Rüya İzi
İlkokulu okuduğu, o okulun bahçesindeydi, okulda her şey eskisinin aynıydı; sınıf arkadaşlarının hepsini tanıdı, hepsi aynı yaştaydılar gene, nasıl olurdu, üzerinden yıllar geçmişti, hepsi 10-12 yaşlarındaydılar hâlâ. Birkaç arkadaşına yaklaştı, kendini tanıttı, ama insanlar onun deli olduğunu düşünüp annelerini ya da babalarını çağırıyordu. Ben Sertan’ım diyordu, numaram şu, bu sınıftaydım, hatta kimliğini bile göstermişti. Birileri Sertan hasta bugün okula gelemedi diyor; nasıl olurdu bu, kendisi buradaydı, başka bir kendisi de ne demek? Yapacak başka bir şey kalmamıştı, kimse ona inanmıyordu. Tarihi sordu, mayıs anneler günü haftası ve 73 senesiydi, ilkokulu okuduğu o yıldı. Ama şu an içinde bulunduğu tarih bu değildi ki, tam 20 yıl öncesine dönmüştü. Bir süre sonra yoruldu kendini tanıtmaktan ve kendi eğlencesine dalıverdi. Gidip 30'lu yaşlardakilerle sohbet etti, hem de onlara ben Sertan’ım demeden. Bir piknik alanı kurulmuştu, kocaman U şeklindeki bahçede, herkes eskisi gibi neşeliydi. Hamile bir kadın ona yaklaştı ve adını sordu, o da gülümseyerek adını söyledi, bir çırpıda sohbet başlamıştı..
Yüzü ak güller gibi, yanakları kızarmış ekmek edasında, çok temiz ve içten bir duruşu vardı; belki de annelik tohumlarının tarlaya bu kadar yakışmasındandı, kadın da onunla aynı yaşlardaydı. Hamile olduğu hemen kestirilecek kadar zamanı geçmişti. Karnından, yüzünden, ellerinin farklı şişkinliğinden, gözlerine yansımış annelikten; bir küçük ördek yavrusu gibi arada paytak paytak yürüyüşünden ve birbirine yapışmış, ondan önce yürüyen iki koca memeden... her şey bir gebeyi tamamlıyordu.
Kadın o okulda daha önce okuyan bir öğrenci olmamasına rağmen, o da bu eğlencenin bir parçası olmuştu, Sertan’a sebebi şöyle açıklamıştı; eşi, bu okulda öğrenciymiş yıllar önce, hatta Sertan’la aynı yıllarda; ama Sertan ne yapsa da anımsayamadı bu esmer, kalın kara kaşlı diye tarif edilen zayıf, uzun adamı. Onun o gün yapması gereken önemli işleri olduğundan, eşi onun yerine bu güzelliği paylaşacakmış! .. Sertan şaşırsa da bu garip gelişe, her şey de bir içtenlik bulmayı becerdi ve sohbet koyulaştıkça içine battı, battıkça daha çok içine girmek istedi... Sertan’sa gelişinin sebebini bu okulda öğretmen olan birine bağlamıştı, hemen öğretmenlerinden birinin adını söyledi. Oysa, gerçek sebep bu değildi. Kadın birdenbire sohbeti kesti, durgunlaştı yüzü değişti. Gitmek zorunda olduğunu söyledi. Anlamsızdı; tanışırken gülümseyen o yüz, kocasını anlattıkça değişti ve sohbeti daha fazla uzatmadan bir bahane bulup uzaklaştı.
Herkes kendince eğleniyordu. İlkokulda âşık olduğu o kız gelmişti, aşk değildi aslında, geçirdikleri zamanı güzel bulan iki çocuğun sevinciydi, kız başını çevirmiş geçmişti. Ama Sertan onu hemen tanıyıvermişti, yaklaşmaya cesaret edemiyordu. “Ben Sertan’ım” dese, deli sanacaktı kız onu. Öylece arkasından baktı, okulda tiyatrolar düzenlenmişti yıllar önce, ona da kral rolü verilmişti, oynadıkları oyunda Çıplak Kral'dı. Hiç kimsenin çıplak olmadığı bir oyundu, Sertan bu oyunda oynamış ve adı öylece Çıplak Sertan kalmıştı; gözleri doldu, hatıralara dalıverdi. Önceleri kızdığı bu isim bile onu ne kadar mutlu etmiş ve duygu yüklemişti kendisi bile şaşmıştı. Gene aynı okulda olmak, eski arkadaşlarını görmek... onu daha önce dövmüş çocukları bile gördü. Şimdi Sertan 32, onlarsa sadece 12 yaşlarındaydı, ama gene de yaklaşıp kızamadı onlara, yıllar süren ürkekliği o yaşta bile sekiverdi üzerinden.
Havanın çok güzel olduğu bir gündü, bahçedeki tüm ağaçlar yeşilin en doğru tonunu yakalamıştı, sınıf arkadaşlarıyla hasret giderdi. Onu tanımayıp, yaklaşımını çok lakayıt bulanlar bile olmuştu, ama o bütün içtenliğiyle yaklaşıyordu arkadaşlarına... kimsenin cinsiyeti yoktu o gün, herkes içindeki çocuğu üstüne giyip gelmişti.
Sertan’ın üzerinde beyaz ve mavi çizgili bir gömlek vardı, üzerine düşürmüştü gömleği, birkaç düğmesi açık, altında ise gene maviye çalan bir pantolon.
Saatlerdir bahçeyi izliyor, o bahçe ki o zaman ona kocaman bir dünyaydı; taşları bile eline alıyor, tanıdıklıklarını ölçmek için... neden burada ve neden bu yaştaydı, rüyada mıyım diye geçirdi içinden. Gözleri defalarca gizli gizli doluyor, arkadaşlarına uzaktan bakıyor, ah işte Gülsen, Asuman, Adnan, Yılmaz ÇELİK'ler. Onların hepsi kuzendi, hepsinin de siyaha çalan kızıl çilleri vardı, beyaz yanakları ve kırmızı saçları da. Asuman'ı da sevmişti o yaşlarda; anımsayıverdi, bir gün onu takip etmiş, hatta bir tokat yemişti ondan. Sertan'sa “Seni koruyorum,” demişti gene bir aşkı itiraf edemeden, kendine şaşmıştı. Bütün mazi onu içine alıyor, arkadaşlarını gördükçe pekişiyordu, oysa o ailesinin isteğiyle 20’li yaşlarda evlenseydi, şimdi onun da arkadaşlarının yaşında çocukları olurdu, ne garipti bu karmaşa; ama çözüm aramadan yaşamak istiyordu günü. Yavaş yavaş gün bitiyordu, güneş kızıl saçlarını açıyordu, kendinden geçmiş, yorulmuştu günü ısıtmaktan ve aydınlatmaktan..
Birden bütün bahçeyi, belki de bütün şehri dolduran çığlıklar duyulmaya başladı, dışarıdan geliyordu bu sesler, herkes şaşmış, çocuklar korkmuştu, aileler çocuklarını yanlarına almıştı. Okul zili çaldı, müdür gelip anons yaptı, gene aynı müdürdü; o yıllar önceki, kalın siyah bıyıklı, mağrur adam. Sertan şimdi onu daha iyi görebiliyordu, adam, sözümü dinlemezseniz keserim, der gibi bakıyordu; üzerinde yine eski takımı, ceketi, pantolonu; ondan daha büyük duruyor, şimdi bile onu korkutuyordu.
‘’Okul bahçesinde kalınız, sizi bir saat sonra salacağız, kapıları kapıyoruz; sakın korkmayın çocuklar, şu an için bir sorun yok.. Ailelere sesleniyorum, lütfen çocuklarınızı yakınınızda tutunuz! ’’
Sertan, kapıya yaklaşmış, hademelerle konuşuyordu, “Ben gitmek istiyorum,” dedi. Hademeler izin vermemişti, birden eski yaşında olmadığını anımsadı, kendinin burada öğrenci olduğunu da söylemeye gerek yoktu. O ana kadar söylediği kişiler de onun deli olduğunu sanmıştı, şimdi bunu kullanmanın tam zamanıydı. Yalan söylemek zorundaydı, dışarıda ne oluyor, bilmek istiyordu.
‘’Bakın, benim bu okulla hiçbir alakam yok, kardeşim dışarıda, ona bir şey oldu diye korkuyorum, lütfen kapıyı açınız.’’
Onu arka kapılardan, müdürün isteğiyle bıraktılar, dışarıda uzun bir kalabalık vardı. Herkes merakla bakıyordu etrafa. Biri yerde uzanmış, kan su gibi yere akıyordu.Yaklaştıkça bu kişiyi tanıdı, bu içeride onunla uzun süre sohbet eden hamile kadındı. Ne oldu, diye sormaya başladı. Biri cevap verdi:
“Kadının boğazı kesilmiş, kimse, kimin yaptığını bilmiyor. Polisi aradılar, kadını öylece arabadan atmışlar. “
Sertan sanki çok yakın birini kaybetmişti. Bir anne hunharca öldürülmüştü ve Sertan bu annenin adını bile soramamıştı. Çok büyük bir yakınını kaybetmişçesine mütemadiyen ağlıyor, kafasını elleriyle avuçlamış, çırpınıyordu. Kadının üzerini gazetelerle örtmüşlerdi, ama yüzü ve simsiyah uzun saçları görülebiliyordu; siyah kana hiç yakışmıyordu bunu bile geçirdi içinden. Kadın o tertemiz yüzünü kaldırıp ona baktı ve birden canlanıverdi, ayağa kalktı. Ona doğru yürüdü ve ellerini yalvarırcasına Sertan’a uzattı.
“Ne olur Sertan beni kurtar! Leyla beni öldürdü, Leyla Seveser! ! ! ! ! ” dedi.
Sertan, kan ter içinde kalmıştı. Gördüğü rüya onu mahvetmiş, kendine gelememişti bir türlü, delice ağlıyordu; ama hepsinin rüya olması onu rahatlatmıştı; suyunu içti, düşündükçe düşündü neydi, diye. Günler günleri kovalıyordu, bunun bir işaret olduğunu düşündü ve tarihe baktı, 20 Nisan 1993, kimseye anlatamıyordu bu rüyayı. Leyla'yı anımsamaya çalıştı, evet kara kaşlı, erkeksi tavırları olan Leyla; hiçbir zaman onun için önemli olmamış biriydi Leyla, ama şimdi bu isim onun kafasını allak bullak ediyordu... Belki de bu rüya bir insanın, hayatını kurtarmak için ona sunulmuş en büyük hazineydi; mayısa iki hafta gibi bir süre kalmıştı, şimdi ne yapmalı! diye düşünüyordu.
O eski şehirden ona geriye kalan küçük bir resimdi, annesinin ve babasının ölümüne sebep olan o deprem, onun o şehirden nefret etmesine sebep olmuştu. O şehri bırakalı neredeyse 16 yılı bulmuştu; bıyıkları yeni terlemeye başladığı sıralarda oradan ayrıldığını anımsadı. Tüm belgeleri döktü, işe nasıl başlamalıydı bilmiyordu, o şehre gitmeli, diye düşündü, yahut polisleri mi aramalı, onlara olayı mı anlatmalıydı; ama bu bir rüyaydı ve kim inanabilirdi ki ona.
Yılar Sonra Aynı Şehrin Garında:
Yıllar sonra değişmeyen tek şey kalmamış gibiydi, bıraktığı küçücük dünya kocaman olmuştu, şehirlerden şehirler kuracak kadar büyümüştü o şehir. Tezgahtarlar, çocukların kovalamacaları, deli gibi geçen pahalı arabalar, aç insanların ağız kokuları, zenginlerinse marka marka parfüm kokuları... sesler ve insanlar. Telefonla dahi aramadığı, bir mektubu bile esirgediği insanların kapısını çalmak, birden ”Ben geldim,“ demek, delilik mi olacaktı?
Köhne bir otel odasında kendine yer tuttu, birileri onu tanır mıydı bilmiyordu, eski sokağına doğru yürürken aklından bunlar geçmişti; neden geldiğini bile bilmiyor gibiydi, sokaklar tanıdık gelmedi ona, eski sokaklar gitmiş yerine yeni caddeler kurulmuştu, parkın olduğu o eski alan beton yığınlarına dönüşmüş, depremden sonra yenilenmişti. Arkalara doğru, sonra daha gerilere yürüdü, önce birkaç eski ev; sonra da yeşil panjurlu evleri gördü, birbirinin kopyası olan evleri, hafızasını hiç yoklamadı mı dersiniz?
Delice gezinirken, biri arkasından seslendi 'Sertan! ' diye, arkasına bile dönemeden o kolların onu sardığını hissetti. Bu, Suat Bey’di, Sertan’ın babasının yakın arkadaşlarından biriydi. Ermeni asıllı; şehrin eski sahiplerinden biriydi. Hâlâ ailesiyle orada yaşıyordu. Bir çay bahçesinde oturup, sohbete daldılar.
“Sertan çok değişmemişsin,' diyordu her cümlenin başında. Laf lafı açtı, Leyla’yı kimlerden sormalı, diye düşünüyordu Sertan ve sorular sormaya başladı: ' Suat Amca okula ne oldu, o eski okula? ' “Okul depremden sonra kullanılmayacak duruma gelmişti, bu yüzden orayı tamamen park alanı haline getirmişlerdi,” dedi Suat Bey. Okulu neden soruyordu bu kadar? Suat Bey anlam çıkaramıyordu, Sertan’ın yıllar sonra buraya neden döndüğünü de soramadı.... Sertan “Ya okul müdürü? “diye sordu “Öldü,” dedi Suat Bey
Okulla ilgili kayıtlar olmalıydı, Suat Bey’den yardım istedi bu konuda, “Bütün bilgileri öğrenmek istiyorum,” dedi. Suat Bey, ona “Neden okulla bu kadar ilgileniyorsun,” diye soracakken, Sertan hemen atılıyor ‘’Boşveriniz Suat Amca, sadece benim için çok önemli, yardımınız gerekli.’’ diyordu...
Nüfus müdürlüğünün önünde çıkardığı onca kavgadan sonra, Suat Bey’in yardımlarıyla kütük defterine ulaşılmıştı. O seneler içinde okuyan bütün öğrencilerin adresleri vardı, Sertan Leyla’yı da bulmuştu, ki onun için mühim olan tek isim buydu. Kayıt defterinde yazılan adrese gitti, ama o adres yerini küçük bir dükkanla değişmişti ve kimse de Seveser ailesini tanımıyordu; sokağın tümü yeni dükkanlarla doluydu neredeyse.
Leyla’nın son taşındığı eve gitti. Kapıyı korkarak çaldı, ne demeliydi o da bilmiyordu, ama gene de tüm gücünü topladı. Kapıyı açan Leyla'ydı, kendini tanıtan bu adam, çekine çekine içeri girdi. Sertan, buyur edilmişti eski işlemeli antika bir koltuğa. Heyecan içinde oturuyordu, ayak parmakları yerdeki halıyla cebelleşiyor, güreşiyor, savaşıyordu
. Leyla, çok değişmiş, gözleri daha mı küçüktü eskiden, diye düşündü, hatta saçları siyahtı değil mi? Ama şimdi saçlarını ateşe bulamış gibiydi, kızılın en ateşli tonu,” ben buradayım,” der gibiydi Sertan’ın gözlerine bakarak. Leyla’nın saçları rüzgar değercesine dans ediyordu, herkesi etkisinde bırakacak kadar iri dudakları, hiçbir ruju kendinden güzel bulmayan doğal rengiyle Sertan’a “Rahat olunuz lütfen,” dedi. Elleri yumuşak kadifeler gibiydi. Belki de, Sertan kendini o ellere bıraksa, bir titrek yaprak misali öylece düşerdi o ellerden. Ağzını çok akıllıca açıyor, goncanın yavaş yavaş açışı gibi gülümsüyordu, ellerini usulca çekti. Sertan onun ellerini kendinden çekmeyi beceremedi birkaç dakika, elleri usulca kayıp gitti.
Sertan kendini anlatmaya başlamadan, anlayan gözlerle bakan Leyla “Sus,” dedi ona; öyle yakıştı ki onun o güzel dudaklarına 's' harfi, Leyla’nın ağzında ince bir vücut hareketi yaptı, her hareketi bir balerin gibi ustaca kıvranıyordu. Sertan'ı, heyecan içindeki bu adamı, tanıdığını söyledi Leyla.
Leyla ilkokuldayken bu kadar güzel değildi, Sertan onu beğenmiyor, hatta çirkin buluyor; kara, kalın kaşları da ona itici geliyordu. Tavırları kaba bir erkek edasindaydi; oysa şimdi bu tavırlar kaybolmuş, yerini tam aksine, hiçbir kadına yakışmayacak kadar kadınlıkla bürümüş ve onu bir küçük kuğu yapmıştı, kısacık boyuna rağmen.
(Leyla’nın aslında kendine ait bir evi vardı ve ailesinden uzak yaşıyordu.
Sertan, şanslıydı belki de, çünkü Leyla bir ay sonra, işte bugün ailesini görmeye gelmişti. Yalnızlığından bir nebze olsun kurtulabilmek için.)
Aklını çalan bu ince kadından bir an için uzak tuttu düşüncelerini, arzu tılsımını eline alan,nefsi perişan eden bu albeniyi,düşüncelerinden atıp konuşmaya başladı: “Sadece sizi görmeye geldim,” dedi Sertan.
Leyla onu evine davet etmişti, ailesinin evinden uzaklaşırken beraber yürümelerine rağmen, Sertan kendini bir adım geriye atıyor, hayretle bu harikulade kadını izliyordu.
Ne olduğunu bile anlamamıştı, oysa buraya başka bir durumu düzeltmek; ya da kendi ruhunu rahatlatmak için gelmişti. Leyla'nın evine varmışlardı. Leyla, anahtarı Sertan’a uzattı ve “Lütfen siz kapıyı açınız,” dedi. Heyecanla kapıyı bir çırpıda açtı Sertan. Akşama kadar sohbetler edilmişti, ama Sertan hâlâ gelme sebebini söylememekte direniyordu.
Mutfakta kırılan bir bardak Leyla’nın incecik ellerini kesmişti, bir acı inlemesiyle mutfağa fırladı Sertan, “Ne yapabilirim,” dedi. Leyla ellerini onun ağzına doğru uzatmış, kanayan parmağını göstererek ona “Lütfen dudaklarınıza götürün.” dedi. Sertan, dudakları arasına aldı o incecik parmağı, kan dudakların içinde bir uzanmak istediği bir nehir oluvermişti hemen oracıkta. Dayanamadı ve Leyla’nın bütün parmaklarını dudaklarına almaya, ellerini ısırmaya; hatta yalamaya başlamıştı. Leyla, çıldırmış “ bakın bunlar kilidim, beni acın,” der gibi bakıp, ardinda da Sertan’ın ellerini kendi egemenliğinde, omuzlarından inen bir şal misali yavaşça gezdirdi.Sabaha kadar bütün vücudunu özgürce Sertan’a sunmuştu. Günler geçiyordu. Sertan, Leyla’ya birkaç gün içinde delice âşık olmuş, kendini alamamıştı bu garip kadından. Leyla ise daha üçüncü gün ağlamaya başlamış, “Ne olur beni bırakma, bütün hayatım biter; aşkınla delireceğim. Ne olur kendine ayır beni, sakla yüreğinde,” diye söylenmeye başlamıştı bile. Her gece çılgın sevişmelerden sonra her şeyi konuşmaya başlamışlardı. Sertan oraya geliş sebebini dahi unutmuştu, kendi haline o da hayret etmeye başlamıştı, kalbine de söz geçiremiyordu. Bu kadın onun dünyası olmuş, bunun yanı sıra onu öyle bir kandırmıştı ki, tabiattaki bütün nesnelerin bu kadının önünde eğildiğine inanmaya başlamıştı. Kadın konuştukça Sertan hayretle onun dudaklarını izliyor, bu dudakların ömür boyu sahibi olma gayesinden başka bir şey düşünemiyordu. Ama ortada bir kadın daha vardı; o rüyadaki hamile kadın. Leyla'ya rüyasını anlatmaya çalıştı, birkaç kez denedi ama olmadı, bir türlü açılamadı ona. İkinci hafta bitmek üzereydi, dışarıya çıkmıyorlardı. bu kocaman evdeki kasvet onu ağırlaştırmıştı. Leyla'nın dizlerinde uyumak, sarılmak; dudaklarında bitmek istiyordu
Leyla, bir âşıktan söz ediyordu; adam evliymiş. Yine de Leyla’yı rahatsız ediyormuş, Leyla bu adamdan kurtulmaya çalışmasina rağmen, adam onu tehdit ediyor, eğer bu aşka karşılık vermezse Leyla’yı öldüreceğinden söz ediyormuş. Sertan onu seviyorsa; Leyla’ya sahip olmak istiyorsa bu hoyrat adamı sakinleştirmesi ve çareler bulması, kadınından uzak tutması gerekiyordu.İkinci haftanın bitiminde kendi aralarında bir plan yaptılar: Leyla adamla sahilde buluşacak, arabasını bir yere çekecek ve Sertan bu plana dahil olacaktı.
Sertan, Leyla ve O Adam
Leyla, Sertan’ın eline bir silah verdi ve adamı işaret etti. Sahil bomboştu, sabaha karşı dört sularıydı. Sertan hiçbir şey demeden bir hışımla adamın üzerine atladı ve kendi kadınına, “Sen arabaya git,” diye bağırdı. “Onu öldür Sertan, ne olur öldür! ” diye çığlıklar atıyordu Leyla.
Sertan’ı bir güç o adamı öldürmeye itiyordu, adamın ağzına namluyu dayadı. Adama “Öldüreceğim seni, bu kadına bir daha yaklaşma,” dedi. Adam yaşına bile aldırmadan ağlıyor, feryat ediyor, yalvarıyordu. “Leyla'yı ben sevmiyorum, o bana âşık, o peşimi bırakmıyor. Küçük bir maceraydı. Ne olur eşime, gelecekteki çocuğuma acıyın, benim baba olmama az kaldı,” diyordu. Sertan, silahı geri çekti ve bir dahaki sefere “Affetmeyeceğimi bil,” diyerek, Leyla’nın arabasına geri döndü. Leyla bağırıyordu “Neden öldürmedin, sen bir korkaksın, neden öldürmedin! ” diye. Eve kadar arabada öylece kavgaları sürdü, kadın delirmişti. “Benim bundan sonra senin olacağımı mı sanıyorsun, korkağın tekisin, sen korkaksın,” diyordu.
Sertan eve gelince kadınından af diledi ve söz verdi. Bu kez yapacaktı, adamı öldürecekti, gözü dönmüş gibiydi. Leyla adamın adresini verdi, Sertan ikinci akşam başka bir yere ve tek başına, adamın evine doğru yol aldı. Yol bitmek bilmiyordu, terlemişti; ama bir ses onu öldürmesini istiyordu, bu ses beynine ve kalbine hükmediyordu. Binanın önünde bekledi saatlerce; eski, koskoca bir binaydı. Çocukluğunda buralara gelmiş miydi bilmiyordu, ama hiç yabancı değildi bu ev, evi daha önce görmüş gibiydi, ama neden anımsayamıyordu. Etrafını kolaçan ediyor, elleri titriyordu, yüzünün teri yere damlıyordu. Sokağa bakındı, bir okul gördü hemen binanın karşında, birden rüyası gözlerinin önünden geçti. Kadın okulun arka kapısında önünde ölü yatıyordu, boğazının kesildiği yeri bilmiyordu. Ama okul kapısının önünde o kadının hunharca öldürülmesine ağlarken, bu bina da gözüne ilişmişti. Evet, bu rüyasındaki binanın aynısıydı; ama okul aynı okul değildi. Nefesinden bile korkar oldu aynı binayı görünce.
Bir saate aşkın, adamı görmek için bekledi. Binadan bir kadın ve bir adam beraber çıktı. Kafası allak bullak oldu, gözlerine inanmak istemiyordu; çünkü ikisini de tanıyordu. Rüyasında gördüğü o hamile kadın ve bugün öldürmekten son an da vazgeçtiği adamdı binadan çıkanlar. Yavaşça yaklaştı onlara, adam kadının ellerini tutmuştu, arabayı getirmek için yalnız başına otoparka doğru ilerledi, hamile kadın bina çıkışında, okul ve bina arasında bekledi. Adam tam arabaya binerken Sertan silahını ona gösterdi, “Ne olur bana yardımcı olun, sizi öldürmeyeceğim; ama sizinle konuşmak istiyorum, beni kaç gündür deli eden bir şeyler var.” Adam arabaya, Sertan’ı aldı; kadın, bu yabancı adamın arabada ne işi olduğunu düşünürken, Sertan özür diledi ve kendini tanıttı. Rüyasındaki konuşmaları tekrarlar gibi oldu, kadın gülümsedi ve adını söyledi. Ölen o kadını şimdi Sertan arkadaki koltuktan izliyordu, kadının yaşadığını görmek gözlerinin dolmasına ve bir anda ağlamasına sebep oldu; kadın ve öldürülmesi planlanmış adam şaşkın şaşkın ona baktılar. Sertan özür diledi, “Benim eşim vefat etmişti,” diye yalan söyledi, “Bir çocuğum bile olmadı, şimdi sizin bir umudunuz var, o yüzden birden etkilendim,” dedi. İkisi de Sertan’a anlamış gözlerle baktı.
Sertan ölmeden önce adını soramadığı kadının, Sazende olduğunu öğrenmişti; kadın rüyadakinin tıpatıp aynısıydı, giydiği elbise bile aynıydı.
Sazende’yi annesinin evine bıraktılar, şimdi Sertan ve o adam yalnızdılar. Sertan ön koltuğa geçti ve en ince detayıyla, rüyasından başlayıp, bu şehre gelmesinden şu saniyeye kadar olan öyküsünü sıraladı. Leyla'yı da anlatmıştı, adam çok sakin dinliyordu ve Leyla hakkında her şeyi anlatmaya başladı:
“Leyla ile ben bundan 2 yıl önce tanıştık, eşimin de yakın arkadaşı olurdu, daha sonra Leyla sık gelip gitmeye başlayınca eşim hoşnut olmadı. Bir gece yarısı beni aradı ve evine davet etti; ben çok yorgundum, içkiler içildi ve mutfakta parmağı kesilince bana ellerini uzattı; elleri derken, o gece her şeyi yaşadık onunla. Daha sonra ben evli olduğumu hatırlattım, ama o beni dinlemedi, gizli numaralardan aramalardan tutun da, isimsiz mektuplara kadar aklınıza ne kötülük gelecekse yapmaya başladı. İki yıldır da birkaç kez sevişmenin ahını çekiyorum, hayatımda ilk kez eşimi aldattım, ama bu ilk benim bütün ömrüme damgasına vuracak kadar kötüydü. Leyla'nın sorunları var, hem de çok büyük sorunları, o bir şizofreni hastası, bunu ailesi de biliyor, gene de hiçbir şekilde yardımcı olmuyorlar. Leyla'da bunu bile bile saklıyor, daha önce tedavisini gizli gizli sürdürüyordu, şimdi pek bilgim yok bu konuda. Sizin rüyanızın içine giren de bence Leyla’nın kendisidir. Çünkü o değişik bir insan, bana bir gecede bütün hayatını anlattı, size de söylemiş olabileceğini düşündüm. Karabüyüler yapıyordu, bana başkalarının rüyasına girme yeteneğinin olduğunu bile söyledi, bunu telapati yoluyla yapıyormuş. Onda garip bir enerji var, insanı kendisine çeken garip bir şey, siz ona âşık değilsiniz, olamazsınız da bu kısa zaman içinde, o sadece sizin aklınızla oynuyor. Siz onunla beraber oldukça, bu size dönülmeyecek pişmanlıklar yaşatacak emin olun. Beni orda öldürmemenizdeki sebep de, sizin merhametinizin, çalınmış mantığınızdan ve Leyla’ya olan hastalıklı aşkınızdan daha güçlü olmasıydı. Sadece beyninizi kapalı tutun, onunla beraberken,” dedi.
Gece Leyla’yı anlatmakla bitmiş, aralarında da anlaşmışlardı. Sertan eve gittiğinde adamı bulamadığını söyleyecek, adam da bir süreliğine eşiyle uzak bir yere gidecekti. Bu olayların yaşanacağı tarihe, mayısın bitimine kadar dönmeyeceklerdi.
Sertan’ın duydukları, hayatındaki en garip olaydı. Küçücük dünyasının dışına çıkınca koskocaman bir mahvoluş görmüştü; isyan ediyordu, bir caddeden başka caddeye yürüyor, nisan yağmurları üzerine üzerine geliyordu, “Beynimi temizle,” diye yalvarıyordu Tanrıya. Bazı şeyleri de iyi görebilmişti, mesela Leyla’nın parmağının kesilmesinin bir kaza olmaması gerçeği, “Her şey Leyla’nın oyunuymuş,” diye düşünüyordu.
Eve varmıştı. Leyla, onun açıklamalarını dinlemiyor, bağırıp çağırıyordu. Sabah olmuş, dışarıya kahvaltı yapmaya çıkmışlardı. Sertan, “Akrabalarımı görmem lazım,” dedi, oysa bu şehirde Sertan’ın hiçbir akrabası kalmamıştı. “Sen bu çay bahçesinde otur, iki saate kadar dönerim,” demişti Leyla’ya. Gizlice Leyla’nın ev anahtarını onun çantasından çalmıştı.
Leyla’nın evine geri döndü, evdeki o kasvetli, insanı sarhoş eden koku yoktu, çok yalın düşünmeye başladı. Oysa Leyla’yla bu eve ilk girişinde ev ona saray gibi gelmişti, aşk sarayı. Leyla olmadan bu evin başka evlerden hiçbir farkı yoktu. Leyla'nın eşyalarını bozmadan karıştırmaya çalıştı, elbise dolabını açtı, çekmeceleri, gizli yerleri... ve yatakta gizli bir bölmede, bir resim albümü ilişti gözüne. Albümü açtı, başladı karıştırmaya, albüme mektuplar yapıştırılmıştı ve birçok resim. Sayfaları karıştırırken kendi resimlerini gördü, okulda çekilmiş resimleri, bu resimler onda bile yoktu, o depremden sonra her şey yok olmuştu. Resimlere bakıyordu, şaşkındı. Bunlar Leyla’da ne arıyordu. Mektupları açtı; pulları yapıştırılmış ama hiç bir mühür vurulmamış hepsi eflatun renkli, gönderilmemiş mektuplar... bu mektupların üzerinde Sertan’ın adı ve soyadı yazıyordu, bir de depremdeki evlerinin adresi. Zarflardan birini titreyerek açtı, ayaklarının bağı çözülmüştü, okumaya başladı hızlıca, hızlı davranmalıydı; çünkü eve yetişmesi yarım saatten fazla zaman almıştı. Leyla anahtarının alındığını fark etmeden Sertan her şeyi incelemeliydi. Mektupları okudukça çıldırıyordu.
18/12/1988
Gülüminiçi, Sertan’ım,
Bu sana yazdığım 12. mektup, her gün daha çok özlüyorum seni, aradan yıllar geçti; ama aşkın benden vazgeçmeyi beceremedi. Hep seni aramamak için direndim, beklettim yılları, yılları beklettikçe sana daha çok susadım, bir gün sana yine ulaşacağım, yine yanımda olacaksın; ama bu kez aşkla... ve sen geleceksin, kendi ellerinle kapımı çalacaksın. Elim kanıyor Sertan, dudaklarını istiyor, kanımı dudaklarına vurduğum gün bana aşkını itiraf edeceksin, işte ben o gün güçlü olacağım.
Beni hiçbir zaman göremedin; ama öyle bir gün gelecek ki kendin geleceksin aşka... Yıllardır sakladığım bu aşk, benim uykularımı boğuyor, senin de uykuların boğulacak, açılmayan kalbinin anahtarı bu defa bende.
Aşkımla, Leyla Seveser
11/04/93
Sevgilim,
Gene sensizim, sen hiçbir zaman benden haberdar olmadın, bekaretimi bir adamın açlığına bıraktım, 33 yaşındayım, hiç evlenmedim, bir yuva kuramadım, çocuklarım olmadı ve bir daha âşık oldum; ama beni istemeyen ikinci bir adama.
Hamileyim, ikinci ayına girecek, ama babası bile yok. Kimse üstlenmiyor doğacak çocuğumu, içimdeki çocuğu öldürdüyseniz, benim de sizin yaşamlarınıza saygımı beklemeyin.
Sazende de hamileymiş, onun çocukları olacak. Neden ben mutlu olamıyorum, neden ben de anne olmak, sana benzeyen çocuklarımın olmasını isterken, neden bunları başka insanlar yaşasın! .. Hesabını vermeli o zalim adam!
Resimlerin hâlâ, o 12 yaşındaki halin, şimdi nasılsın çok merak ediyorum, tam zamanı seni yanıma çağırmamın; çünkü ikinizi de istemiyorum artık. Ben mutlu olamadıysam, sizler de olmamalısınız. Sazende de, sen de ve bekaretimi avucuna bıraktığım adam da mutlu olmamalı! ..
Aşkımla, Leyla Seveser
Mektupları okudukça Sertan kan ter içinde kalıyor, nefes bile alamıyordu; evet, Leyla’ya kendi ayaklarıyla gelmişti, ona bağlanmıştı ve neredeyse katil olacaktı. Leyla ikinci kez âşık olduğunu, Sertan’ı bile unutturan bir adamla karşılaştığını yazmıştı; hatta Leyla kendini kullanılmış hissediyor ve Sertan’ı aldattığını sanıyordu. Oysa, o hiç bir zaman Leyla’yı bu şekilde düşünememişti, nasıl bir aşktı bu! Nasıl bir aşktı ki, onu hiç umursamamış bir çocuğun aşkını yıllarca taşıyabilmişti ve bu çocuğa olan hastalıklı aşkını başka biriyle yatarak kirlettiğini sanıyordu. Bunlar da birer delildi; peki ama ikinci adamı öldürmek istemesindeki maksat neydi, neden onu Sertan'a öldürtmeye çalışıyordu. Oysa, adam Sertan’a, “Leyla’yla ilişkimi bitirdim,” demişti, ama o bu mektubu yazdığında o adamla ikinci yılı dolmuştu.
Son mektup rüyayı gördüğü günden, tam dokuz gün önce yazılmıştı. Ve o adamdan hamileydi Leyla, demek ki adam da yalan söylemişti “Bitti,“ demekle. Sertan evden uzaklaşmak, bu şehri terk etmek zorunda hissetti kendini; dizlerinin üstüne çökmüştü, nefes alıp vermeye çalışıyordu, ağır ağır kapıya doğru ilerledi.
Leyla eve girmiş, Sertan’ın kulağını parçalarcasına, “Neden açtın o albümü! ! ” diye bağırıyordu. Leyla, beklediği çay bahçesinden iki saat sonra sevdiği adam gelmediği için ayrılmıştı. Sertan en az dört saat evde kalmış, mektupları okurken zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Her mektup onu delirtmiş, zamanın geçtiğini fark etmemişti. Leyla kapının altındaki ikinci anahtarla kapıyı açmıştı. Birbirlerine bakıyorlardı, ikisi de hayret içindeydi, her şey açığa çıkmış gibiydi, “Aşkım,” diye sarıldı Sertan’ın kollarına bu şeytan kadın. Sertan onu itmiş, “Neden yaptın! ” diye bağırıyordu, ama unuttuğu bir şey vardı; silah evde bir köşede duruyordu. Leyla hiçbir şey olmamış gibi odaya geçti, silahı eline aldı, sevgilisini öldürtmek için aldığı silahı yine yıllarca sevdiği o adama, Sertan’ın yüzüne doğrulttu.
“Artık her şeyi biliyorsun, ama bu evden sağ olarak çıkamayacaksın, yıllarca arzu ettiğim bedenin şimdi benim olacak, bunu istememiştim aslında, sen eğer her şeyi allak bullak etmeseydin, her şey daha güzel olacaktı. Buraya gelmeden önce bir suç işledim. Sazende’yi öldürdüm, eğer sen dün akşam o adamı öldürmüş olsaydın, bu böyle yazılmayacaktı. Geç kaldın sevgilim, mayısın onu bugün, vaktini doldurdun, sen de ölmelisin şimdi,” diyordu.Oysa Sertan onları şehirden uzaklaştırmıştı, her şey eğer o rüyaya göre olacaktıysa, kadının ölmüş olma ihtimali hiç denecek kadar azdı. Çünkü öleceği yer bile seçilmişti. Bu defa aklını kalbinden kurtarmıştı ve Leyla’nın gözlerine baktı, “Seni hep sevdim Leyla; ben senin için geldim buralara kadar, akşam o adamı öldürdüğümü sana söylemek istememiştim, çünkü sana sürpriz yapmak istedim, evet, anahtarı alıp eve girdim ama yatak odasını nasıl süslediğimi bilmiyorsun ikimiz için, hamile olduğunu biliyorum, doğacak çocuğunun da babası ben olmak istiyorum, gel şimdi sarıl bana, bırak deliliği,” dedi. Leyla büyük bir aşkla sarıldı ona, Sertan onun ellerinden yavaşça silahı aldı. Bir hamlede Leyla’nın saçlarını kendi ellerine doladı, “Şimdi kendi oyununu sen oyna adi kadın! ” diyerek, Leyla’ya arka arkaya üç kurşun sıktı, şeytanı öldürürcesine vahşileşmişti Sertan.
Sazende ölmemişti; ama Sertan bir rüya uğruna başladığı oyunda en zor rolü üstlenmişti....
SON
Yimla Yaver
Kayıt Tarihi : 6.2.2007 23:19:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!