Şahmaranlar(13) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaranlar(13)

3
‘Evlerinin önü oymalı sergen,
İçinde dönüyor kırk-elli yorgan.’

Sınav salonu bankanın ikinci katındaydı. Bu salon önceki salonlardan küçüktü. Büyüğüne de gereklilik olmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Zira; aday sayısı önemli ölçüde azalmıştı. İlk günkü sınava ikiyüzkırkdört kişinin katıldığı söylenmişti. Her sınav baraj olduğu yani bir öncekini kazanamayan bir sonrakine giremediği için, ilk üç günde kazanamayanlar sapır sapır dökülmüş, sınavlar her geçen gün adayları biraz daha eleye eleye sürüp gitmiş, son sınava 26 kişi kalmıştı.
Adaylar, belli etmemeye çalıştıkları heyecanlar içinde son hazırlıklarını yapıyorlar, sınav denetçileri ise birtakım dosyalar başında fısıltılı seslerle bir şeyler konuşuyorlardı.
Delikanlı, oturduğu masadaki bir kağıt parçası üzerinde jiletle ucu açık kaleminin ucunu biraz daha sivriltti. Kağıdı buruşturup duvar dibindeki çöp sepetine attı. Kalemini, jiletini, silgisini masasına sıraladı. Koynundan sigarasını çıkarıp sol avucu içerisinde hiç eksik olmayan kibrit kutusuyla birlikte masaya bıraktı. Arkasına yaslanarak salona göz gezdirmeye başladı. Adaylar sınava değil de, bayrama gidermiş gibi süslenmişler, en yeni elbiselerini giyip, en pahalı, en gözalıcı kravatlarını takmışlardı. Tümünün gömlekleri kolalıydı. Sevinçli, şımarık, özgüvenli ve rahat el-kol hareketleriyle masalarında yanlayarak, geriye dönerek birbirleriyle konuşuyorlar, sigara içiyorlar, gülüşüyorlardı. İçlerinden biri burnunu şık bir mendile sümkürdü.
Sınav denetçilerinden bir saate bakıyordu. Diğerleri, adayları oturdukları yerlerden kaldırarak kendi uygun gördükleri yerlere yerleştirmekteydiler.
Henüz açık duran salon kapısından, koltuklarındaki kalın yabancı dil sözlükleriyle biraz geç kalmış iki aday girdi. Adaylar salona göz gezdirip oturacak uygun yer ararlarken, sarı gömlek üzerine çok ufak bağlanmış kırmızı kravatlı, lacivert elbiseli bir sınav denetçisi onları durdurdu:
- Aday mısınız?
- Evet.
- Sizin adınız?
- Falan oğlu filan.
Denetçi, elindeki kağıda obir elindeki kurşun kalemi gezdirerek bir şeyler aradı ve bir işaret koydu.
- Evet. Ya sizin?
- Filan oğlu falan.
Adam onun da adını işaretledi:
- Giriş kartlarınız yanınızda mı?
Koltukları kalın sözlüklü adaylar ceplerinden çıkardıkları kartları salladılar. Sınav denetçisi gözleriyle salonu taradı. Sonra onları getirip salondakileri ilgiyle izlemekte olan delikanlının önündeki sağlı-sollu boş masalara oturttu.
Bir süre sonra salon kapısı kapatıldı.
Sınav denetçileri ortasında yer alan, davranışlarıyla denetçi grubunun başkanı olduğu izlenimini yaratmaya çalışan ve bunda da başarı kazanan küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam, içeri kıvırdığı orta parmağının arkasıyla önündeki formika masaya tak tak vurdu. Salonu dolduran uğultu kesildi. Adam:
- Arkadaşlar… Diye başladı. Bildiğiniz üzre; bugün, üç günden bu yana süregelen bankamız müfettiş yardımcılığı sınavının son günüdür. Başka da günümüz kalmadığı için bugün, Ticari Hesap, Mali Cebir, Mikro ve Makro İktisad ‘la Yabancı Dil sınavını hep birden yapacağız. Program ve sorular buna göre hazırlanmıştır. Elene elene bu son sınava kadar gelmiş arkadaşlar azaldığı için gerçekten üzüntü duymaktayız. Ama ne yazık ki; bu üzüntümüz özeldir ve resmi değildir. Zira ve tekrar ne yazık ki; bankamız sadece üç müfettiş yardımcısı alacaktır. Elden gelen bir şey yoktur. Çünkü bu zorunluluk kadrolarla ilgilidir. Bu bakımdan, şu sırada bu salonda bulunan yirmialtı aday arkadaşımızdan yirmiüçünün bankamıza giremeyeceğini varsaymak pek büyük bir ileri görüşlülük olmayacaktır. Onun için, verilecek kağıtlara, tüm yetenek ve bilginizi noksansız dökmek ve kıyasıya bir yarışmaya girmek zorunda olduğunuzu kuvvetle belirtmeyi gereksiz görüyorum. Sınav sonuçlarını, soruldukları sıraları izleyerek cevaplandırmanız istenmemektedir. Kolayınıza geldiğince sıralamakta özgürsünüz Sınav sonunda puanları eşit olanlardan, yabancı dil bilgisi üstün görülenlere öncelik tanınacaktır. Yabancı dil sorularının cevaplandırılmasında küçük, büyük her biçim sözlük kullanabilirsiniz.
Delikanlı, sözün burasında ‘Gitti bir avantajım:Yabancı dili pek az bilenler bile, sözlük yardımıyla aşağı-yukarı başarırlar bu işi. Sözlük yardımıyla yabancı dil bildiğini kanıtlamak da ne demek oluyormuş? Suda boğulurken ‘İmdat…’ diye bağırabilmek için sözlüğe bakacak zamanın olmayacak ki. Vah benim zavallı yabancı dilim… Vah benim, uğrunda tüm yaşantımı harcadığım yabancı dilim… Uçtu gitti bir avantajım.’ Diye düşündü.
Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam sözlerini sürdürüyordu:
- Sorular açıldıktan sonra sağa-sola bakmak, fısıldaşmak, kalem, silgi ve benzeri şeyler istemek yasaktır. Sizleri öyle bir şeyle önceden suçlamak bile istemem ama ne yazık ki; kopya çeken yahut çekme çabasını gösteren arkadaşlarımız sınav haklarını yitirmiş SAYILACAKLARDIR.
Arkadaşlar…
Sınav süresi, sorular açıldıktan sonra, iki saattir. Süre sonunsa tamamlansın, tamamlanmasın tüm kağıtlar toplanır. Bugünkü bu sınav sonucu da, önceki sınav sonuçları gibi saat onsekizde yani bitimden iki saat sonra aşağıdaki camlı duyuru tahtalarına asılacaktır. Bildiğiniz üzere; bunu başarıyla bitiren kazanmış olacaktır. Adları duyurulacak olan en yetenekli üç arkadaş, aşağı kattaki şube müdürümüzden yapılması gereken formaliteleri öğrenebilirler.
Arkadaşlar, bizim söyleyeceklerimiz bunlardır. Sizlerin sormak istediğiniz bir şey var mı?
Adaylardan biri kalktı:
- Efendim, müfettiş yardımcılarına verilecek olan yolluklar sürekli midir?
Adam somurtarak;
- Bu; sınavla ilgili bir soru değil.
Dedi. Salona göz gezdirdi:
- Başka?
Salondan ses çıkmayınca ekledi:
- Öyleyse anlaşılmıştır. Herkes resmi başlıklı ve mühürlü yani damgalı soru kağıtlarını aldı mı?
Adamın bu sorusu da cevapsız kaldı. Bu kere, masanın üzerindeki büyük bir sarı zarfı kaldırdı. Sahnede ‘Şimdi bankın bu nasıl tavşan çıkacak.’ diye hüner gösteren bir gözbağlayıcı özenliğiyle zarfın arkasını-önünü çevirdi:
- Zarf mumlu, mum da mühürlüdür. Yeriniz uzak da olsa, sizin yerinize sınav denetçisi arkadaşlarım görüyorlar. Şimdi bu ağzı mumlu, mumu da mühürlü zarfı açıyoruz. Hepinize başarılar dilerim.
Denetçiler salonun her yanına dağıldılar.
Zarf açıldı. Sorular yüksek sesle okundu, yazdırıldı, bitti.
- Sınav herkes için eşit koşullarda başlamıştır…
Diye anons yapan sesten sonra salonda sadece heyecanlı solumalar kaldı.
Delikanlı yutkunuyor, sevincinden boğulacak gibi oluyor ve boğazına boğazına yumruk yumruk bir şeyler tıkanıyordu. Sevincini, mutluluğunu çoğaltan, yutkunmasını zorlaştıran büyük büyük, tatlı tatlı yumruklar.
‘Minicik… Gözün aydın Minicik… Yüzü ıstampa mürekkepleri içindeki Minicik… Gözün aydın, gözümüz aydın… Geleceğimiz kurtuldu, yoksulluğumuz bitti, Minicik… Tümüyle bildiğim sorular… Bildiğimin bildiği sorular… En iyi bildiğim, en iyilerden en iyi bildiğim sorular… Kurtulduk Minicik… Sana bağırarak geleceğim, koşarak geleceğim… Gözün aydın, gözümüz aydın…’
Delikanlı kağıtlarıyla çılgınca savaşıyor, yazıyor yazıyor, dolduruyor dolduruyor, formulleri, işlemleri itiştire kapıştıra yerlerine sokup yerleştiriyor yerleştiriyordu.
Bir ara gözleri duvardaki saate ilişti:
‘Daha tam bir saat var. Oysa ben bitirdim bile. Kıl kadar kaldı. Bitirdim bile. Kala kala bir Hamburg Metodu. Hepsi bu. Hamburg Metodu dediğin dört dakikalık iş, Minicik. Beş dakika desen değil. Minicik, Minicik, Minicik…’
Delikanlı ilk defa bir sigara yaktı. Bakışları önündeki masalara ilişmişti. Gözlerine inanamıyordu. Yükselen mavi-siyah sigara dumanını eliyle gözlerinin önünden kovdu, salona geç geldikleri için getirilip önündeki masalara oturtulan koltukları kalın yabancı dil sözlüklü adayların her ikisi de kopya çekiyorlardı. Yabancı dil sorularını cevaplıyormuş pozuna yatmışlar, büyük bir rahatlıkla kalın sözlüklerinin sayfalarını açmışlar, oralardaki bir şeyleri sayfalarına sayfalarına, kağıtlarına kağıtlarına aktarıyorlardı. Kalın sözlüklerin başvurulan sayfalarındaki boş kenar yerleri, mürekkeple elişi gibi işlenmiş cebir formulleriyle, matematik çözümlerle doluydu.
Adaylardan biri, delikanlının sözlüğü ve kopyaya alınan formulleri gördüğünü fark etti. Göz göze geldiler. Aday sinsice gülerek delikanlıya göz kırptı.
Delikanlının sigarasının külü uzamıştı. Sol avucunun içindeki bir kibrit kutusu avucunun etlerini, parmaklarının kemiklerini acıtıyordu.
‘Alacakları üç kişi… İkisi bu… Sanki ortağıymışım gibi de gülüyor, göz kırpıyor bana… Benim de bir çıkarım varmış gibi… Başkalarının varını, başkalarının tek umudunu çalarken sanki beraber çalıyorlarmış gibi gülüyorlar, hırsızlar… Alacakları üç kişi… İkisi bu… Biri? .. Biri? .. Biri? .. Biri ben olamam… Yirmidört kişiden biri ben olamam… Biri ben olamam… Biri ben olamam…’
Sözlük çok kalın bir sözlüktü. Sağlam mukavva cildi mermer anıtların tabanlarına benziyordu. Taksim Anıtı, öndeki masalar üzerinde açık duran sözlüklerin üzerindeydi. İki tabanlı, üzeri heykellerle dolu, bir garip anıttı. Taştan bir anıt… Mermerden bir anıt… Güllerden bir anıt…
Ateşi gerilemiş sigara parmaklarının arasını yaktı. Ansızın kendine geldi: Bir tatlı gülümsemenin götürdüklerini bir yakıcı ateş geri getirmişti. Salona bakındı. Sınavın başında salona dağılmış olan denetçileri aradı, bulamadı. Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam masadan ayrılmış, dip pencereye sırtı gelecek şekilde bir sandalyeye oturmuş, sayfalarını pencere kanadı gibi açtığı bol resimli bir gazeteyi okuyordu.
Öndeki masada oturan adaylardan bir obirine:
- 218 inci sayfada. Dört formül, tamamı.
Diye fısıldadı.
Delikanlı yerinden kalktı. Pat pat yürüdü. Salonu dolduranlar baş kaldırıp baktılar, sonra işlerine devam ettiler. Gazete okuyan küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam yanına gelene baktı:
- Bitti mi? Masaya ters kapatıp koyun.
- Bitmedi… Bitse de faydası yok… Denetçiler salondan çıkmışlar… Siz burada gazete okuyorsunuz… Kimseyi görmek istemiyorsunuz… Kimse de sizi görmek, size görünmek istemiyor… Şurada, tam önümde oturan iki aday kopya çekiyorlar…
Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam ayağa kalktı. Gerekince kaldığı yerden devam isteğinde olduğunun belirtisi sayıldığını bilmeden, gazetesini açık olarak masaya bıraktı.
Bütün salon baş çevirmiş, sözü edilen masalara bakıyorlardı. Uğultular artmıştı:
- Arbitraj nedir Hulki?
Diyen bir fısıltı tam seslerin kesildiği bir anda boşta kaldı. Masayı geçen küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adamın arkasından bir başka fısıltı:
- C ‘yi P ‘yle çarp.
Dedi. Sınavın tek denetçisi kopyayla suçlanan adaylara:
- Siz oradan kalkacaksınız, efendim. Diye seslendi. Ayrılın. Biriniz şu dibe oturun, nah oraya. Hayır, sen. Diğeriniz şu yan masaya.
Delikanlı bulunduğu terden diendi:
- Hayır efendim… Sınav koşullarını siz koyuyorsunuz, biz uyuyoruz… Burası şu veya bu ilkokulun sınıf geçme sınavı yapılan salonu değildir… Yardımcılığa üç kişi alacaksınız, burada yirmialtı kişi var… hiç kimsenin hakkını baltalamaya hiç kimsenin hakkı olamaz… Ne denetçi olarak sizin, ne aday olarak bu iki kopya yapan kimsenin, ne de başkalarının… Bu arkadaşlar kopya yapıyorlardı… Denetçi olarak sizin görmeniz gerekirken ben gördüm… Gördüm… Kanıtları ortada… Yabancı dil sözlüklerinin boş olmaları gereken sayfa kenarları formüllerle, denklemlerle, çözümlerle dolu… Yabancı dil için sözlük kullanmanın serbest olduğunu söylediniz, bundan faydalandılar. Yabancı dili cevaplıyormuş gibi yaparak sözlüklerdeki gerekli formulleri seçip seçip, çözümleri ayırıp ayırıp, denklemleri bulup bulup ticari hesap ve mali cebir sorularını cevaplandırıyorlar… Açın sözlükleri göreceksiniz… Burası sınıf geçme salonu değildir… Üniversitelerde dirsek çürütmüş, önceki sınavlardan elenmeden gelebilmiş bir avuç arkadaşım, burada bir ekmek kapısı, geleceğe uzanan mutlu bir umut bulabilmek için olanca akıl ve bellek güçleriyle savaşmaktadırlar… Bilgi hırsızlığına ve haksızlığa hiçbirinin hoşgörüyle bakacağı kanısında değilim… Sınavı kişiler değil, içlerinden soru sorulan kitapların kendileri kazanacaksa; üç yardımcı yerine üç ticari hesap kitabının atamasını yaparsınız, olur biter… Zira, her sorunun karşılığı kendi kitabının içindedir… Masa değiştirmekle bu probleme çözüm bulunmuş olacağını sanmıyorum… Arkadaşlarımın da ayni kanıda olduklarına kuşkum yok… Vereceğiniz üç yardımcılıktan ikisini, bu arkadaşların kopyayla kazanmaya, sonra da yetenekli ve başarılı adam pozuna girmeye hakları olmamak gerekir… Bu arkadaşlar yarışma koşullarına uymamakla sonuna kadar yarışma hakkını yitirmişlerdir… Koşullar koydunuz, uymayanlar oldu… Siz masa değiştirmekle çözüm getirebileceğinizi sandınız, bir şeyler buldunuz ama gitmişlerdi geri getiremedi… Şimdi çözümü ben veriyorum; kopyacılar kağıtlarını bırakıp veya beraberlerinde alıp bu salondan çıkacaklardır… Bu çözümüm çevrilirse hemen aşağıya inip durumu genel müdürlüğünüze telgrafla bildirecek, protesto ederek sınavın iptalini isteyeceğim. Bu, benim olduğu kadar arkadaşlarımın da hakkıdır… ‘Hak’ diye bir şey varsa; yerini bulmalıdır… İnsanların teftişle ilgili geleceklerini, teftiş hakkını haksızlıkla kazanmış kişilerin ellerine bırakamayız… Ayrıca, sınav, şu verdiğimiz ve vermek zorunda kalacağımız aralıklar kadar uzatılmalıdır… Zira; bu ara, zorunlu nedenlerle verilmiştir…
Salondakilerin tamamı bu sözleri tuttular, alkışladılar. Ayağa kalkan birkaç kişi, kopyacılara sert, sözlü tepkiler gösteriyor, saldırılarda bulunuyorlardı.
Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam şaşkındı. Gözleri tepki gösterenlere, kopyacılara ve kendi masası başında ayakta bekleyen delikanlıya gidip gidip geliyor, kararsızlığı açıkça belli oluyordu.
Delikanlı, sınav denetçileri için koyulmuş olan masanın başında, eski fakat temiz giysileri içinde, aklar karışmış saçları alnına inmiş bir halde duruyor, ümmetine yol gösteren bir ermişe benziyordu. Konuşması kısa, sözleri yerleşik, kelimeleri açık ve etkiliydi. Solgun yüzüne, kurumuş dudaklarına görkemli bir hava gelip oturmuştu. Salonu dolduranlar, sanki yerden yüksekte duran bir hayal, bir kurtarıcıymış gibi, ağızları daha bir aralık, gözleri daha bir saygılı bakıyorlardı.
Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam iki kopyacıya kısaca:
- Lütfen çıkın.
Dedi ve kağıtlarını aldı. Berikiler hiçbir direniş göstermediler, hiçbir biçimde kendilerini savunmadılar. Salona girerken koltuklarının altında olan kalın yabancı dil sözlüklerini bu kere ellerinde taşıyarak salondan çıktılar.
Denetçi saatine bakarak:
- Sınav süresi bir çeyrek saat daha uzatılmıştır.
Dedi. Sesler kesildi. Denetçi şimdi aralıksız olarak salonda geziniyor, kağıt hışırtılarından ve burun çekmelerden bile kuşkulanıyor, bu tutumuyla, tavuk boğmaya hazırlanırken avcının ayak seslerine kulak kabartan bir tilkiye benziyordu.
Delikanlı yerindeydi. Elleri titriyor, yanaklarının kulağa yakın bir yerlerinde kasılmalar oluyor, vücudu ürperiyor, her yanına aralıksız üşümeler geliyor, kafasının içinde beyninin keçeleştiğini, hiçbir.şe yaramaz bir çaput topağı haline geldiğini sanıyordu.
‘Minicik… Ben tükendim. Tükendim, Minicik… Yüzü ıstampa mürekkepli yaramaz, ben tükendim… Bulamıyorum. En bildiğim şeyleri bulamıyorum. Bildiklerimi beynimin kıvrımlı yollarında, görünmez labirentlerinde yitirdim. Gözümüz aydın almayacak, Minicik… Yoksulluklardan kurtulamayacağız…’
Delikanlı tam bir şeyleri kafasında sıraya koyduğunu sandığı anda, küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adamı başucunda buldu. Parmağını sınav kağıtlarına değdirip kaldırarak:
- Siz kağıtlarınıza adınızı, soyadınızı yazmamışsınız.
Diyordu.
- Yazarım.
- Unutursunuz, hemen yazın.
Delikanlı sınav kağıtlarındaki özel bölümlere gerekenleri yazdı.
‘Hamburg Metodu nasıldı? .. Adım kadar sağlam biliyordum… Nasıl oldu da unuttum ben, Minicik? Çok uykusuzum, ondan mı? Nasıl oldu? .. Hayır, o progresif metod. Ben Hamburg Metodu ‘nu bulamayacağım… Bulamayacağım… Hamburg Metodu ‘nu bulamayacağım ben… Adından başka hiçbir şeyi aklımda değil… Bütün belleğim silindi… Bant gibi silindi… Yıpranmış bantlar gibi, kötü bantlar, çirkin bantlar gibi…’
Küçük bağlanmış kırmızı kıravatlı adam, salonun dibindeki telefonun ahizesini kaldırmış, bakışlarını adaylardan ayırmadan, görünmeyen adamına fısıldıyordu:
- Sittirdiniz gittiniz… Sen de, A ‘met de, Seydali de… Tümünüz… Sittirdiniz gittiniz. Hemen bul onları… Değneğin iki ucu da bok… Şu saniye gelmezseniz; çamurlu ortasına bile razı olursunuz da, gene tutamazsınız… Ben öyle dedim, diyorum… Seninkiler bok yediler, başlarından büyük… Tabii oğlum, enayi mi elin oğlu? .. Tümü kurt… Aç kurt… Duymuşlar ki; banka para dağıtıyor, dövdürmeye gelmişler… Tabii oğlum… Hastir lan, üç kişiye kaç kişiyi boşuna mı ekledik? Derhal gelin, kapatıyorum…
Adaylardan cevaplandırmaları bitirip kağıtlarını verenler oldu. Birisi,’Amaaan, biz boşuna uğraşıyoruz… Akıntıya kürek çekilir mi? .. Onlar alacaklarını almıştır bile… Boşuna dibimizi yırtıyoruz biz…’ diye söylenerek masaların arasından geçti, kağıdını verip çıktı. Salona, aralıklarla tek tük denetçiler girdi. Sınav süresi doldu. Denetçiler çabuk çabuk ve kaparcasına kağıtları toplamaya başladılar. İçlerinden biri, yazıp yazıp beğenmeyerek silen, yeniden yazan, yeniden silen delikanlının silgisi altındaki kağıdı çekip aldı:
- Tamam artık… Verin…
Dedi, gitti. Saçları terden ıslanmış, soluk yüzü yaşlanmış delikanlının elleri, en değerli şeyi kapılmış gibi birkaç parşömen kağıdın arkasından havada açık kaldı. Başını masaya dayadı. Uzunca, çok uzunca gelen bir süre sonra birisi:
- Sigaranız masayı yakacak, bayım…
Dedi. Başını kaldırdı. Bomboş salonda, elleri bir süpürgenin uzun sapı üzerinde bağlanmış bir odacı kendisine bakıyordu. Adam bir şeyler söyleyen olmuş gibi, bilgiç bilgiç:
- Boş ver bayım… Diye başını salladı. Tanrı bir kapıyı kapatırsa başka bir kapıyı açar…
Delikanlı söylenen sözleri duymamıştı. Adamın varlığını da çok çabuk unuttu. Siyah gözleri eski parlaklığını yitirmiş, ölü gözleri gibi mat mat bakıyordu. Yerinden kalktı. Salon kapısına yürüdü. Odacı, arkasından:
- Silginiz bur ‘da kaldı bayım…
Diye seslendi. Duymadığını anlayınca omuzlarını silkti ve salonu süpürmeye koyuldu.
Delikanlı, parlak, cilalı merdivenlerden alt kata inmek isterken ayakları kaydı. Tutunacak biryerler aradı, bulamadı, tutunamadı. Kafası, kolları, bacakları taşlara, metal parmaklıklara çarpa çarpa, döne döne yuvarlandı. Merdiven dibinde, marley döşeli zemine şiddetle vurup önce iki dizi üstüne düştü, sonra yıkıldı. Müşterilerden, memurlardan, odacılardan koşanlar oldu. Kaldırdılar. Pantalonunun iki dizi de patlayıp açılmış, dizkapakları çok derin soyulmuştu. Yer yer ağarmış ıslak saçlarının arasında kan vardı. Birileri ecza dolabından bir şeyler getirmeye koştular. Farkında olmadı. Beklemedi. Anlamadan bakanların arasından yürüyüp sokağa çıktı.
Solgunlaşmış bir güneş binaların üst katlarını aydınlatmıştı. Gölgelerle ışıkların sınır çizgileri zayıftı. Kentin üzerinde detayları kesinlikle anlaşılamayan bir uğultu vardı. Keskin klakson sesleri karanlık, ıssız gecelerin sessizliğini yırtan imdat çığlıklarına benziyordu. Kalabalık, bireylerden oluştuğu halde bireyleri ayırt edilemeyen bir seli andırmaktaydı. Birilerinin soluk soluğa geldikleri yerlere birileri soluk soluğa gidiyorlardı. Bir trafik görevlisi yolu kesmiş, elinde defter, bir arabaya ceza kesiyordu. Ötelerde, bir sokak ötelerde, kendisi görülemeyen bir arabanın klaksonu takılmıştı. Birileri biryerlerde ağır küfürler savuruyordu. Bir dilenci, çocuğu yerindeki bir gençler grubuna el-avuç açarak geçti. Yaya kaldırımında bir kadın ‘Eşşoğlu eşek, git ananı elle…’ diye bağırmaktaydı. Genç irisi bir adam, avucundaki ciklete benzeyen yassı paketçikleri gösterip fısıldadı: ‘Beyfendimiz, İtalyan malı prezervatif ister misiniz? ’ Arabalardan boşta kalmış bir küçük alanı dolduran her biçimli, her boylu, her cinsli bir insan kitlesi, kaldırımda sandalye üstüne çıkmış, elinde iri kağıt külah tutan bir adamı seyrediyordu. Ellerini havada geniş geniş açan kağıt külahlı adam ‘Efendim, ben Üstad Zati Sungur ‘la turnedeyken’ diyerek bir şeyler anlatıyordu.
Delikanlı omzunda beklenmedik, şiddetli bir acı duyunca kendine geldi. Birileri:
- Hooop ulan… Hop dedik, inek… Diye bağırıyordu. omzuna çarptın… Ezecek misin delikanlıyı? ..
Bir at arabasının kırık-dökük giyinişli sürücüsü aşağı atlamış, acıyan omzunun tozunu yumşak elle siliyordu:
- Özür dilerim, beyim. Ben seslendim ya, sen duymadın galiba. At öndeki taksiden ürkmese hiç de geri basmayacaktı.
Delikanlı önünde uzanan denize baktı. Tüm yaşantısında ilk defa görüyormuş gibi baktı. Buraya nereden ve nasıl geldiğini bilmiyor, bilmek de istemiyordu. Rıhtımda gölgelere bürünmüş insanlar vardı. Ucunun çakılı olduğu tahtada, eğilmek için keserin ters tarafıyla başına vurulmuş çivilerce iki büklüm olmuş hamallar ağır ağır yükler taşıyorlardı. Bir vapur yaralı hayvanlar gibi böğürdü. Suların rıhtıma yakın gölgeler içindeki dalgacıkları tembel tembel ıslak taşlara vuruyorlardı. Siyah dumanı ip kadar incelmiş, detayları seçilemeyen bir gemi, başını almış, uzaklara doğru gidiyordu. Ufkun ortasında, doğudaki bulutların üst kesimleri sırmalı ipekler gibiydi.
Saçlarına aklar karışmış delikanlının gözlerine ağır ağır gelen yaşlar, yanaklarına aşağı ip gibi süzülmeye başladı. Ağlıyordu. İlk damlalar,üzerine değmeden yere, gölgelenmiş toprağa düştü, diğerleri yanaklarını aşağı geçemedi, sıvandı.
Denizci elbiseleri içindeki küçücük bir çocuk denizi, gemileri, gölgeleri, bulutları bırakmış, alttan yukarı, tam burnunun dibinde kendisine bakıyordu. Kırk yıllık bir dost, gerçek bir dost yakınlığıyla ve bir kelebek kadar güzel sesiyle:
- Amca sen ağlıyorsun. Büyük insanlar ağlar mı hiç?
Diye seslendi. Delikanlı üstten aşağı çocuğa baktı:
- Ağlıyorum yavrum. Dedi. Ben küçük insanım. Büyük insan olsam ağlar mıyım hiç?
Çocuk az ilerde kendisini bekleyen annesine ve babasına doğru bağırarak koştu:
- Baba… Görmedin mi? .. Bir amca ağlıyor…
Bu kere bir başka ağır damla delikanlının göğsüne, gömleğinin tam üstüne düştü.
‘Evet, ben ağlıyorum Minicik… Ben bir küçük adam olmuşum da, ağlıyorum… Ağlıyorum n ‘ediim a…’
(Devam edecek…) 13

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 24.6.2005 21:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu