PATİSKA
Patiska Hanım henüz o kadar küçücüktü ki “Hanım” sıfatı ona hiç mi hiç oturmuyordu ama hanım olmuştu bir yol kurtuluşu yoktu anlaşılan.
Çilekeşistan’ın hemen hemen her kasabasında olduğu gibi Uzakça’da da insanlar çocuk denecek yaşlarda evlendirildiğinden Patiska Kız’ın uyduruk bez bekleriyle hop terelelli havası çalıyor olmasına aldırılmadan kendisini almaya gelenlere pey karşılığı satılması, kaynatalar, kaynanalar, görümceler, kayınlardan oluşmuş geniş bir aile içerisinde, hem üremeyi gerçekleştirmesi, hem büyümeye devam etmesi, kavga, dövüş, hır gür de olsa aynı tavada kavrulup ele karışmayı öğrenmesinden daha doğal bir şey yoktu...
Baba evine dönüşü ölümle olabilirdi. Arkada bıraktığı, sayısı iki elin parmağından birkaç fazla olan yıllar içerisinde aldığı tek tehdit buydu.
Merdivenden indirirler
Doru ata bindirirler
El evi kahır evi
Döneni öldürürler
…
CİVAN
Civan Bey hısım akrabanın işbirliği ile Devlet Demir Yollarında hareket memuru denilen bir göreve getirtilmiş olmanın sarhoşluğu içindeyken çocukluktan çıkmış, ne zaman çıktığını anlamamış ve neden, nasıl, niye, baş göz edildiğini sorgulamayı akıl bile edememişti...
Ağaç dalsız olur mu
Soğan zarsız olur mu
Dil damağa ne söyler
Civan yarsız olur mu
Bir telaş bir acele
Allah kime nasip etmiş koca devletin demirlerden yaptırdığı yollarda memur olmayı…
Aman nazarlara gelmeyesin
Tu tu tu tu MAŞALLAH…dağlara taşlara, kem gözlere inşallah
İyi de şimdi geniş aile içerisinde yuvarlanıp gidebilme şansları çok uzun süremeyecekti ki… Evlendikten en fazla bir iki yıl sonra mutlaka ve mutlaka tayini olurdu ve kim bilir onu hangi istasyon köşense gönderirlerdi. Her tayinin ardından bütün bir sülaleyi de götürecek hali yoktu tabi ki…
“Civan gibi adamım
Amannn düşündüğüm şeye bak”
…
İŞMAL
Ah Patiska Hanım ah!
“Çetingeçit de neresi ola ki? Uzak mıdır yakın mıdır? Belkim de çok gözel bir obadır. Yoh yoh böyük bir şeherin gözel bir istasyınudur... Yoksam ne diye Civan beyi buradan alıp oaraya göndersinler ki? ”
Çetingeçittekiler kim ola ki acep? İn midir cin midir? Dişi midir erkek midir? ”
Aslında Uzakça’da da İstasyon vardı ama o hiç görmemişti. Sadece yılan gibi uzayıp giden tren adındaki bir canavarın kargacık burgacık çiziklerle, bir de kara çirkin resimlerle dolu kağıtları attığını biliyor o kağıtların adının gazete olduğunu hatta gazetenin okunduğunu (aynı anasının yazmalarındaki oyalar gibi) Civan bey den öğreniyordu.
“Gidek…
Nire gidek? ..
Gitmek de ne ola ki? ...
Gitmek?
Uzakça’dan çıkmak?
Oy anamm oyyy!
Vay başıma gelenler! ”
“Nirede benim mor yazmam? ”
“Ne dediydin a benim garip anam? ”
“Seni köyden çıkaracak olduklarında
Mor yazmayı başına dola
Çift çızıklı oya diktim ucuna…”
Bu uyaklı konuşmanın ardından anası Patiska kıza yazmaların kenarına diktiği oyayı göstermiş Uzakça’nın kağnılarının toprak yollarda bıraktığı izler gibi neden iki sıra dizili siyah boncuklardan yaptığını anlatmıştı.
“Köyden çıkacak olursan unutmayasın haa.. Mor yazma, siyah boncuk, tekerlek izi oyalı olanını…”
“Ah benim anam ahh”
“Nasıl da bildin? İçine mi doğdu? Hele bi yol diyiversen…”
Patiska Hanım yazma sandığını açtı.
Anasının kırk dua, kırk üfürükle dürüp katladığı, yedi dağdan topladığı otların kokusu ile kutsadığı, bohçalanmış yazmaları saydı.
Bir, iki, üç…yirmi dört ….otuz dokuz, kırk.
Kapkara saçları vardı Patiska’nın. Upuzun, uçları birer altınla şereflendirilmiş, kırk beliğinin bütün güzelliğini dışarıda bırakmaya özen göstererek kırmızı olanını başına doladığı günü anımsadı…
Bu “gerdeğe girdim merak etme” demekti
Anası sıkı sıkı tembih etmiş her bir oyanın, her bir rengin anlamını iyice belletmişti kızına.
“Sadece ikimizin arasında bir işmal bu” demişti
Evet Çilekeşistan’da analar ve kızlar birbirlerinden evlilik denen garip bir al-sat oyunu ile koparıldıktan sonra er tarafı izin vermedikçe asla konuşamaz buluşamaz ve görüşemezdi.
Er tarafı da genellikle izin vermeyeceğinden her ana ile her kızın arasında bu işmalleşme yani şifrelendirme olayı inanılmaz bir akıl kullanımı ile gerçekleşirdi.
Oyalı yazmaların “yazma” adını almasının özünde belki de bu bilinmez dilin sırrı gizliydi.
Beyaz yazma ucunda
Kırmızı boncuktan gül oya…
Anam her şey yoluda…
Pembe yazma tombul oya…
Gümanlıyım (hamileyim) anlasana
Mavi yazma diken uçlu mekik oya
Alışamadım kaynana dayağına
Taş baskılı boz aya
Yumruğu kaba kaynata
….
Patiska Hanım, kırmızı beyaz ve pembe yazmaları günleri geldiğinde kullanmış hatta otuz beş gün önce, minik oğlu Memocan’ı da kucağına aldığında oyasız al yazmayla da, her loğusaya musallat olan, ahırlarda atların kuyruklarını ören, yeni doğum yapmış özellikle de kız bebek doğuran (Gerçi o kız bebek doğurmamıştı ama olsun.) anaların ciğerini söken Alkızı’nın al basıp can yakmasına bu yazma ile engel olmuştu..
Çok şükür “kaynım koynuma girdi” yazmasını kullandıracak kadar berbat şeyler yaşamıyordu.
GAZETE
Memocan’ını sıkı sıkı kucaklayıp kokluyor, başındaki iğne oyalı tülbendini, uçları artık mosmor olmuş, sütle dolmuş memelerinin üstüne doğru çekiştirip gazete kaplı pencere camlarının arkasından birilerin kendisini gözetleyip gözetlemediğini de kontrolden geri kalmayarak bebeğini emziriyordu.
Kocasına Civan Bey derdi ve ömrünün sonuna kadar da öyle diyecekti. Civan Bey oldukça kıskançtı. Mürüvvet’in (aa evet onun gerçek adı Mürüvvetti ama o kadar duru ve beyaz bir teni vardı ki doğduğu günden beri tüm köylü ona Patiska Kız derdi.) evet Mürüvvet’in sokaktan geçenler tarafından görünmemesi için evin tüm pencerelerine gazete kağıdı raptiyeliyor, Patiska Hanım bu durumdan utanıyor, asla böyle bir şey istemediğini de ne yazık ki Civan Bey’e söyleyemiyordu.
Allah korusun kızıp bir de kapının önüne kül serperse o zaman halinin ne olacağını düşünmesi gerekirdi. Çevresinde böyle yapan adamlar da yok değildi. Evlerine girip çıkanların ayak izlerini serpiştirdikleri küllerle kontrol eder kapılar ardına kadar açık olsa bile evdekilere hapis hayatı yaşatmayı başarır, kapı eşiğinden dışarı adımlarını attırmazlardı. Çok şükür Civan Bey’in böyle bir uygulaması yoktu. Kapılarını çalanlar, hallerini hatırlarını soranlar vardı. Gelen giden hısım akraba ile insan iyi kötü zaman geçirebiliyordu şimdi bu ne menem bir şey olduğunu bilmediği Çetingeçit istasyonunda Patiska’nın hali ne olacaktı.
ÇETİNGEÇİT
Çetingeçit’te ilk yapılan iş gazete kağıtlarını pencerelere raptiyelemek olmadı. Yani Civan Bey kendiliğinden bu uygulamaya son verdi. Bunun birçok nedeni olabilirdi. Ya evlilik sürecinin üzerinden bir yıldan çok zaman geçtiğinden Patiska’yı yeni tanıdı ve ona güvenmesi gerektiğini anladı, ya hısım akrabadan uzak olunca dedikodunun da olmayacağını düşündü, ya bu üç beş ailelik istasyon köşesinde sokaklardan çok fazla insanların geçmeyeceği gerçeği onu rahatlattı, ya da zaten özünde öyle bir kıskançlık huyu yoktu da özüne şimdi döndü.
Artık sebep her ne olursa olsun Patiska gelin, gazete kağıdı kabusundan kurtulmuştu. Şimdi başka bir derdi vardı. Canı çok yanıyordu. Sağlıksız yolculuktan dolayı süt dolu memeleri iltihap kapmış, şişmiş, sancı içinde kıvrandırır olmuştu. Zavallıcık öylesine küçük ve de öylesine tecrübesizdi ki bu ıssız istasyonda kıvranmaktan başka yapabileceği hiçbir çare bilmiyordu. Anası da buralarda değildi ki Hanım sallandı oyalı sarı yazmayı başına dolayıp da “hastayım sararıp soluyorum” şifresini uçurabilseydi…
Allah’tan öyle çilekeş bir ülkede yaşıyordu ki; dağında da olsa, taşında da olsa, hiç eğitim almamış da olsa, deneyimlerle dermanlar üretmiş olan bir yığın yarı Şaman yarı insan Aba Nineler vardı. Bunlardan biri de Çetingeçit istasyonda Patiska’nın komşusuydu. Çevrede kolayca bulunan keten tohumunu sütle pişirip yaptığı lapayı sardı Patiska’nın ak sütü sarı irine kesmiş memelerine. Sancılı, acılı, yarı baygın kendinden geçtikten epey sonra gözlerini açtığında memelerinden iltihabın aktığını sancılarının bittiğini anladı. İstasyon çevresinde yaşam sürdürmek böyle bir şeydi, komşularla bütünleşilir sevinçler de kederler de beraber yaşanırdı.
FALCI
Civanlı Patiska ya da Patiskalı Civan, aile olmaya çabalıyor bir yandan da yavaş yavaş büyüyorlardı. İkinci bebekleri de olmuş Memocan’a Gülkız diye bir kardeş gelmişti. Ardı ardına İki çocuk demek mutlaka devamının da geleceğinin, yani Patiska’nın doğurgan, verimli bir gelin olduğunun göstergesiydi.
Erkekler işlerinde, kadınlar evlerinde yuvarlanılıp gidiliyor, her gün bir ailenin evinde çay demlenip çörekli börekli sohbetler arasında örgüler örülüyor, nakışlar işleniyor, evlerinin eksiklikleri gideriliyor, arda bir de kahve keyfi yapılıyorken laf olsun diye birbirlerinin fallarına bakılıyor, her seferinde aynı cümlecikler yinelenip duruluyordu.
Kısmet var. Göz var… Yol var…. Kalbin kabarmış…
Hepsinin uydurma olduğu biliniyor, hepsine de inanılıyordu.
Bu kuş uçmaz, trenden başka hiç bir şey geçmez yerde hangi yol olacaktı? Yol olamazdı ama falcı demişse belki de olurdu.
Evlerinin gazetelenmemiş pencerelerinden içeri kimse göz atmamış ailenin huzurunu da kaçırmamıştı kaçırmasına da, tüm Çilekeşistan’daki evlerin pencerelerinden içeri gözlerini diken, hem de tüm kem görünmez gözlerini diken, uzaklarda çok uzaklarda olduğu halde nefesi her an enselerde hissedilen, Başşehir’de oturup yedi düvelin anasını ağlatan isimlerine Boşvekil denilen birileri vardı. O birilerinin kol-bacak teşkilatlarının uzanmadığı zirve, girmediği delik yoktu. Kimler kendilerinden, kimler başkalarından çok iyi bilirler, her evi tek tek gözetleyerek sürgün programlarını uygularlar, kendilerinden olmayanı sürüm sürüm süründürürlerdi.
Civan Beyin Öbür partili olduğu anlında yazmıyordu ama Başşehir’in başındakiler yazılmayan yazıları okumakta da ustaydılar. “Gitsin Dipdere’ye de görsün gününü. Belki Sağır Himmet sesini duyar da kurtarır onu” diyerek hakkında hüküm veriliyor ve Çetingeçit istasyonundan Dipdere istasyonuna atamasını yapıyorlardı.
Sıcak mı sıcak bir ramazan gününde kara tren vagonlarından en sondakine eşyalarını, karısını ve de çocuklarını yükleyen Civan Bey oruç ağız yola düşüyor, Patiska Hanım ise falcının marifetine şaşıp şaşıp kalıyordu.
KARA VAGON
Ramazan ayının dalgınlığından mı, konu komşunun yoksulluğundan mı, Patiska gelinin cahilliğinden mi, yoksa bunların hepsinden birden mi bilinmez, yanlarına yolluk almadan çıkılan bu yarım günlük yolculuk asırlarca uzun gelecekti onlara.
Gülkız bebek için vagonun içine ip gerip salıncak yapmışlar, ipin ucunu Memocan’ın eline tutuşturmuşlar, Memocan’a yol boyunca beşik sallamacılık oynamasına izin vereceklerini açıklamışlar, kendileri de eşyaların arasına yerleşip kara trenin çuf çuflarıyla sallanmaya başlamışlardı.
Bebek viyakladıkça salıncağın ipini çekiştiren Memocan bir süre sonra yorulacak ve acıkacaktı. Gülkız da sallamayla susmayacak aç midesi için süt isteyecekti. Civan Bey ile Patiska gelin oruçluydu da çocukların oruç tutması diye bir şey elbetteki söz konusu değildi.
Yanlarına yolluk almayı nasıl ihmal etmiş olabilirlerdi…
Aç memede süt de az mı oluyordu ne?
Ah cahillik ahh!
Tren durmak nedir bilmiyor, temmuz güneşi vagonu cayır cayır yakıyor, Civan Bey böyle bir gaflete nasıl düştüğünü anlayamıyor, Memocan’ı avutuyorlarsa da Gülkız bebeğin ağlamasını durduramıyorlar, dilleri damaklarına yapışmış vaziyette Dipdere istasyonuna ulaşıyorlardı.
Tüm demiryolu çalışanlarının taşınma yasası gereği yüklü oldukları son vagon trenden ayrılarak kör raylardan birine alınıyor, kara tren oflaya puflaya İç Çilekeş’e doğru diğer vagonlarını sürüklüyorken çocuklarının ağzına iki yudum su bulup akıtıyorlar, ramazan olduğundan yedirecek başka bir şey bulamıyorlardı.
Civan Bey, akşam olmadan başlarını sokacak bir dam bulmalıydı. Kara vagonda karısını ve iki çocuğunu bırakıp kasabaya ev bakmaya gidecek, giderken de elin yabancı memleketinde vagondan dışarı çıkmamalarını tembih etmeyi unutmayacaktı.
Bu deli sıcağın altında cayır cayır yanan vagonun içinde susuzlukları iyice artmış olan Patiska gelinin ve bebelerinin ne zaman nasıl bayıldıklarını tabi ki hiç kimse bilemeyecek, Civan Bey epey bir zaman sonra geri geldiğinde bayılmış üç cana bakıp “ne oldu bunlara” diye şaşkınlıklar içerisinde elinden geleni yaparak tek tek herkesi yeniden yaşama döndürecek ve “ev buldum gidiyoruz” diyerek, Patiska gelinin ceviz çeyiz sandığını, bir yatak dengini, bir adet kök boyalı el halısını, altı yastığı, küçük bir paketteki bakır tencere ile bir iki kap kacağı, aile fertlerini ve de kendini, kasabadan getirdiği at arabasına yükleyecek, kasabaya doğru yönlendirecekti.
TOYHANE
Civan Bey’in bulduğu ev Dipdere’nin önde gelen zengin ailelerinden Arap Hasan’ların şehrin dışındaki koskocaman bağ eviydi. Bağ evine dinlenmeye gelen iki elti, aynı zamanda iki kız kardeş, bu evde dinlenmekten çok sıkıldıklarını söyleyerek huysuzluklar yapınca kocaları da evi kiraya verip kadınlarla beraber gitmeye karar veriyorlar, bu karar anında da Civan Bey’e rastlayınca Evi hemen teslim edebileceklerini söylüyorlardı.
Ev bulabilmiş olmanın verdiği coşkuyla at arabasındaki yolculuğu bitirdiklerinde evin sahipleri karşıladı onları. Evden ayrılmadan önce kiracılarına şöyle bir göz atıp, demek istediklerini diyerek gideceklerdi.
Bu taştan yapılmış bağ evini bahçe yutmuş gibiydi. İçinde kocaman bir Toyhane vardı. Toyhane o yörenin zengin evlerinde olan bir bölümdü. Evin zemininden bir-iki basamak yükseltilmiş, evdeki tek ahşap kaplamalı geniş bir alandı. Toyhane’nin ortasında büyük bir gömme mangalı andıran toyluk tandırı vardı. Bu tandırın etrafına çepeçevre minderler ve yastıklar yerleştirilir, tüm bu bölümü örtebilecek büyüklükte özel dikilmiş bir yorganın altına girilir, Mangala konulan közlerin etrafına çepeçevre sıralanılır, yorgan da yarı bellerine kadar çekiştirerek, hem bedenleri ısıtır, hem de toy dernek kurup, sohbet edip eğlenilirdi de aylardan temmuzdu ve toyluk tandırını anlatmanın şimdi ne alemi vardı...
Ev sahipleri giderlerken evdeki tüm eşyalarını alıp götürdüklerinden,bir at arabasını doldurmayan iki parça eşyalarıyla Civan Bey ve Patiska Hanım bu koca evde öyle anlamsız hissettiler ki kendilerini gün boyu çektikleri açlığı, susuzluğu bir an unutuverir gibi oldular ama son anda Toyhane’nin ortasına koca bir bakraç ekşi ayran bırakarak “isterseniz için isterseniz dökün” denildiğinde; yeniden açlıklarını, susuzluklarını hatırlayıp ahşap döşemeli koca boşluğa karın gurultularını boşalttılar.. Arkasından da gaz ocağını çıkardılar.
Gün dönmüş, güneş dağların arkasına istemsiz istemsiz kaymaya başlamıştı.
Çay yaptılar Civan Beyin ev ararken aldığı domateslerle salatalıkları dilimlediler ve minarelerden Allah-u Ekber sesleri yükseldi. Uzun, yakıcı, yorucu yaz günü orucunun verdiği açlık ve susuzlukla ekşi, hatta bozulmaya yüz tutmuş ayranı -tadını da pek anlamadan- kafalarına diktiler. İlk açlık bastırılınca ikinci bardağı içemediler. Çünkü ayran sıcaktan içilemeyecek kadar ekşimişti. Çaylarına ve salatalarına dönüp ayranı da bahçeye dökerek o akşam mahallenin sineklerine doyumsuz bir ziyafet çektiler...
KORKU
Tüm yorgunluklarının ardından yataklarını açıp yatacak ve de derin deliksiz bir uyku çekeceklerini düşleyebilirsiniz ama bu uzun, çileli günde o da olamadı. Ev çok büyüktü, çocuklar çok küçük, Patiska Hanım ise çok genç. Bu büyük evden korkuyordu. Köyünde olmayı, pencerelerinde de gazete kağıtlarının bulunmasını istiyordu.
Korkuyordu, korkularından dolayı Civan Bey’e de rahat vermiyordu. Her çıtırtıya uyanarak, her yaprağın kıpırtısını duyarak o geceyi zar zor sabah ettiler. Kocaman bahçenin ortasındaki o kocaman taş binanın içinde kocasını işe göndermiş olan Patiska gelinin olmayan eşyalarını şekillendirdikten sonra yapabileceği tek iş çocukları ile oynamaktı. O da öyle yaparak oruç tutup ramazan ayının bitmesini bekliyorken korkuları ile de baş edebilmeyi öğreniyordu.
BAYRAM
Kısa sürede ramazan bitmiş bayram gelmiş ama şehrin dışında, kenara atılmış gibi duran bu insanlara bayram sabahı garip bir hüzün çökmüştü.
O gün Civan Bey’in de evde olduğu gündü. Aslında bayramlarda trenler seferlerini iptal etmeyeceğinden Civan Bey’in de bayram izni diye bir lüksü olamazdı tabi ama bu kez kendiliğinden rastlamış, iş günü olmayan bu gün bayramın birinci günü olmuştu. Olmuştu olmasına da yapacak hiçbir işleri, çalacak hiçbir kapıları, ellerini öpecek hiçbir büyükleri, şeker toplamaya gelecek mahalle çocukları bile yoktu. İkisi birbirine sarılsa bu duyguyu, bu bayram yalnızlığını aşabilirler miydi?
Alışkanlık işte bayramlıklarını giymişlerdi tabi. Belki kendilerine birer fincan kahve yapacaklar daha da olmadı oturup kavga edeceklerdi.
Patiska için bahane çoktu. Her şeyden korkuyordu. Tavanda gezen akreplerden söze başlayabilir kavga kıvılcımlarını çakabilirdi. Bu akrep meselesi zaten canına tak etmişti. Her gün her saatte evin herhangi bir duvarında bir akrep çevre gezisine çıkmış oluyordu. Patiska çığlık çığlığa bağırıp çocuklarını kucaklayarak bahçeye kaçıyorsa da bahçedeki otların arasında aynı akreplerin yüzlercesinin daha olduğunu bildiğinden tir tir titreyerek tekrar eve sığınmak istiyordu.
Civan Bey bu işle baş edebilmek için uzunca bir sopa hazırlayıp eve getirmiş kendisi evdeyken bile akrepleri öldürme işini Patiska’ya bırakmış, korkak Patiska çaresiz kaldığından sopanın ucu ile dürtükleye dürtükleye ilk akrebi öldürmüş ondan sonra da bir hafta içerisinde uzmanlaşarak akrep canavarı haline dönüşmüştü ama bir seferinde bahçeden kopardığı salatalığı yıkayarak bir ısırık aldıktan sonra Gülkız bebek mızırdandığından ısırılmış parçayı pencere önüne bırakmış, bebekle ilgilenmiş, işi bitince de yemek için ağzına götürdüğünde ısırık yerine yapışmış simsiyah akrebi fark etmiş, kıl payı dilinden akrep sokması nedeniyle ölüp iki çocuğu annesiz bırakmaktan onu Allah korumuştu.
Bugün bu konuyu yeniden kavga konusu yapabilirdi. Bunda hiçbir sakınca da yoktu. Bu bayram gününde mutlaka bir şeylerle sıkıntılarını atmaları gerekmekteydi. Şimdilik sus pus otursalar da bütün gün aynı sessizlikte geçmemeliydi. Çocuklar kendi kendilerine koca odanın ortasındaki ufacık kalmış kök boyalı halının üstüne yayılmış oynaşıp duruyorlardı. Onların oynaşmaları da sessizdi. Bu sessizliği bozabilecek en güzel şey oluyor kapıları tak tak çalınıyordu.
“Hayırdır” diyerek fırlayıverdiler. Kapıda yaşlı başlı üç kadın kucaklarında üstü ak pak bohça ile örtülü orta boy bir tepsi, üstlerinde rengarenk bayramlık giysileri, “Bayramınız mübarek olsun bacım” diye tatlı tatlı gülümsüyorlardı. Hemen buyur ettiler. Kadınların hepsi genç ve güzel Patiska’ya sarıldı ama Patiska onlara bir başka sarıldı. Bu sarılma yabanların kocaman bir aileye dahil edilme töreninin kutsal seramonisi gibi bir hal almıştı.
Bir bayram insanın yaşamını böyle mi değiştirirdi. Kasaba sakinleri yeni gelen bu gariplerin bayramı yalnız geçirmelerinin uygun olmayacağı kararını almış; bu, gün görmüş sevecen insanlar;
“zengin cebi dar olmaz
İçinde şeker olmaz.
Sabreyle aman komşu,
şenliksiz bayram olmaz” diyip kasabanın kıyısında sessiz sakin duran bu insancıkların yalnızlığını sonlandırmayı akıllarına koymuş, bir tepsi baklava hazırlayıp bayram görmesine gelerek garipleri gariplikten çıkarmışlardı.
Dipdere’deki bu günden sonra bizimkilerin koskocaman bir ailesi olmuştu. O insanlar bu insanlara anadan yakın ana, babadan yakın baba, akrabadan yakın akraba olacaklar, kısa sürede şehrin içinde, hem de orta göbeğinde bir ev bulacaklar, inekler için hazırlanmış o koca bahçeden insanlar için hazırlanmış küçük bahçeli şirin bir evi el birliği ile temizleyip hamile Patiska’yı, iki bebeğini, sayın mı sayın Civan Beyi bu eve taşıyacaklar, evleri insan sesleriyle cıvıl cıvıl dolacaktı.
Birbirlerinden çok şey öğrenecekler, bap yemeği (bir cins kısıra benzer bulgurlu yemek) yapacaklar, mahledür (büyük tabak) içinde sunacaklar, komşuluk yapacaklar, birbirlerinin küllerine muhtaç olacak, külü de şekeri de esirgemeden paylaşacaklardı.
Aradan yıllar geçecek; ne Hayriye, Safiye ve Asigül Hanımın bayram görmesine gelişini ne de Dipdere’yi asla unutmayacaklar her şeyi burunlarının ucu sızlaya sızlaya özlemle anacak ama çok başka bir acıyla da ağlayacaklardı.
BEBİLOŞ
Bu muhteşem memlekette üçüncü bebek de yola çıkmış, dertsiz tasasız annesinin karnında saltanatını sürdürmüş, sancılar başlamış, Asigül Hanım mahalle ebesine koşmuş, babanın doğumdan haberi bile olmamış Bebiloş bebek dünyaya gelmiş asma beşiğinin içine padişah torunu gibi kurulmuştu.
İngaa diyince beşiğin ipini çekecek bir dolu can vardı. Memocan, Gülkız, Patiska Hanım, yerine göre mahallenin diğer çocukları, bu padişah torunun saltanatına yardımcı oluyorlardı.
Patiska doğumdan sonra hemen ayaklanıyor, etli kuru fasulye yemeği pişiriyor arkasından da bir güzel hasta olup yatağı boyluyordu. Civan Bey nöbetten geldiğinde bebeğin doğduğunu Patiska’nın hastalandığını kuru fasulyenin lokum gibi piştiğini görüyor, sofrayı hazırlayıp karınlarını doyuruyorlar sucu kadın da bulaşıklarını yıkadıktan sonra beş kişilik yeni aileyi evlerinde baş başa bırakarak kendi evine gidiyordu.
Bebiloş sakin bir bebekti ama gene de çocuk değil mi ağlaması tutuyor, ateşlenebiliyor, uykusuz bıraktığı annesi bazen uykuya da yeniliyordu.
LOJMAN
Durmadan insanlar oradan oraya sürüklendiğinden, daha doğrusu Başşehir’deki gizli göz aracılığı ile sürgün olduklarından, demiryolu lojmanlarından boş kalanlar oluyor, Civan Bey de bu lojmanlardan birine yerleşip kira ödemek derdini sonlandırmak istediğinden sırası gelir gelmez yeniden eşyalarını toplatıp açıyorlar, bu kez üç bebek bir ana ve bir de baba bir kez daha mekan değiştiriyor, tüm o güzel insanları arkalarında bırakıyor ve kasabaya oldukça uzak olan iki dağ arasındaki istasyon binasının duvarına yapıştırılmış iki göz lojmanın yolunu tutuyorlardı…
ACI ÇIĞLIK
Dipdere istasyonu küçücük bir istasyondu. Lojmanlara sığınmış bir iki memur ailesi tren gıcırtılarını, çuf çuf seslerini hayatın rengi olarak kabullenip yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktaydılar.
Bebiloş bebek o gün biraz ateşliydi. Hafif bir ateşti ama gene de önlemler alınmış, bıçak ucu ile Hindistan cevizi tırtıklanmış, ağzından içeri tepiştirilerek sakinleştirilmiş ıhlamur, ada çayı, anne sütü arasında ilaç amaçlı kullanılmış, bebek de o gece rahat rahat uyumuştu. Uyanıp ağlamadığından, emilmemiş memler sütle dolmuş bu dolgunluk duygusuyla uyanan Patiska-o hala ak pak dupduru bir patiska gibiydi- uyanır uyanmaz Bebiloş’un beşiğine yönelmişti.
Tahtakurularından koruyabilmek için bebeğin yüzüne örttüğü tülbendi açtı. Bebeğinin ağzının kenarında beyaz bir köpük gördü. “Çocuk ölmüş” diye çığlığı basınca Civan Bey de fırladı. Beşiğe baktı ve aynı şiddetle Patiska’ya bağırdı. “Ne ölmesi uyuyor işte bağırma da çay hazırla..”
Patiska çay suyunu doldururken yüreğinin çırpıntısı ellerini sarsıyor, zangır zangır titriyordu. Civan hemen evden çıktı. Trenler dray olmuştu. Yolda herkes iş başında olmak zorundaydı. Gece sabahlamış olan demiryolu işçileri kar yoları kapamadan dinlenmeye gönderilmeli yerine de Civan dahil diğer işçi ve memurlar ulaşmalıydılar.
“Çabuk çabuk…Elini tez tut. Ben gelinceye kadar çocuğu sakın uyandırma…”
“Adam delirdi galiba, aç çocuk uyanır zaten”
“Tövbe tövbe! ”
Civan Bey fırlayıp gittikten çok kısa bir süre sonra Sırrı bey kapılarını çalıyor. “Mürüvvet bacım” diye söze başlıyor. Trenin dray olmasının ne demek olduğunu, neden Civan Beyin o gün iş başında olması gerektiğini, iş başında olmazsa olabilecek felaketleri anlatıyor. Karın tipiye dönüşüp yoları kapattığını o nedenle de bir süre eve gelmesinin olanaksız olduğunu, şimdi bu bebeğin gömülmesi gerektiğini ve de Mürüvvet nereye istiyorsa oraya gömeceklerini yani Bebiloş bebeğin ölmüş olduğunu söylüyordu.
Mürüvvet neye nasıl isyan edeceğini bilemiyor sadece uyy uy uyy diye uğunup duruyordu.
Ah keşke her belayı anlatan yazmalar dolasaydım
Ah keşke toy handırı içindeki korlarda kavrulaydım
Ah keşke dönmez yola gideydim
Ah keşke ben öleydim.
Ah keşke…
…
Padişah torunu Bebiloş bebek babadan habersiz doğmuş, kimsesiz ölmüş, şimdi babasız da gömülecekti. Büyük bir iyilik ediliyor “yer beğen” deniliyordu Mürüvvet geline. “Bebeğin için toprak beğen.” Ne çığlık, ne dövünme, ne de isyan çare değildi. Mürüvvet bu kez bir şey isteyecekti. Hem de düşünerek karar vererek gerekçelerini söyleyerek isteyecekti.
“Derezin Tünelin girişindeki garip mezarlığı” dedi.
Tüneller yapılırken patlayan dinamitlerden ölen kimsesiz işçilere; Demiryolu Şehitleri unvanı verilmiş, şehitlikleri da derezin tünelin hemen girişindeki yamaçlığa yapılmıştı.
Kendi bebeğinin ölümü de bir çeşit demiryolu dinamiti etkisindendi. Mürüvvet’in Bebiloş’u bu garip mezarlığındaki şehitler arasında olmalı, babası devlet demiryollarında çalıştıkça Türkiye’nin neresinde olursa uslun bu yoldan geçeceğinden her geçişinde Bebiloş’u görmeli, şehitleri bekleyen melekler de bu bebek mezarının üstüne kanatlarını germeliydi.
Sinekten korkan Patiska, bebeğinin ölüm haberi ile yırtılmış ve Patiska’lığı bitmişti. O artık bağrı yanık bir Mürüvvetti. Bir isteği daha vardı Sırrı beyden. Kar, bora, fırtına dinlemeyecek tahtını yapamadığı Bebiloş’unun mezarını kendisi kazacaktı. Bu olmazsa olmaz bebeği kimselerde vermezdi.
Mürüvvet delirmişti.
Bunun başka açıklaması yoktu.
“Peki bacım” dedi Sırrı bey.
Akrep öldürme uzmanlığından kendi bebeğini kendisi gömebilecek dirayetliğe kadar büyümüş olan Mürüvvet o mezara köşesi oyalanmış bir patiska yazma içine doladığı Bebiloş’u kendi elleri ile bıraktı..
Bu ölüm olayı Mürüvvet Hanımı iyice Dipdere’li yapmıştı. Dipdere topraklarında yatan bir evladı vardı. Artık Uzakça’yı da Çetingeçit’i de hiç anmıyor garip şehitliği dışında mekan tanımıyordu.
HİMMET PAŞA
Haberlerden durmadan yeni yeni bilgiler aktarılıyor, radyolar hiç kapatılmıyor, herkesin duyduğu bir başkasına anlatılıyordu. Himmet Paşa başa geçmişti. Seçimler yapılmıştı. Eski sürgünlerin çileleri bitecekti.
Bu ne demekti. Bu Dipdere’den gidilecek demekti.
Aile Dipdere’den ve daha birçok istasyondan gitti.
Başşehir’de hükümetler hep değişti.
Paşalar darbeler üstüne darbe bindirdi
Mürüvvet Hanım birçok istasyon macerası yaşadı.
Vagonetlerle gelen erzakları alıp yaşam sürdürmeyi öğrendi.
Memocan arkadaş bulamadığı tek evli istasyonlarda vagonetlerle oynamayı akıl etti. Babası Başşehir’e bir iş takibine gittiğinde Vagonetten düşüp bacağının üstünden vagonet tekerlerini geçirtti. Kemikleri dışarı çıktı. İstasyondan geçecek ilk treni beklediler. Kan kaybedildi. Babasının yerine vekaleten gelmiş olan Necip bey Memocan’ı Doğu Çilekeş bölgesinin en büyük şehrine götürdü. Demiryolları revirinde tırnağı söküldü. Gülkız ağabeysi için çığlık çığlığa bağırırken Mürüvvet Hanım sakinliğini hep korudu.
Öldürmeyen Allah öldürmedi.
Daha başka çocuklar yaptılar, çocuklarını büyüttüler, okuttular, okutamadılar, ev bark sahibi yaptılar.
Birçok gelinin başına oyalı yazmalar taktılar…
Toyluk tandırı başında muhabbetleri sadece hayal ettiler.
Hep yalnız bırakan Civan Bey olduğundan kuralı bozmadı ve günü geldiğinde tüm aileyi yalnız bırakarak Batı Çilekeş’in ve tüm Çilekeşistan’ın en büyük İslamıbol şehrinin en kalabalık mezarlıklarından birine yerleşti.
Mürüvvet Hanım Küçükyalı tren istasyondan geçen her trenle Çilekeşistan’ın başka bir kasabasına doğru selam saldı.
Doğu Çilekeş ekspresi dönerken derin derin havayı kokladı. Doyasıya koklayamadığı Bebiloş bebekten kokular almak istedi.
Doğu çilekeş ekspresiyle yolculuk edenler onlarca tünele girip çıktılar. Her tünelin giriş çıkışında garip şehit mezarları gördüler. Sadece Dipdere’deki derezin tünelinin girişinde mezarları göremediler. Garipti ama bu tünelin girişini güller sarmış Yamaç güllerle kaplanmış kokusu da Küçükyalı’ya kadar ulaşmıştı.
1 kasım 2010
Kayıt Tarihi : 2.11.2010 14:08:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bebiloşlarımız,Gülkızlarımız ve Memocanlarımız ölmesin.
Bir hikaye ançak sizin kaleminizle bu kadar güzel anlatılır.
Saygılarımla...
TÜM YORUMLAR (1)