Malta ‘daki yol kavşağında olağanüstü bir kalabalık toplanmıştı. Bir cankurtaran, yol vermek için kenara çekilen arabaların yanlarından acı sinyaller vererek Edirnekapı ‘ya doğru gidiyordu. Akdeniz Caddesi ‘nin yokuşa ulaştığı noktada, kağıt gibi parçalanmış kırmızı bir folksvagen durmaktaydı. Meraklı kalabalığın az ötesinde bir çöp kamyonu vardı. Yerler kan gölü halindeydi. Saçları alnına dökülmüş, beli beyaz önlüklü bir pastacı garsonu, çevresini saranlara gururla bir şeyler anlatıyordu:
- Na şuradan çıktı, aşağıdan. Kamyon yanlış park etmişti: Köşe başına yakın durmuşmuş. Ya iki metre, ya üç. Sağa dönerken altına girdi. Ölmüşlerdi. İki erkek, iki kadın. Onlar da tüm içkiliymiş ama. Gece eğlenmişler, sabaha her şey tamam. Ben çağırdım cankurtaranı. Çabuk geldiler ama arabadakiler sallamadı: Ölmüşler.
İki genç gözlerini kan gölünden zorla ayırıp yürüdüler.
‘Ölen ölür, kalan sağlar anlatır.’
Fırını geçerlerken kadın başını çevirdi. Sıcak taze ekmeğin kokusu caddeyi tutuyordu. Delikanlı:
- Ekmek alayım mı, Minicik?
Diye sordu. Genç kadın kocasını kolundan çekerek yürümesine devam ediyordu:
- Hayır. Dedi. Evde biraz kırıntı vardı. İdare edelim.
Fırını geçip yan sokağa saptılar. Yokuşu indiklerinde ev göründü.
Delikanlı cebinden uzun, battal bir anahtar çıkarıp kapıyı açtı. Antrede, merdivenin ilk basamağının yanında ev sahibi olan dul kadının ev kapısı aralık duruyordu. Gürültü etmeden on-onbeş basamaklık taş merdiveni çıktılar. Delikanlı bu kere ufak bir anahtarı, altı boydan boya dik üçgen biçimi kırık tahta kapıdaki asma kilide sokup açtı, kapıyı gıcırdatarak itti, karısına yol verdi. Genç kadın içeri girer girmez korkuyla bir çığlık attı:
- Ay… Kertenkele…
- Korkma, zararsızdır. Kaçtı işte. Ev komşuların arka bahçesine bakıyor bu yanda. Bahçe dersen alabildiğine yeşillik. Kertenkele de olur, yılan da.
- Nasıl geldi acaba?
- Aman be Minicik. Çözülmesi zor bulmaca değil. Topu topu bir oda, bir salon. Tabii şu tavanı aşağı basmış daracık mezara ‘Oda’ denirse. Tabii bu tahtaları kağşamış, sıvasız duvarları eğri, kilim genişliği yere ‘Salon’ denirse. Böyle yere nerden girebildiği, nasıl gelebildiği sorulur mu zavallı kertenkelenin? Tuvalet-lavabonun camı yok, penceresi tel kafesle örtülü. Anladın mı nereden geldiğini?
- Daha dün yeşil yeşil böcekler, dolu dolu karafatmalar topladım. Yiyecek falan desen; yok, nemize geliyor bu haşarat?
Delikanlı, üzerindeki kontrplağı kabarmış, çapraz tahta bacaklı portatif masaya göz gezdiriyordu:
Minicik, bu masanın ayakları dağılmıştı?
- Dün onardım ben. Önemli değilmiş. Bacakları tutan vida düşmüş, içerden tutan çubuğun ucu kırılmıştı. Yaptım, oldu.
- Ben yapacaktım, özür dilerim.
- Sen ‘i, ben ‘i var mı, Kubi? Zaten zamanın yok ki. Sınava hazırlanıyorsun, kolay mı? Geleceğimizi kurtaracaksın. Bugünkü sınav saat ondörtteydi değil mi?
- Evet.
- Kazanırsın değil mi, Kubi?
- Mutlaka kazanırım, kazanmalıyım.
- Kazan, kazan da kurtulalım artık bu yoksulluktan.
- Yoksulluktan.
Genç kadın erkeğinin saçlarını okşadı:
- Özür dilerim, Kubi. ‘Yoksulluk’ demek istememiştim. Yoksulluk hiç önemli değil. Önemli olan; onun-bunun dilinden kurtulmak.
- Dedikodumuzu mu yapıyorlar?
- Yapmazlar mı? Elin ağzına sakız gerek. Nişandan önce ‘Kubilay asla Mine ‘yi almaz: Tahsili var, geleceği parlak. Mine sıradan memur. Kubi gönül eğliyor.’ Diyorlardı. Nişanlandık. ‘Nişan nikah değildir. Mine hiç güvenmesin o yüzüğe: Kuyumcu vitrinleri yüzükle dolu. Avantür yaşayıp yaşayıp yüzüğü fırlatanlar çok olmuştur.’ Dediler. Nikahlandık. ‘Çocukları olmuyor, kaç yıldır evliler. Ailenin bağı çocuk. Hiç bu evlilik yürür sanmasın.’ Diye çekti uzattılar.
- Şimdi ne diyorlar?
- Boş ver Kubi.
- Tanrı aşkına?
- Diyorlar ki; ‘Kubi yüksek öğrenimini banka hesabına burslu olarak yaptı. Hukuk-guguk tutturmuştu, İktisad ‘a zor girdi. Orayı bitirmeye bitirdi ya, şimdi de banka kabul etmiyormuş mecburi hizmete. ‘Aldığı bursu ödesin.’ Diyormuş. Hem de faiziyle.’
- Ama Minicik, biliyorsun ki; bankanın beni mecburi hizmete kabul etmediği doğru değil.
- Ben biliyorum ama onlar bilmiyorlar. Elin ağzı torba değil ki büzesin. Diyenlere duyursunlar diye, dedim ki; ‘Banka’ dedim, ‘Anladınız mı, burs sınavı açmıştı dört yıl önce. Dokuz kişiye burs verecekti fakat tam 1542 istekli girdi. Sonunda sadece dokuz öğrenci kazandı, biri de Kubi. Hem de öyle dokuzuncu olarak değil, beşinci olarak.’ Dedim. ‘Kubi tam hukukçu olacak yetenektedir. Hukuk öğrenimi görmek de tek idealiydi ama banka, bursu yalnız iki yerde vermeyi koşullamıştı: Birisi İktisad Fakültesi, obiri de Yüksek Ticaret.’ Dedim ki; ‘Yüksek ticaret hem okul, hem de üç yıllık öğrenim. İktisad ise hem fakülte, hem dört yıl. Onun için de, Kubi, zorunu, ağırını seçti.’ Dedim. ‘Güveni olmasaydı bunu göze alabilir miydi? Fakülteye derece sırasıyla aldılar. Kubi en başlarda. Fakülteyi bitirenler oldu, Kubi en başta.’ Sonra dedim ki; ‘Bankaya başvurdu.’ Dedim. ‘Mecburi hizmet için. Müfettiş olsun diye. Bu kere, müfettiş yardımcılığına 27 yaşına kadar olanları kabul edebileceklerini söylediler.’ Dedim. Ve dedim ki; ‘Şimdi bu bankanın ki kasıt değil mi? ’ Dedim. ‘Kubi ‘ye burs verirlerken liseden sonra yedek subaya gittiğini ve yirmidört yaşında olduğunu biliyorlardı. Peki, dört yıllık öğrenime yirmidört yaşında başlayanın, öğrenimi yirmisekiz yaşından önce bitiremeyeceğini bu banka bilmiyor muydu? ’ Dedim. ‘Eğer’ Dedim. ‘Zavallı müşterilerin açtırdıkları hesapların paralarını de bu kafayla kaleme vuruyorlarsa; yandı müşteriler.’ Dedim. Dahası var. Dedim ki; ‘Kubi ‘ye vere vere vermek istedikleri bir memur vekilliği adaylığı.’ Dedim. ‘Lise mezunlarının müfettişlik yaptığı bir bankadaki Kubi neden memur vekili adayı olsun? ’ Dedim. ‘Öğrenimini her okulda iyi derecelerle ve süresi içerisinde tamamlayan üniversite mezunları memur vekili adayı mı olacaklar? ’ Dedim. ‘Kala kala ve ola ola memur vekili adayı kalacak ve memur vekili adayı olacak idiyse, yüksek öğrenim yapmasına ne gerek vardı? ’ Dedim. ‘Anladınız mı? ’ Dedim. ‘Kubi işte bunun için mecburi hizmeti reddetti. Ortada bir şeyleri reddeden birisi varsa; o da Kubi ‘dir, banka değil.’ Dedim. ‘Bankanın verdiği ayda ikiyüz liralık bir burs. O da yılın her ayında değil, sadece üniversitenin açık olduğu altı ay için. O da yapar yılda binikiyüz yani dört yılda dörtbinsekizyüz.’ Dedim. ‘Dörtbinsekizyüz lira bir hamalın dört-beş aylık kazancı. Biz ise, onu hem yurt parası yaptık, hem ev kirası, hem otobüs parası, kitap, defter parası, üniversite harcı ve daha neler.’ Dedim.
- İyi ama Minicik, demezler mi ki; ‘Lise biter 18 yaşında. O kadar çalışkansa, o öğündüğü kocası neden 24 yaşında başlamış üniversiteye? ’
- Oooo. Tümünü anlattım. Sen orta sondayken liselerin üç yıl olduğunu, sen liseye başlayınca liselerin dört yıla çıkarıldığını, sen bitirince liselerin tekrar üç yıla indirildiğini yani sana çalışkanlığının zararını, başkalarına tembelliklerinin yararını armağan ettiklerini, tümünü, tümünü anlattım. Bu arada, aile fertlerini, Hüseyin Babama yani senin babana oynanan politik oyunları hep açıkladım. Dedim ki; ‘Kubi ‘nin babası’ dedim. ‘Hüseyin Bey, falan ilçede, filan kurumun ajansında müdürdü Sonra başka ilçedeki bir ajansa gene müdür olarak atadılar, oradaki ajans müdüründen ajansı teslim aldı.’ Dedim. ‘OP müdürü de başka ilçedeki bir ajansa vermişlerdi. Sonra sonra, şuna-buna çok sözü geçen, çok forslu bir adam, Hüseyin babamın müdürü olduğu ajanstan sebeplenmek istedi.’ Dedim. ‘Hüseyin babam’ dedim. ‘Çok doğru bir adamdı. Harama, hırsızlığa, haksızlığa kırmızı ışık yakmıştı. Forslu adamın isteği yasalara, vicdanlara uymuyordu. Hüseyin babam bu isteği, birçok benzerleri gibi geri çevirdi. Çevresince de ‘Vay sen misin? ’ e geldi.’ Dedim. Dedim ki; ‘’Planlar kuruldu bir süre.’ Dedim. ‘Başka bir ilçeye verilmiş olan o eski müdürün bulunduğu ilçedeki ajansı şubeye yükselttiler. Adamı da şube olan bu yeni ajansın müdürlüğüne terfi ettirdiler.’ Dedim. Sonra, ‘Durun, daha bitmedi.’ Dedim. ‘Yasaya aykırı sebeplenme isteğini geri çeviren Kubi ‘nin babasını kaldırıp o ajans müdürlüğünden şube müdürlüğüne yükseltilmiş adamın yanına atadılar, normal bir atama süsü vererek. Ve de şube müdür yardımcısı unvanıyla etiketleyerek. Çünkü; amaçları, biri dalavereyle yükseltilmiş ayni memuriyet derecesindeki iki adamdan birini, obirine ezdirerek istifaya zorlamak ve yerine, başına keser gibi vurulunca, istekleri çivi gibi yapacak başkasını getirmekti.’ Dedim. ‘Görünüşte ise ortada bir haksızlık yoktu. Zira; bir ajans müdürü, şubeye verilince, ancak kendi eşiti olan müdür yardımcılığında bulunurdu.’ Dedim. ‘Yani; eski atamaların üzerinden onbeş gün geçmeden dereceleri eşit iki memurdan biri yükseltildi, obiri alçaltıldı. Yükseltilenin bir üstünlüğü, alçaltılanın yeteneksizliği yoktu. Aralarındaki tek eşitlik bu olarak kaldı.’ Dedim. Ve ekledim: ‘Kubi ‘nin babası suçluydu. Neydi bu suç? Suç; yasaların, vicdanın buyruğuna uygun çalışmaktı. Suçlu ise çok gururlu, özüne saygısı olan bir adamdı. Kendine yediremedi. Bildiriyi aldığı gün çıldırdı.’ Dedim. ‘Aile yoksulluğa düştü. Kubi, başarıyla ve yeni girdiği Siyasal Bilgiler ‘den ayrıldı. Üç-üçbuçuk yıl hem hastanelerde babasına baktırdı, hem annesiyle beş kardeşini besledi. Memurluğa girmek istedi, askerliğini yapmadığı için almadılar.’ Dedim ki; ‘Kubi’ dedim. ‘Lise mezunu Kubi, tuğla ocaklarında yedibuçuk lira gündelik için bir siyah donla, kızgın güneş altında günde dört-beşbin tığla döktü. Yaş çamurla dolu üçlü tuğla kalıplarını nah burasına, karnına karnına dayayarak, öğle paydosunda, erlerin toprağa döktüğü kabak, soğan karavanalarının artıklarını yiyerek çalıştı, ailesine baktı. Kubi, sebze ve meyve komisyoncularının patlıcan, patates, kavun, karpuz, şalgam, lahana dolu küfelerini, tadına bakamadığı meyve sandıklarını hamallar gibi sırtlana sırtlana çalıştı.’ Dedim. ‘Sonra, Kubi ‘yi yedek subaylığa aldılar. Altı ay sonra, diplomalarını bizzat paşanın verdiği yirmi kişinin içinde şerefli subay üniformasıyla mezun oldu. Öğrenciliğini yaptığı askeri okulda öğretmenlik de yapan seçkinlerin arasındaydı Kubi.’ Dedim.
Minicik…
- Efendim, Kubi?
- Aynini anlatmışmışsın. Teşekkür ederim. Üstelik övmüşsün.
- Ben gerçekleri anlattım, Kubi. Övgü değil. Yordum seni değil mi?
- Rica ederim, Minicik.
Genç kadın küçük bir çocuk gibi hırçın pozlar takınarak omuzlarını kaldırıp başını yarım yana çevirdi:
- Tabiy. Dedi. Ben kiyli, yayamaz çocuk olduğumdan gevezeliğimle seni yoydu. N ‘ediiim a… Yoyacam işte, yoyacam…
Delikanlı güldü. Genç kadın büyük bir mutlulukla erkeğinin saçlarına parmaklarını daldırdı:
(Devam edecek)
Kayıt Tarihi : 22.6.2005 23:02:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!