Bütün insanlık tarihi boyunca tabutunu evinden mezarına kadar taşıma onurunu elde edebilmek için Müslümanların, Hıristiyanların, Yahudilerin ve Hinduların birbirleriyle tartışmaya giriştikleri kaç ’din adamı’ görülmüştür?
Ya da daha yakın çağların kültür arenasına bir göz attığımızda Ressam Hermenszoon ile düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile Amerikalı Film yönetmeni Oliver Ston’u, ya da Alman şairi Johan Volfgang von Goethe ile nev-age müziğinin usta isimlerinden besteci Vangelis’i neredeyse birbirine eş değer saygı sözcükleriyle kendisine hayran bırakabilen kaç isim gelip geçebildi bu âlemden?
İstisnasız her inanışın, her yönelişin mensuplarını böylesine tartışmasız bir biçimde çevresine toplayabilecek düzeyde güçlü bir ışık, yeryüzünde ’peygamberler çağı’ndan sonra yalnızca bir kez yandı. O da 13.yüzyılda Anadolu’nun kalbi sayılan Konya’da.
Ve o ışığın sahibinin adı da tıpkı yolundan gittiği en büyük ışığın kaynağı gibi Muhammed’ti Yani Mevlana Muhammed Celâleddin Rumi.
Onun hayatının bir tek gününde bile hak yolundan sapmadan dosdoğru bir biçimde ilerleyişini çağın iyice seyreltilip popülize edilmiş kimi kof düşünce akımlarına yamamaya, böylelikle Mevlâna felsefesini sezdirmeden yozlaştırmaya çalışanlar karşısında bu toprakların gençliği, büyük düşünürün o erişilmez hümanizmi ve hoşgörüsünün ardında ne denli sağlam bir ’iman’ olduğunu da açıklıkla görmelidirler.
İşte Mevlâna söz konusu olduğunda kasten ya da cehaletten dolayı ihmal edilen işin bu yanını vurgulamayı göz ardı etmek Mevlana ve onun düşünce dünyasına ihanet etmek demektir.
Hz. Mevlana her zaman sözün kısasını sevmiş ve yüceltmişti. O yüzden fazla söze hacet yok. Ölümünden 700 küsur yıl sonra onu gerçek boyutlarıyla kavramaktan aciz olanların neredeyse ’Bilinen İslam’dan çok farklı ve yeni bir din türettiğini’ iddia edebilecek kadar gaflet ve hıyanet batağına düştükleri Mevlana Celâleddin Rumi, kendisini aynen şu beyitlerle tanımlıyor.
Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim
Ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikâyetçiyim.
Öyleyse onun bu vasiyetini yerine getirmek, hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği toprakların Müslümanları olarak hepimizin boynunun borcudur. Hz. Mevlana, kendi ölümünü ’Sevgiliye kavuşma anı’ olarak nitelemiş ve sevenlerine son nefesini verdikten sonra ağlaşıp haykırmayı kesin olarak men etmiştir. Bu yüzdendir ki ölüm yıldönümü olan 17 Aralık’ta sevenleri onu ’Düğün Gecesi’ (Şeb-i Aruz) adı verilen bir törenle anıyorlar.
Güle oynaya gittiği ölümün ardında, ebedi mekânının da cennet olmasını diliyoruz Mevlana’mızın. Ruhu şad olsun. O’nun o ışıklı yolundan gidenlere selâm olsun.
Alıntıdır. Yazarı bilinmiyor.
_______________/
Mevlâna Celâleddin Rumi 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" unvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrılmak zorunda kaldı.
Bahaeddin Veled ve yanındakilerin ilk durağı Nişâbur oldu. Burada tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile bir araya geldi.. Mevlâna küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı.
Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile 1222 yılında Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdığı medreseye yerleşti ve burada 7 yıl kaldı.
Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve kendisine ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.
Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.
Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled ölünce talebeleri ve müritleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar vermeye başlamıştı. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Bu arada genç Mevlâna da 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmişti. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu.
Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Mevlâna 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemalin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul eder. Onun için Mevlâna ölüm gününü düğün günü manasına gelen "Şeb-i Arûs" diye ifade etmiştir. Hazreti Mevlana Celaleddin Rumi dostlarına “Ölümümün ardından ah-vah edip ağlamayın,” diyerek vasiyet etmiştir. Derleme: Recep Akıl 19.11.2019
Kayıt Tarihi : 2.4.2021 18:00:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!