Şimdi saat kaç? Kafanı kaldır, bir saniye bak.
Senin gözün kaça bakıyor?
Ellerin nerede, mürekkebe mi bulanmış?
Yoksa kibarca, bir sigaramı yakıyor?
Neyimiz var ne anlamında kutlanmış?
Devam eden yolun yüzsüzlük içerisinde.
Sözlerimi tartarım, ruhumu ölçmem mümkün değil.
Dert anlatmıyorum, sadece içimden dışarı bir iki kelime sızıyor.
Ne söylüyorsam içimden gelmiştir,
üstüne alınıyorsan; ya içindeyimdir, ya içini karıştırmışımdır.
Beni anlamanız şart değil, anlamaya çalışmanız yeter.
Kendini bölen bir özne,
kendi içinde kaybolmuş;
kafamda vapur saatleri yön gösterirken,
gerçeklik ve rüya arasında gidip gelen
bir hayatın hikayesini yazıyorum.
Ben hayatı tasarlamadım, sadece yıkıntılarını inceledim.
Her bina çöker, her hatıra gölge bırakır.
Gölge diyorum ya…
Benim gölgem meyhanenin kapısında kalır.
İçeri girince adam, dışarı çıkınca yalnızlık olur.
Yalnızlık dediğin, insanın kendi gövdesine bile yabancı kalmasıdır.
Yoksul bir mutluluk kadar, dürüsttüm sana.
En pahalı hayâli, sen sattın bana.
Herkesin içinde biraz kaptan, biraz batık vardır.
Ben kendi denizimde kendi gemimi batırdım, helâl bana.
Zannedersin büyüdük
oysa hâlâ çocuk gibi ağlıyoruz
çay demlerken kırılan umutlara
enflasyon dendi olayın adına
dünya yandı ben kibriti bulamadım
iki cümle arası sürtündüm durdum
Aralıkta sığınılan yağmurun sesinden kaçıyorum.
Kağıtlara yazıyorum koca koca ağaçları.
Sabahları başlar meraklısı,
İner bir aşağı bir yukarı,
Yazdıkça rüzgarları.
Daha çok övünüyorum:
Benim ne teselliye,
Ne de nezaket içinde boğulmuş cümlelere ihtiyacım var.
Yaraya kolonya değil:
Gerekirse tuz bas.
Yanarsam ben yanayım.
Tam; Edip Cansever’in masasına oturup,
Cemal Süreya’nın sigarasını araklamalık bir akşam.
Ne şiir yazıyoruz ne hayat.
Sadece var olmanın nezaketine sığınıyoruz.
o zaten hiç anlamadı.
biçimlerin sesini,
kemancının gamını,
duyulmak istenmeyeni.
sözcükler taş gibi,
gözümün perdeciklerinden düşerken.
Ben şiirlerinizden çok şiirlerinizin isimlerine takıldım çok iyi gerçekten çok değişik yüreğinize saglik