Allah senden razı olsun, canını yidiğim a’… Dedi. Zabah belli başıma gelmedik iş galmadı. Zırtlan şo çuvali gardaşım, zırtlan da şo yolcu salonunun ora gidek. Benim bacaklarım romatizmalı olmasa çuval-muval iplemem ya, gulah asma; romatızmalı.
Sonra ıhlayarak delikanlının çuvalı kaldırmasına yardım etti. Delikanlı, boğazı iple bağlı, ağır çuvalın altında iki büklüm olmuştu. Bacaklarının yanlara yanlara eğrildiğini hissediyordu. Yanı sıra paytak paytak gelen badem bıyıklı adam:
- Sen hamal mısın a’?
Diye soruyordu.
- Hamal olmasam çuvalın altında ne işim var.
- Yok yanıya üstün-başın pek hamal gibi değil de.
- Nasıl olurmuş hamalların üstü-başı?
- Neblem? Bizim oralarda hamalların üstü-başı çok yırtık-pırtıktır. Sizin buralarda az biraz buçuk eycene. Yanıya adam ürkeyo ‘Acebola bu, bizim hamalların irazı olduğu paraya irazı gelir m ‘ola? ’ diyerekten.
- Ürkecek bir şey yok. Dikkat et… Araba çarpacak…
- Gozünün ışığını yerim ben senin a’… Allah irazı osun. Nüürek? Golaycan alışılmıyo sizin buralara. Senin dahsilin-terbiyen de var mı?
Gideceği yer gözünde büyüyen, dinlenmekten başka bir şey düşünmek istemeyen, çuval altında iki büklüm olmuş delikanlı ıhladı:
- Terbiyem var ya, tahsilim yok.
- Az biraz ohuyaydın da, heç olmazsa bir dolmuş kahyası olaydın ya. Vahdını boşuna geçirmişsin sen a’. Bir goreydin; adam zabahın erinde nasıl postasını goydu. Aha bura işde. Dık çuvalı şooraya, ağzının tavanını yediğim.
Delikanlı çuvalı duvar dibine bıraktıktan sonra, bir süte o ağır yükten kurtulduğuna inanamadı. Vücudunun yüksüz halinin ne büyük nimet olduğunu düşünüyordu. Şimdi eğilmeğe gereklilik görmeden, bacaklarını rahat rahat atarak yürümekteydi.
‘Kendi yükünün hiç de göründüğü kadar ağır olmadığını anlamak için başkasının yükünün altına girmek gerek.’ Ti.
‘Sıkıntıdan kurtulma hakkını kendinde bulabilmek için başkalarını içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak gerek.’ Ti.
‘Erdemli toplumun erdemli bireyleri olabilmek için, erdemli-erdemsiz, varlıksız, tutamaksız bireyleri sevmek, herkesin açmazını herkese açmak gerek.’ Ti.
Badem bıyıklı adam, bozuk para cüzdanından çıkardığı metal ikibuçuk lirayı elinde sallayarak, uzaklaşmakta olan delikanlının arkasından bağırdı:
- Heeey hamal a’… Hamal a’… Ücretini unuttun, azını yidiğim…
Sonra, duyuramayacağını anlayınca, çuvalın sağını solunu gözden geçirip söylendi:
- Bu İstanbul ‘un hamalları da, şüferleriynen kahyaları kimi gafadan çatlak.
Karısı sabah ışıkları altında otobüs durağında bekliyordu. Teneke tabelayı taşıyan metal direğin gölgesi vücudunu boydan boya ikiye bölmüştü.
- Ay ner ‘de kaldın Kubi? Çok geciktin.
- Bağışla Minicik.
- Tuvalet uzak mıydı?
Yakındı ama gelen kuyruğa girmişti.
- Bu millet de uyanır uyanmaz tuvalete koşuyor.
Yürümeye başladılar.
Eve gelebildiklerinde saat yediyi geçiyordu. Delikanlının ilk işi divana uzanmak oldu. Pencere camlarından giren güneş yerdeki kilim üzerine iki parça olarak vurmuştu. Ayaklarında, sırtında, her yanında gülleler asılıymış gibi geliyordu kendisine. Işık gözlerinin önünde akordeon körüğü gibi açılıp açılıp kapanıyor, ortaları karanlık, kenarları lif lif aydınlık, mekanik hareketli, ufacık toplar uçuşuyor, iniyor yükseliyorlardı. Onun için kendisine uzanan eli göremedi, parçalı bölümleri birleştirip bütün bir el haline sokamadı.
- Kubi, uyudun mu?
- Hayır Minicik.
- Alsana öyleyse.
- Ne bu?
- Dürüm. Çoban dürümlerimiz. Gene dün gece hiçbir şey yememişsin. Patatesler bayatlamış Ha ‘di ye. Nasıl dayanıyorsun anlayamıyorum. Bu gidişle hasta olursun. Hasta olursun da tükeniriz, ölürüz.
Genç kadın divanın dibinde, kilimim üzerine oturdu. Dürümünden bir lokma ısırınca büyük bir sevinç çığlığı attı:
- Ay ne tatlııı… Hergün patates haşlarım ben artık…
Delikanlı karısına baktı:
- Seninle olunca yoksulluk bile güzel, Minicik. Yoksullukları varlıklara çeviriyorsun. Kendine güveninle, dayanıklılığınla, yetinirliğinle.
- Tok canım.
- Evet.
- Kubi, ben diyorum ki; ‘İşleri bölüşelim.’ Diyorum. Her zamanki gibi. Bugün Hacı Hanife Hanım Teyze ‘ye kirayı arttıracağımızı söylemek istiyorum. Fırsatım olursa bir borç dilekçesi hazırlarım Yardım Sandığı ‘na. Ayrıca, senin dizleri yırtılan pantalonunu onarırım. Zira; bu çok eski. Dizleriyle arkası renk atmış. Ve sonra da diğer ev işlerini görürüm. Oldu mu?
- İşten yeni geldin. Akşama yine gideceksin. Hiç uyumayacak mısın sen?
- Akşama daha dünyanın yolu var. Uyurum. Sen de Kubi, sınavla ilgili formalitelerle uğraş bugün. Hani, şu belgeleri bankadan alıp kuruma verme işleriyle falan. Boş oturmaya pek gelmez. Uygun mu?
- Uygun, Minicik.
Dürümlerini yediler. Kalan paraları birbirlerine vermek ve kendileri almamak için birkaç dakika savaştılar. Savaşı erkek kazanı ama kadın, öpüp yolcu ederken, kendinde kalmış olan paraları gene onun cebine gizlice kaydırmaktan geri kalmadı.
Kapıda ayrıldılar.
Erkeğini asfaltın döndüğü noktaya kadar bakışlarıyla izleyen genç kadın koşarak yukarı çıktı. Elini-yüzünü yıkadı, saçını-başını taradı. Odadaki sandığının kapağını açıp duvara dayadı. Düzenle ve özenle yerleştirilmiş olan sandığın içindeki yine özenle, sıralarını ve katlarını bozmadan boşalttı. En alttan, nikahlandıkları gün kocasının kendisine armağan ettiği elbiselik kumaşı çıkardı. Gün bulup fırsat bulamadığı, fırsat bulup terzi bulamadığı, terzi bulup para bulamadığı için bir türlü diktiremediği bu sevgili kumaşı öptü. Yüzüne bastırdı. Yanaklarına sürdü. Göğsüne, kollarının arasına aldı. Sonra ıslanan gözlerini kurulayıp sandığını yerleştirdi. Tekrar yüzünü yıkayıp kuruladı. Ağladığının belli olup olmadığını anlamak amacıyla yüzünün tamamını içine alamayan kırık aynaya baktı. Kumaşını bir gazete kağıdına sardı ve çantasını alıp evden çıktı.
Malta ‘daki Sümerbank ‘a girdiği zaman içerisi ana-baba günüydü. Giren çıkan belli olmuyordu. Memurlar, vezneciler, tezgahlardaki satıcılar ter içinde çalışıyorlardı. Genç kadın gazete kağıdını tamamen açıp kumaşı elinde tutarak kalabalığa karıştı. Yakınlarında biryerlerde bir kadın, bir başka kadına elindeki emprime elbiseliği göstererek bir şeyler anlatıyordu. Genç kadın onlara dönerek ansızın farkına varmış gibi:
- Ay ne güzel emprime… Diye bir çığlık attı. Yeni mi aldınız? ..
- Evet. Havalar çok sıcak. İnce giymek gerek artık.
Obir kadın:
- Ama her zaman değil kardeş. Dedi. Bunun kapalı hacası var, gezmesi var.
Genç kadın elindeki kumaşı gösterdi:
- Ay ben de sizin gibi düşünmüştüm. Ama bayanın emprimesini görünce gerçekten pişman oldum bunu aldığıma. Ah şunu almamış olsaydım, şimdi mutlaka emprime alırdım bunun yerine.
İkinci kadın ilgiyle bakıyordu:
- Kumaşınız çok güzel. Kumaş bulmak şans işi. Belli ki şansınız açık sizin. Ben emprimeyi sevmem, bu tip kumaşlara ise öteden beri bayılırım. Kaç kaç gündür dolaşmadığım yer kalmamıştı. Aşağı-yukarı aradığım buydu. Böyle bir kumaş. Sizinki gibi. Ay affedersiniz, gözüm bu kumaşınızda kaldı cidden. Sizi kıskandığımdan değil ama böylesini asla bulamıyordum. Emprime her zaman gitmez. Ah ama bu. Ay cidden çok güzel.
Genç kadın büyük bir soğukkanlılıkla:
- Rica ederim. Dedi. Bazen birçok insan ayni şeylerden hoşlanırlar. Hiç öyle olmasaydı, ayni şeyi yapıp yapıp çoğaltırlar mıydı? Zevklerle renkler tartışılmaz denmesine hiiiç aldırmayın. Zevkimi beğendiniz ya bu kadarı bana yeter. Sevdinizse; bu kumaşı size verebilirim. Bu bana ayrıca zevk verir.
Kadın duyduklarına inanamıyordu:
- Ay çok ayıp olmaz mı? Aramış aramış bulmuşsunuz. Nasibinizi elinizden almak da yani bilmem ki. Acaba burada bu kumaştan var mı başka?
- Ne yazık ki hayır. Çok güzel kumaş olduğundan çabuk satılıp bitmiş olsa gerek. Bir tek robluk kalmıştı, onu da bana verdiler.
- Ay çok yazııık… Ay çok yazııık…
- Üzülmeyin şekerim, ben bunu size sunabilirim.
- Ay şaka yapıyorsunuz.
- Hayır ciddiyim. Görmeseydiniz ne siz üzülürdünüz, ne de ben. Ama bunu size bırakmazsam, şimdi ben de en az sizin kadar üzüleceğim. Zira, hoşunuza gitti. Bu belli. Çok belli. Size bir hizmetim olmuş olur.
- Ay çok utandım. Cidden utandım. Nasibinize engel olmak gibi bir şey bu.
- Utanacak hiçbir şey yok, şekerim. Nasıl olsa babamın hayrına vermiyorum ya. Kumaşımı verip paramı alacağım. Benim hiçbir kaybım olmadı sayılacak ve ayrıca, siz de hoşlandığınız bir şeyi elde etmiş olacaksınız. Böyle bir şeye yardımım dokunursa bunun sevinci bana yeter de artar bile.
- Çok çok teşekkür ederim. Kaç lira ödemiştiniz buna?
- Ben mi? Şey… Ben yüzeli lira ödedimdi buna.
- Ay ne kadar da ucuzmuş.
O zamana kadar sadece dinleyen emprimeli kadın onayladı:
- Gerçekten ucuz. Kumaşa göre hiçbir şey bu para.
Beriki kadın sordu:
- Acaba bir şey desem darılır mısınız?
Genç kadın titrediğini belli etmemeye çalışıyordu:
- Niçin darılayım şekerim.
- Ben size yirmibeş lira fazla vereceğim.
- Ay neden? Ben yüzeli lira ödedimdi, yüzyetmişbeş lira değil ki.
- Yalvarırım. O kadar aranıp zorlukla bulduğunuz güzelim kumaşınızı, doğrudan doğruya çekip elinizden almak istemem. Çok utanırım.
- Ay vallahi olmaz, asla. Ben ticaret yapmıyorum ki.
- Ticaret yapsanız yani o işlerle uğraşsanız zaten bu ince düşünceyi göstermezdiniz.
Emprimeli kadın genç kadının kolunu tuttu:
- Lütfen. Dedi. Doğrusu da bu olmalı. Yardıma karşı teşekkür gibi bir şey bu. Fedakarlığa karşı bir ufacık gülümseme gibi.
Alıcı kadın çantasından bir tomar para çıkarıp sayarak bir bölüğünü ayırdı ve genç kadının direnişlerine aldırmadan avucuna sıkıştırdı. Korkarak, utanarak kumaşı aldı. Kumaşı açıp açıp gözden geçirdikçe şaşkınlık ve sevincini saklayamıyordu:
- Ay çok güzel… Çok güzel… Çok çok güzel…
- Güle güle kullanın.
- Mersi. Çok üzüldüm. Kumaşınızı elinizden almam düpedüz kabalık.
- Bu kadar büyütmeyin şekerim. Asıl kabalık bende: Kendi ödemiş olduğumdan fazla para aldım sizden. Bunu yapmamalıydım. Kumaşa gelince; bende emprime alırım kendime.
Tanışmak için birkaç kelime ettiler. Yeniden karşılaşmak, her zaman karşılaşmak, her fırsatta buluşmak dilekleriyle ayrıldılar.
İçeride kalan kadınlar ne diyeceklerini, kumaşı e satanı nasıl öveceklerini bilemiyorlardı:
- Ay, dünyada ne iyi insanlar var, kardeş.
- Ben, ne yalan söyleyeyim, önce kuşkulanmıştım ama kumaşı inceleyince, kuşkumdan utandım.- Kuşkulanacak ne var ayol? Kumaşa baksana bir kere. Üstelik yirmibeş lira fazla verildiği için, tazecik yerlere girdi girdi, çıktı.
Genç kadın sokakta yokuş aşağı inmekteydi. Sarı saçlarının diplerinden alnına ter yürümüştü. İçinde biryerlerinde, niteliğini tam olarak bilemediği bir duygu vardı. Sevinç miydi, üzüntü müydü, bilemiyordu. Bir ara, kadın belki cayar da kumaşı geri vermeye koşar korkusuyla adımlarını sıklaştırdı. Sonra, inşallah caysın da, getirip kumaşımı geri verip parasını alsın dilek ve umuduyla yavaşladı. Evinden içeri girdiğinde duyguları karmakarışıktı.
Masaya oturup çantasından paraları çıkardı. Saydı, saydı, saydı. Bu değerli kağıtlara dokunmaktan, onları hışırdatarak bir elinden obir eline geçirmekten çok zevk alıyor ve bu zevk hiç bitmesin istiyordu.
‘Bu paralar hiç olmazsa bir aylık zamma yeter. Yeter de artar bile. Kubi nasıl olsa bu kere kazanır. Terslikler her zaman da bizi bulacak değil ya. Bu paralar için Kubi ‘ye ne yalan söylemeli? Yalan söylemek doğru değil fakat gerekli. İster doğru, ister yanlış olsun, şimdi gerekli. Çok çok gerekli.’ ydi.
Paraları çantasına yerleştirip kalktı. Ev işleriyle uğraştı. Kocasının patlak pantalonunu onardı. Divana uzandı ve uzanır uzanmaz da gözleri kapandı. Gerektiğinde çabucak ve kimsenin seslenmesine yer bırakmaksızın uyanabilmek için korkulu yatıyor, yarı ayık, yarı uyanık inliyor, içini çekiyor, dalıyor, bazen haykırıyor, bazen soluk bile almıyordu.
Sıçrayıp uyandığı sırada, kocasının, odaya getirmiş olduğu portatif konrplak masada bir şeyler yazmakta olduğunu fark etti ve dikilip oturdu:
- Aşk olsun Kubi. Geliyorsun da uyandırmıyorsun bile.
- Uyuyordun Minicik. Kıyamadım. Ha ‘di gene uyu. Ne yapacaksın, senin gecen de gündüzler.
- Artık uyuyamam. Sen gittikten beri uyuyorum. İşleri bitirdim, pantalonunu yamadım ve sonda cump ettim.
- Doğru: Cump etmişsin. Zaten yüzün de öyle söylüyor.
- Benim yüzüm hey zaman yalan söyley. Yüzüm de benim gibi bi çüçüt çocuk olduğundan hey zaman yalan söyley.
- Ama akıllı çocuklar, düjel çocuklar yalan söylemez ki, de mi yavyum?
Delikanlı gülerek ve ciddileşerek sözlerini sürdürdü:
- Bankadan aldığım belgeleri kuruma verdim, Minicik. Sınav için kaydımı yaptılar. İşte de giriş kartım. Tüm formaliteleri bitirdim. Şimdi de sana bir şey söylesem şaşarsın. Turhan Abi ‘yi gördüm. Hani nişanlıyken gazetesinde çalıştığım Cemil Bey ‘in abisi. ‘Bu Cemil sana çok şey borçludur, Kubi. Hatta gazetesini.’ Diyen Turhan Abi ‘yi gördüm. Şimdi bu sınavına gireceğim kurumda çalışıyormuş. Neci olsa iyi? Başmüfettiş Minicik, başmüfettiş. Görünce ve tanıyınca çok sevindi. Ben ondan da çok sevindim. Yüzümü-gözümü öptü. Bekle Minicik, bitmedi daha. Beni birinin yanına götürdü. Kimin yanına götürdü dersin? Muhlis Amca ‘nın. Muhlis Amca ‘yı tanırsın. Alpin ‘in babasını tanırsın. Atları parlayan arabanın önünden kurtardığım o küçücük, o sevimli çocuğun babası. Adam daha bir yaşlanmış, Minicik. Ve Alpin… Alpin… Alpin ölmüş. Menenjitten.
- Ay ölmüş mü? .. Alpin ölmüş mü? .. Ah ne yazık…
- Ölmüş. Ağladım. Babası da ağladı. Bana sarılıp ağladı. Çok çok ağladı. Muhlis Amca şimdi kurumda uzman. Üstelik de sınav komisyonunda üye. Her ikisi de. Beş kişilik komisyonun ikisi bunlar.
- Bundan daha fazla sevinebileceğim haberin olamazdı, Kubi. Dur seni bir öpeyim.
Delikanlı yanaklarını, saçlarını öpen karısına baktı:
- Bu öpücük neden?
- Nasıl neden?
- Söz sırasında oldu da.
- Yani yardımları olur diye sevindimdi, Kubi.
Delikanlı eşine bir durgun baktı:
- Ben üniversiteyi yardımla mı bitirdim, Minicik? Ve diğer okulları?
- Bağışla Kubi. Çok bilgilidin, çok akıllısın. Hiç kuşkum yok. Ama biliyorsun.
- Tartışmayalım Minicik. Ben kazandığımı bilgimlr ve yeteneklerimle kazanmış olacağım. Başkalarının yardımlarıyla hiçbir şey kazanmak istemiyorum. Yardımla yükselmek istemiyorum.
- Özür dilerim Kubi.
- Seni kırdım mı?
- Asla. Ne diyordun?
- Sonradan öğrendim: Çalışma Bakanlığı ‘nın iş müfettişliğine girerken sınav yapmıyorlarmış. Atamayla olabiliyormuş. Dilekçeyle oraya da başvuracağım. Tabii hiçbir kapıyı kapalı bırakmamalıyım. Ayrıca, şimdilik şubeleri sadece İstanbul ‘da bulunan bir bankaya da atamayla müfettiş alacaklarmış. ‘Müfettiş’ dediğim yardımcısı tabii. Banka bir anonim ortaklık. Birçok bankalar gibi. Duyar duymaz koştum. Suzi Bey adlı çok kibar bir personel müdürleri var. Yolunu öğretti. Dilekçe yazdım verdim. Bir bölük formüler doldurttu. İş isteme belgeleri falan filan. Tamamlayıp sundum. ‘Biz size bildirir, çağırırız.’ Dedi. Şimdi de gene müfettişlik için Gümrük ve Tekel Bakanlığı ile D.D.Y. Genel Müdürlüğü ‘ne veya doğrudan doğruya Ulaştırma Bakanlığı ‘na dilekçeler yazmaktayım. Belli ki bu ülkede her şey nasiple. Gene de biz birkaç kapıyı yoklayalım da, gereken çabayı göstermemiş olmayalım Minicik.
- Tabii tabii. Ben seni uğraştırmayayım Kubi. Sen yaz dilekçelerini, imzala, zarfla. Ben de sana bir çay hazırlayayım. Bir tutamcık vardı. Nasıl olsa alırız artık.
- Artık mı?
- Ay tabii. Nasıl olsa bir kapı açılacak yakında.
Genç kadın odadan çıktı. Çok hafiften bir şarkı mırıldanıyordu.
‘İlk defadır ki şarkı söylüyor. Yıllardan beridir ki ilk defa. Zavallı Minicik. Zavallı yavrum. Söyle söyle. Bağıra bağıra söyle. Şakı bülbüller gibi. Şakı, bülbülüm. Yoksulluk arkadaşım. Eşim, kutsal varlığım.’
Delikanlı dilekçelerini yazıp bitirdi. Zarfladı. Zarflarını da yazdıktan sonra özenle masanın kenarına sıraladı.
Genç kadın, eşine dolu bir bardak çay verdi. İskemleleri tek olduğu için kendisi de elindeki çayıyla birlikte divanın üzerine oturdu. Mutlu bir hava içinde çayından bir yudum alarak:
- Kubi. Dedi. Kubicik. Sana bir şey söylesem kızar mısın?
- Gene sevinçli bir şey söyleyeceksin. Belli. Çünkü hep böyle yaparsın.
Genç kadın güldü. Bu gülüş, yorgun-solgun yüzünde bir şeyler bağırıyordu ama delikanlı bu bağırışı tanımıyordu.
- Senden gizli bir milli piyango bileti almıştım. bir şeyler çıkarsa sürpriz yapacaktım. Ne oldu, biliyor musun? Bu biletime para vurdu. Hem de bunlar Kubi. Bunlar… Bunlar… Bunlar Kubi… Oooo yağmur, yağmur… Verimli yağmur… Kağıt yağmuru, para yağmuru, kağıt para yağmuru…
Genç kadın bir anda, nereden çıkardığı belli olmayan banknotları çok büyük bir sevinçle ve çığlık çığlığa kocasının başı üzerinde havalara savurmuş, sonra da dizleri üzerinde koşuşarak kahkahalarla toplamaya ve topladığı kağıtları eşinin yanaklarına yanaklarına, yüzüne yüzüne gözüne gözüne sürmeye başlamıştı.
Delikanlının şaşkınlığı kısa sürdü. Birlikte koşuşmaya, paraları birlikte alıp savurmaya, birlikte toplamaya, tekrar birlikte serpmeye giriştiler. Sonunda, divanın dibinde yere oturdular. Hepsini saydılar. Delikanlı:
- Yüzyetmişbeş lira.
Dedi.
- Az mı?
- Az olur u Minicik? Toplam paramız beş lira bile değildi. Yani şunlar. Nah işte. Cebime gizlice koydukların. Fakat iyi ki koymuşsun. Birazıyla dilekçelerim için zarf, kağıt falan aldım. Gerisi de bunlar.
- Lütfen Kubi, hesap verme.
- Sen de bana hesap veriyorsun ya.
- Ben kadınım.
- Ben de erkeğim.
- Erkeksen; şimdi hesapla bakalım, biz bu paraları hangi bir derdimize yetiştirebiliriz?
- Zam diyordun, ev kirasına.
- O şimdi değil, aybaşında.
- Fakat şimdiden ayırmak gerek. Zira; zaten aybaşının da bizim için önemi yok. Elimizde para denilen bir şey kalmıyor ki.
- Evet. Ev için ikiyüz lirayı bile zar-zor verebiliyorduk. Şimdi bunun bir yüz lirasını ayıralım mı dersin, bir aylık zamma?
- Ayıralım.
- Bir aya kadar girebilir misin işe, Kubi?
- Deli misin, elbette girebilirim.
- Oldu öyleyse. Ayıralım. Kalanından Kubi, arkadaşının verdiği on lirayı öde. Luna Park ‘ta gişeci olarak çalışan arkadaşının. Bu arada, izin verirsen; ben şeften borç aldığım yirmi lirayı vereyim. Adam durumumu biliyor ve zora koşmuyor ama ben yerlerin dibine geçiyorum her karşılaşmamda. Kubicik. Otobüs biletçisine ben tam beş lira göndermek istiyorum. Biliyorsun: Param yoktu. Yolcuların arasında utandırmadı. Çok büyük bir olgunluk gösterdi. Biletimi verdi fakat para almadı. ‘Bu hayat pahalılığında insanların, cüzdanlarını evde unutabileceklerine inanıyor ve bunu kabul ediyorum.’ Dedi. ‘Bana bir daha rastlarsanız verirsiniz. Rastlayamazsanız ananızın sütü gibi helal olsun.’ Rastlayamamak korkusuyla adamın adresini almıştım. Fakat gönderemedik. Aradan tam iki hafta geçti. Yerlerin dibine battım, Kubi, yerlerin en dibine. Bu yanlış hareketimizi bağışlatmak için zarfa beş lira koyar, yollarız. Olmaz mı? Benim onörüm senin onöründür.
- Elbette Minicik.
- Tümü bu işte. Kalanıyla da aybaşına kadar dayanmaya çalışırız. Hiçbir şeycik de kalmıyor ama. Oldu mu? Ayrıca, bana da hemen bir dilekçe yaz, Yardım Sandığı için. Ben yazacaktım, elim olmadı. Borcum var sandığa zaten. Borç üstüne borç vermiyorlar ama olağanüstü sıkıntılar hariç. Öyle yaz, açıkça yaz ki; versinler.
- Peki Minicik.
- Ay bizim daha çayımız vardı, soğudu.
- Kalsın, ısıtır, gidene yakın içeriz. Ver şu otobüs biletçisinin adresini.
Yapılacak işleri ortaklaşa yapıp bitirdiler. Genç kadın:
- Şimdi Kubi. Dedi. Aşağıya inelim. Hacı Hanife Hanım Teyze ‘ye müjdeyi verelim, sevinsin o da. Alt yanı dul bir kadıncağız. Üstelik yaşlı. Biz de öyle olacağız birgün. Yaşlanacağız. Hatta isterse, aybaşında yapılacak olan yüz liralık zammımızı şimdiden veririz, kiramızı da gene aybaşında eski tutar üzerinden öderiz. Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca, değil mi Kubi?
- Elbette Minicik. Ama şunu unutma ki; ortada acınacak olan bir varsa, o da Hacı Hanife Hanım Teyze değil, biziz. Onun kira vermeden, birilerince zorlanmadan rahatça oturduğu kendi evi var. Zorda kalınca kirasını silah olarak kullandığı bir de barakaya sahip. Bizde bunların ikisi de yok. Ömrümüzün yarısı gitti, bir türlü hayata atılamıyoruz. Mümkünümüz tükenmiş. Asıl bize yazık.
- Gene de öyle deme. İyi kadın.
- Devletinden vergi kaçıran iyi midir?
- Vergi kapsamında değil ki.
- Girmiyor ki. Bakalım şimdi ne yapacak? Ayda üçyüz liradan yılda üçbinaltıyüz lira yapar. O da kapsam içi.
- Şimdi öder vergisini, fena mı?
- Kirayı arttırdığını kim bilecek? Bu bizimle onun arasında. Kendisinden sorduklarında gene ikiyüz liradan bize kiralamış olduğunu söyler durur. Devlet de, niye öyle de, böyle değil ‘ini sormuyor. Beri yandan, kiracı olarak, arttırılan bu kirayı sen kalkıp ilgili daireye bildirebilir misin?
- Elbette bildiririm.
- Yaşa. Hamal Me ‘met Ağa da bildirebilir mi?
- Elbette bildirebilir.
- O taktirde ne olur biliyor musun, Minicik. Hamal Me ‘met Ağa ‘yla biz, bu birkaç doğru vatandaş sokakta buluşuruz. Hem de o gün. Çünkü hiçbir evsahibi, hiçbir doğru konuşan, hiçbir sıkıntıda, hiçbir fedakarlığa katlanmayan hiçbir kiracısını hiçbir evinde tutmak istemez. Üstelik ilgili yerlere bildirmek de ev sahibinin tutumunu değiştiremez veya kendisine zarar getiremez. Evini gene yıllık toplam bakımından vergi dışında kalacak bir tutarla kiraya verir. İlgili yerlere bunu böylece duyurur. Sonra elaltından kiracısına arttırma isteklerini sıralar. Ta ki, kirayı arttırmayı ve arttırdığını ilgili dairelere söylememeyi kabul edebilecek bir kiracı buluncaya kadar da dener bu yolu.
- Bu iş vergi kaçırmaya bu kadar elverişli ise suç Hacı Hanife Hanım Teyze ‘nin mi, Kubi? Devlet de kira takdir komisyonlarını kaldırmasaydı. Ne güzel çalışıyorlardı. Dürtmeden çalışmıyor olanları bile.
- Devlet bir iradedir, Minicik. İşleri yapanlar, o iradeyi açıklamakla görevli olan bireylerdir. Bu biteyler şurada-burada şu veya bu işleri şöyle ya da böyle yaparlar, sonra da ‘Bunu devlet yaptı.’ Derler. Bu bireylerin yaptıklarıyla devletten beklenenler birbirlerini tutmadımı, toplumda sızlanmalar olur. Ne hikmetse, bu sızlanmalar vardır ve var olacaktır. Devlet erdemdir, Minicik. Her sızlanmanın altında ise erdemsizlik yatar, o sızlanmayı gerektirici neden olarak. Hiç devletin iradesi erdeme uygun izhar edilseydi, sızlanma mı olurdu?
İki genç merdivenleri indiler. Merdiven yanındaki kapıyı saygıyla tıkırdatıp kenara çekildiler. Kapı uzunca bir süre açılmadı. Sonra aralandı. Gelenleri görünce Hacı Hanife Hanın Teyze dışarı çıktı:
- Namazdaydım. Selam vermeden kalkılmaz, bilirsiniz.
Genç kadın:
- Tanrı kabul etsin Hacı Hanife Hanım Teyze. Dedi. Hani bir isteğiniz vardı ya. Kiramızın yüz lira arttırılması konusunda. İşte biz onu Kubi ‘yle görüştük aramızda. Durumumuz hiç de iyi olmamakla birlikte, kirayı bu aybaşından başlayarak üçyüz lira yapmaya karar verdik.
Hacı Hanife Hanım Teyze, dudaklarını kıpır kıpır kıpırdatarak içinden geçirdiği dualarına ara verdi. Ağzını önce bir sessizce kıpırdattı, arkasından:
(Devam edecek…) 15

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 27.6.2005 00:49:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu