Rüzgâra Bırakılan Mektuplar – 1
Merhaba,
adını bilmediğim ama kelimelerini tanıdığım kişi,
Bu sabah rüzgâr, balkonumun demirine bir kâğıt bıraktı. Ne selam verdi ne de izin aldı; yalnızca mektubunu bıraktı ve kaçtı. Kâğıt bir süre parmaklarımın arasında titredi; soğuktan mı, yoksa kelimelerinin yakıcı sıcaklığından mı, bilmiyorum. Yazını okudum ve itiraf edeyim, uzun zamandır hiçbir kelime bu kadar tanıdık gelmemişti bana. Sanki yıllar önce yazdığım ama gönderemediğim bir şeyin cevabı gibiydi. “Rüzgâr hayırsız.” demişsin… Belki haklısın, ama bazen hayırsızlar en doğru adresleri bulur. Bu satırları yazarken pencereyi bilerek açık bıraktım. Rüzgâr içeriye sızsın istedim;
belki kelimelerimden birini alır, senden önce sana varır diye.
Bilmiyorum… Belki hiçbir yere ulaşmayacak bu sayfa,
belki de bir sabah senin ayaklarının dibine düşecek. İçimde uzun zamandır açıklayamadığım bir uğultu var. Rüzgârınki gibi değil, daha derinden gelen,
sanki kendi içime dönüp yankılanan bir çığlık gibi. Ne kadar sustursam o kadar konuşuyor. Bir yanım diyor ki “yaz”, bir yanım diyor ki “sus”;
ben de ikisine de ihanet etmeyip sessiz sessiz konuşuyorum. Bir süredir zamanın hangi mevsimde durduğunu hatırlamıyorum. Takvim duvarda solmuş, günler birbirine karışmış; ben ise her sabah aynı gökyüzüne başka bir anlam uyduruyorum. İçimdeki boşluk bazen bir kuyu kadar sessiz,
bazen bir şehir kadar kalabalık. Bir kahkahanın yankısı bile yok bazen;
yalnızca bir fincanın dudağıma değdiği yer kadar sıcak bir hatıra kalıyor. O kedi hâlâ yanında mı, bilmiyorum. Ama senin satırlarında üşüyen o küçük hayvan, şimdi benim dizlerimin dibinde mışıl mışıl uyuyor sanki. Biraz rüzgâr kokuyor tüyleri, biraz da yanık kâğıt… Belli ki geçmişle bugünün arasına saklanmış. Benim gibi. Senin “burun akıtacak kadar soğuk” dediğin havalar geçti, şimdi güneş pencere pervazlarını kavuruyor. Ama senin selamını ilettim ona; önce küskünlüğünü, sonra affedişini de. Sustu. Yalnızca ışığını bir anlığına kısmakla yetindi, sanki “ben de özledim” der gibiydi. Bazen düşünüyorum: İnsanın kendi içine gömülmesi, toprağa değil, zamana gömülmek gibi. Yine de yazıyorum; çünkü yazmadıkça
içimdeki çığlık büyüyor. Kelimeler bir tür barınak belki de;
hiç gitmeyecek olanların gölgesinde ısınmaya çalışıyorum.
Bu mektubu bulacak olan kişi, bil ki ben seni tanımıyorum ama bir yanım seni yıllardır bekliyor. Belki sen de bir pencere kenarında bekliyorsun, aynı rüzgârın bir kelimeyi sana da getirmesini. Belki de seninle hiç karşılaşmayacağız.
Ama bu da önemli değil; bazen bir yabancının sessizliği,
en yakın dostun gürültüsünden daha çok anlar insanı. Eğer bu sayfa gerçekten sana ulaşırsa, okurken acele etme. Her kelimenin arasına biraz sessizlik koy, çünkü ben orada saklandım ve eğer elin titrerse, bil ki o, benim kalemimden geçerken de titremişti. Biliyor musun, sen “belki de gitmişimdir” demişsin,
ama bana öyle gelmiyor. Bir insanın cümleleri bu kadar canlıysa, kendisi tam olarak gidemez. Sen hâlâ buradasın; rüzgârda, kedinin tüylerinde, yarısı dolu kaleminde ve şimdi, benim parmaklarımın ucunda. Rüzgârın kaderi savurmaksa, benimki yazmakmış. İkimiz de elimizde olmayanı yapıyoruz. Sen şimdi bu mektubu okuyorsan, bil ki rüzgâr işini doğru yapmış. Adımı yazmıyorum, çünkü bazı buluşmalar isimsiz olmalı.
Sadece şunu hatırla: Ben, unutulmak ile hatırlanmak arasına sıkışmış bir cümleyim.
Rüzgârın içinden sana, adı olmayan birinden.
Kiyaz
Kiyaz Kılınç
Kayıt Tarihi : 16.10.2025 10:19:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!