Şahmaran(Son) Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Şahmaran(Son)

Delikanlı arabaya tırmanıp bindikten sonra kapıyı çarparak kapattı. Araba sallana sallana yola çıktı. Kafasındaki eski fötrü tamamen geriye itmiş olan kalın bıyıklı, sert kemikli, kalın kaşlı, ciddi görünüşlü şoför, gür bir sesle ve yüzüne bakmadan sordu:
- Sigaran var mı?
- Birinci.
- Ver.
Sigarayı arabadan çektiği çakmakla yakan şoför derin bir nefes aldı:
- Niye filtreli içmiyorsun?
- Alışkanlık.
- Değil. Bu laf maske. Korunak. Sığınak. Düzünden git. ‘İçemem’ de. İçemezsin; memursun. Çantandan belli. Üstünden-başından belli. Temiz fakat eski. Büyük memur değilsin. Olsan; araban olur. Ortanca memur değilsin. Olaydın; taksiyle yaylana yaylana giderdin, gaz tübü yüklü pis bir kamyondan yardım ummazdın. Küçük memur değilsin. Yanılsaydım; sana dolmuşta rastlar, her zamanki birilerine yaptığım gibi tanımadan geçerdim. Sen en minik memursun. Kontrolör falan, tahsildar falan. Düz konuşuyorum, kızma. Kızsan kızamasın. Durdurur kamyonu, seni indiririm, yıllarca taban tepsen Niksar ‘ı bulamazsın. Bozuk çeksen; iki yumruk atar küstürürüm. Sen Niksar ‘ın az sonraki gereğisin, ben senin şimdiki gereğinim. Koklama derin derin. Duygularım çok kuvvetlidir: Duydum içeriyi kokladığını, içmiş miytim diye. Ben tüm yaşantımda ağzıma vurmadım. Senin gibi. Sen de vurmuş olsan; koklamadan tanırsın onu. Bilirsin. Oysa kokluyorsun, et kokusu almış itler gibi. Şu kamyonlara doldurduğum tüblere ‘Şişe’ de derler. Ters dokundunmu, aman inlemeyen şişeler. Adamı beter eden şişeler. Tıpkı Obirileri gibi. Obirilerine yakın. Ben bunları taşıyorum. Yaftam cebimde. Sok elini al. Sağ cebimde, sana yakın. Dörde katlı. Sekize onaltıya katlı. Ne kadar katlasam doyamam. Mühürlere, büyük etiketli imzalara güvenin varsa; hiç kuşkun olmasın ki; ben doktorum, hukuk doktoru. Gerçekten bir doktor. Hukuk doktoru. Fotoğraftaki, bıyığının üstündeki iri benli adam benim. Ben, direksiyondaki bıyığının üstü iri benli adamım. Amansız tüb taşıyan bıyığının üstü iri benli adam… Yaşantı ne ki? .. Ben bulamadım, ben anlayamadım. Sen bana anlatabilir misin? Sanmam. Zira, sen yaşantıyı bilemezsin. Çantan elinde, düşmüşsün yağmurlu yollara, amansız tübler taşıyan kamyonlardan aman dileniyorsun… Ben yaşantıyı iplemiyorum. Bağışlama bilmeyen, yalvarsa dinlemeyen şişe taşıyorum. Çöp bidonlarını karıştırıp yiyorum. Koleradan doktorsuz giden iki öksüzümü, yamaçların otları arasındaki uykularında öpüyorum. Kurtulmaları için paralarını ve savunmalarını reddettiğim, anılarımda yıllanmış namussuzları, yıllardır vicdanımda ipe çekiyorum. Uzak, güvenli, minare boyunda taş duvarlara sırtlarını dayayıp dayayıp gözlerini bağlamadan kurşuna diziyorum, bana, beni kazandıramayan, bana gerçek varlığımı armağan edemeyen kuru kuru, yüce yüce unvanları. Ben namussuzlara gerekiyordum. İyice namussuzlara. Şimdi namuslular bana mecburlar. İyice namuslular. Ocaklarında gazları tükenmiş namuslular. Faydalıyım. Varım. Gerekliyim birilerine, birkimselere.
Niksar ‘ a geldik. Seni çarşıda indirmeyeceğim. Çarşıları sevmem. Kirlilikler, karanlıklar pazarlanır.Seni evlerde indireceğim. Kendi istediğim yerde. Evlerde. Gazı tükenmiş evler, benim kamyonluk geçtikçe aydınlanacak, ısınacak, sıcacık bir güçle dolacak, tazelenecek. Seni aydınlıklarda indireceğim. Öz aydınlıklarda. Kök aydınlıklarda. Gerçek aydınlıklarda. Mızrak gibi gerçek aydınlıklarda.
Ve sen… Yaya gideceksin, aydınlıkları meşale gibi ellerine alıp karanlıkların üstüne. Üstüne üstüne. Adımlarını rap rap vura vura. Hançerende balyoz balyoz nağralar. Sertçe babam, erkekçe… Gerçekçe…
Delikanlı arabadan aydınlıklarda indi ve adımlarını rap rap vura vura karanlıkların üstüne üstüne gitti. Akşamlar iyice kararırken, daha bir iyice, daha daha bir iyice kararırken, avuçları alev alev yana yana, ayakları alev alev tutuşa tutuşa geri döndü.
İlk durakta son minibüs, ilk ve son yolcusunu bekliyordu. Delikanlı direksiyon yanına oturur oturmaz, araba bir şoförü ve bir yolcusuyla hareket etti.
‘Tek yolculu şoför bol bol konuşuyor, adamın için açıyor, mutsuzluğunu dağıtıyor.’ du.
Arabanın farları karanlık geceyi elek elek delmekteydi. Pikapta laçkalaşan ses gecelerin türkülerinden birini söylüyordu. Önlerinde dayanıksızlaşıp eriyen ağaçların kuru gölgeleri gerilere kayarken soğuk ve karanlık hışırtılar çıkarıyorlardı. Toprak, arabanın kuvvetli farları önünde, biryerlerde bembeyazdı, apaydınlıktı. Araba öfkeli motor sesleriyle kendi ışığını, kendi aydınlığını yutmaya koşuyordu.
Tokat ‘ın ışıkları görünmeye başlamıştı. Halsiz halsiz, benek benek. Yardım dilenen mum ışıkları gibi karanlığın ortasında.
Araba bir virajı döndükten az sonra, parketmiş tankerin viraj dibindeki ışıksız, demir karaltısını gördüler. Şoför sol kapıyı açarak kendini savurdu. Delikanlının dudaklarından tek bir ses çıktı:
- Minicik…
Sonra, öfkeli demirler, saclar, camlar, zerreler birbirine girdi.
Gürültü, yaylanan, kaynayan, nabız gibi atan dalgalar halinde uzaklara yayıldı, gitti. Her şey başladığı kadar çabuk sustu. Ne bir inilti, ne bir ses.
Sadece uzak böceklerin cırlamaları…
Nicelerden ve nicelerden sonra birileri geldiler. İnsan kalıntılarını, parçalanmış vücutları buldular, saptadılar, birşeyler yaptılar.
Dudakta belirmeye başlayan gülücük ikiliydi. Ölüm, birini kendinden kaçarken, birini umutları başında yakalamıştı.
Bir siyah yol çantası buldular. İçinde düzenli, ağzı-dili temiz tutanaklar, birkaç ince pelür kağıt, birkaç karbonlu kağıt tabakası, bir İş Kanunu, devlete ait bir tükenmez kalemle yarısı yenmiş bir simit ve astara dökülmüş susam taneleri buldular. Daha ötesi; kimlik kartı büyüklüğünde bir beyaz karton.
‘Ben ölmüşsem’ falan yerde çalışan ‘eşime durumu böylece duyurun. Teşekkürler ederim.’ Diyen bir beyaz karton. Batan denizatlıların su yüzünde kalan şamandıralarındaki duyurular gibi bir şey… ‘Dumlupınar burada battı’ gibi bir şey.
Üzerinde eski bir uzun ceket bulunan karısını, darmadağın olmuş kalıntıların başına, gecenin şafağa devrildiği alacalıkta getirdiler. ‘Bakmasanız daha iyi olur.’ Dediler.
Genç kadın bakmadı bile… Görmedi bile… Ellerini, uzun uzun asıldığı yanlarından çekmedi bile…
Kranlık gecenin can çekiştiği sınırda, omuzlarına püskül püskül dökülen saçlarıyla, düz eski geceliğiyle, yanlarından cansız sarkan elleriyle, tırnakları kırılmış zayıf parmaklarıyla ve titrek, dolgun yalınayaklarıyla daha bir uzun, daha b,r görkemli, daha bir erdemli, daha bir yüce görünüyordu.
Dipleri aşağılarda daha bir derinleşen, başları gecenin karanlığından yukarılardaki fecirin aydınlığına daha bir yükselen yalçın kayalara doğru gitti, gitti, gitti. Körpe otlar üzerinde kayarak uzaklaşan, uzaklaştıkça yücelen bir hayal gibi. İlerilerde biryerlerde durdu. Çıplak ayaklarını bahara susamış kadife çiçekler okşuyordu. Eğildi. Biryerlere uzandı.
Yeniden doğrulduğunda, ince parmakları arasında tek bir çiçek vardı. Çiçeği yüzüne yanaştırdı. Avuçlarını kıymazcasına üzerine kapadı. Küçücük bir serçeyi gagasından öper gibi sevgiyle, narin bir kelebeği kanadından öper gibi dikkatle öptü. Sevdi. Solgun yanaklarıyla okşadı. ‘Kubicik’ diyerek gene öptü. Küçük küçük, minik minik, yumuşak yumuşak öptü. Sonra kollarını ileri uzattı. Avuçlarını görünmeyen ılık yağmurların sularına açtı:
- Tanrı ‘m, bana artık yardım etme… Bana artık yardım etme… Artık bana yardım etme Tanrı ‘m… Benim yardıma gereğim kalmadı… Hiç kalmadı… Tükendim… Yaman yerde tükendim… Kötü yerde tükendim… Tanrım, bana artık yardım etme… Benim artık umutlu baharlarım kalmadı… Baharlarım hem ilkbaharlarım, hem sonbaharlarım oldu… Umutlu baharlarım böyle tükendi… Birdenbire tükendi… Böyle tükendi… Böyle tükendi… Böyle… Böyle…
İki elinin parmakları arasında, teker teker kopardığı körpe çiçeklerin incecik yaprakları, ışıksız geceler gibi karanlık karanlık, kuş tüyleri gibi hafif hafif, isli çiğ damlacıkları gibi uçuşa uçuşa düştüler.
Boş kalan avuçlarını havalara açtı:
- Benim artık gereğim kalmadı… Bana yardım etme Tanrım…
Çiçekler üzerinde kayarak başında rüzgarların uğuldadığı kayalıklara ulaştı. Başını daha bir yukarılara, daha bir enginlere kaldırarak bağırdı:
- Şahmaranlar…
Uzak derinliklerden arka arkaya ve yücele yücele gelen yankılar, tükenmemeye savaşan gecenin suratına tükrük gibi savruldu:
- Şahmaranlar… Şahmaranlar… Şahmaranlar…
BİTTİ
(Sonraki hikaye türü düzyazı eser ‘Parmak Çocuk.’
Bu hikaye, bir süreden beri okuduğunuz Şahmaranlar isimli romanın kahramanlarının daha sonraki dönemlerine ait –yine gerçek- bir yaşam öyküsüdür.
İlgileneceğinizi umuyorum.
Paylaşmama katkı sağladığınız ve izleyerek beni yüreklendirip devam etmemi sağladığınız için hepinize gönülden teşekkürler ediyor, kalbi sevgilerimi bölüşüyorum.
İzleyin, pişman olmazsınız…

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 12.7.2005 22:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Gülay Morgül
    Gülay Morgül

    Güzel ve çok güzel tebrik ediyorum saygılar Gülay MORGÜL

    Cevap Yaz
  • Meral Yağcıoğlu
    Meral Yağcıoğlu

    adkıcı bir dille kaleme alınmış ki bir çırpıda okudum çok güzel bir hikaye
    saygılar

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

İsmet Barlıoğlu