PAROLA İNSAN
(PAROLA, ŞİFRE, KOD, ANAHTAR, GİZLİ SÖZ, ANLAŞMALI SÖZ, ORTAK SÖZ)
Her işe “BİSMİLLAH – ALLAH’IN ADI İLE” diyerek başlamak, o işin kolay kılınmasını Allah’tan dilemek demektir.
Süleyman Çelebi, Mevlîd -i Şerif’ine ‘Allah’ın adını zikrederek başlar.
“Allah adın zikredelim evvela
Vacip oldur cümle işde her kula”
(Her işe, Allah’ın adını anarak başlamak icap eder.)
.
“Allâh adın her kim ol evvel anâ
Her işi âsan eder Allâh anâ”
(Her kim ki önce Allah’ı anarak işe başlarsa Allah ona kolaylık verir.)
.
“BİSMİLLAH” Türk – İslam kültürünün şifresi, bir bakıma kodudur. İşin kolay kılınması, bereketli olması için bir duadır, niyazdır.
Büyüklerimiz bize, sofraya oturduğumuzda “bismillah” demeyi öğretmişlerdi. Şimdi ben de, kültürümüzün “anahtarı, şifresi” olan bu güzel ve anlamlı kelimeyi sofraya oturduğumuzda özellikle çocuklarımın ve torunlarımın duyacağı fısıltılı ses tonuyla söylüyorum. Bazen şaka yollu takılarak “bismillah demeyi unuttuk galiba” diye torunlarıma hatırlatıyorum.
Kültürümüzün anahtarını hafızalara işlemek, zihinlere kodlamak içindir bütün gayretim.
.
PAROLA MÜBAREK…
Mübarek ne demek? Kısaca hatırlayalım, hatırlatalım.
1- Bolluk getiren, bereketli, verimli, feyizli.
(Mübarek yağmur, ne güzel yağıyor. Mübarek ne güzel anlatıyor. İlmine, feyzine bereket olsun.)
2- Mukaddes, uğurlu, kutlu, mutlu, hayırlı.
(Bayramınız mübarek / kutlu olsun. Bayrağımız bizim için mübarektir. Asla yere düşürmez, çiğnemez ve çiğnetmeyiz.)
3- Maddî ve mânevî açıdan ‘hayır getirip artarak devam eden’ anlamında bir sıfat.
Çeşitli dinlerde dua, âyin ve ibadetlerle elde edilmeye çalışılan bolluk, genişlik, hayır ve saadet anlamlarında dinî bir tabir.
.
Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik LÜGAT’ına bakıyorum şimdi.
MÜBAREK (BEREKET):
1- Bereketli, verimli, feyizli*
2- Uğurlu, hayırlı, mutlu, kutlu, (Îd-i mübarek: Kutsal bayram)
3- Beğenilen, sevilen; kızılan, şaşılan kimse
(*FEYZ: 1- Suyun taşıp akması 2- Bolluk, çokluk, verimlilik, fazlalık, gürlük, çoğalma, ilerleme 3- ilim, irfan)
.
Lügat’i açmışken günlük dilimizde çokça kullandığımız ve yine anahtar kelimelerimizden olan iki kelimeye daha bakalım. Bu arada şunu da hatırlatmak isterim. Arapça ve Farsça kelimelerde uzun sesliler ve aynı sesin değişik şekillerde yazılışları kelimenin anlamlarını değiştirir. Bunun için elimden geldiğince en azından uzun sesli kelimelerin yazılışlarına dikkat edeceğim. Transkripsiyona gerek olmadığı kanaatindeyim. Zira zaten anlaşılmayacak.
* ÂMÎN: Öyle olsun. Ya Rab, duamızı kabul eyle.
Âmin: Gönlü emin, kalbinde korku olmayan.
Âmin alayı: Eskiden çocuğun ilk mektebe başladığı gün yapılan tören.
* İNŞALLAH (İn-şâ’Allah / Lügattaki yazılışı bu şekilde): Allah isterse, Allah nasip etti ise (Allah’ın izniyle).
“ANAHTARINI KAYBEDEN EVİNE GİREMEZ”
Gün geçtikçe, bizim anahtarlarımızı elimizden alıyorlar mı?
Bizi dışarıda mı bırakmak istiyorlar?
Kendi evimize bile giremeyeceksek, anahtarımızı başkaları taşıyacak ve onlar isterlerse kapıyı açacaksa… O ev, o mekân bizim sayılır mı?
Anahtarlarımızı, şifrelerimizi, parolalarımızı elimizden aldılar.
Kodlarımızı çözdüler…
Bir ara lösemi hastası olduğu söylenen Doktor Adnan Babuna için 1999 yılında kan ve ilik bağışı toplanmıştı. 120 bin tüp kan ve ilik örneği incelenmek üzere Amerika ve Almanya’ya gönderilmişti. Kanlarımızın kodlarını, DNA’sını, bu ülkeler neden çözmek istediler?
Düşündürücü değil mi?
Bu, Türk kanının kodlarını maddî olarak çözmekti. Peki, bu işin bir de manevî, yani kültür, inanç yönü yok muydu?
Maalesef işte bunu da çözdüler.
Şimdi de nasıl çözdüklerine bakalım.
.
Türk ve İslam kültürüyle, anlayışı ve gelenekleriyle yetişmiş bir insan sabırlıydı, erdemliydi, feyizliydi, faziletliydi, anlayışlıydı.
Kızınca bağırıp çağırmaz, hakaret etmez, küfür savurmazdı. Önce “LA HAVLE (La Havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim/Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur)” çekerdi. “YA SABIR” der, sabreder, oradan uzaklaşmak isterdi.
Hayret uyandıran bir olay veya durum karşısında, o anki duruma uygun düşecek ve yine sabır ve anlayış gerektiren “HAY ALLAH, ALLAH ALLAH, LAİLAHE İLLALLAH” diyerek kendini teskin eder, kimseyi kırmak istemezdi. Nezaketini, iyi niyetini bozmaz, insanı aşağılamaz, küçük görmezdi.
(Elinden bardağı düşürüp kıran birine “Hay Allah!.. Olsun, canın sağ olsun” tarzında yaklaşılır, kesinlikle rencide edilmez, hoşgörü ile karşılanırdı. Bir yandan da utandırmamak için “Cana geleceğine mala gelsin” diyerek teselli edilirdi.)
Kızgınlığın veya hayretin dozu arttıkça “FESUPHANALLAH / Allah türlü noksanlıklardan münezzeh, arınmış ve uzaktır” der, yine sabrını ortaya koyar, şaşkınlığını, hayretini belirtirdi..
Haksızlığa uğradığı zaman bile “HASBİN ALLAH VE Nİ’MELVEKİL / Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” diye adeta dua eder, kızgınlığını, öfkesini yatıştırmak isterdi.
Yılgınlık veren, usandıran, bıktıran hareket ve davranışlar karşısında “N/EUZÜBİLLAH / Zorluklardan, belalardan Allah’a sığınırım, Allah korusun” demeyi ihmal etmezdi.
İyi veya yerine göre olumsuz davranışlar karşısında kendi vakarını, insanlığını, inceliğini kaybetmeden “EYVALLAH / Allah için kabul ettik ”demek, illaki olumsuzu kabullenmek anlamına gelmez. İyiyse kabul buyurmak, minnet duymak için; olumsuzluk varsa durumu kötüleştirmemek, ortamı germemek için sabır ve metanet gösterilmiş olunurdu.
Her türlü olumsuzluk karşısında içtenlikle “TÖVBE ESTAĞFURULLAH / Tövbe edip Allah'tan af dileme” denilirdi.
Bütün bu olumlu veya olumsuzluklar kişinin sadece kendisiyle ilgili değil, muhatabıyla da doğrudan ilgilidir.
Asıl mesele “KIRMAMAK ve KIRILMAMAK, ÜZMEMEK ve ÜZÜLMEMEK, RENCİDE OLMAMAK VE ETMEMEK” için, yani Allah için sabır ve tevekkülle davranmak içindi.
.
Hatta daha da zor şartlarda, olumsuzluklarda bile “BEDDUA” etmek yerine, adeta dua edilirdi.
Beddua yerine dua etmek ne demek mi?
Basit olumsuzluklarda, aşırıya kaçmayan tavır ve davranışlarda “ALLAH İYİLİĞİNİ VERSİN” temennisi ve bir bakıma duası ile karşıdakinin düzelmesi niyaz edilirdi.
Gerçekten bir haksızlık yapıldığında, haksızlık yapana kızmak, bağırmak veya onunla hemen kavga etmek yerine “YA SABIR!..” çekerek kızgınlık giderilmeye çalışılır, sonra da “ALLAH ISLAH ETSİN” diyerek kişi Allah’a havale edilirdi.
Özellikle birlikte yaşayanlar için, eşler ve çocuklar için, akraba ve dostlar için de aynı sabır ve metanet gösterilirdi. Öyle ki, aşılması zor durumlarda veya kabul edilemeyecek tavır ve davranışlar karşısında, bile kırmamak, üzmemek adına kendini telkin etmek, bir bakıma sabrını artırmak ve nezaketini, insanlığını bozmamak için “BU DA GEÇER YA HU!” veya “HOŞ GÖR YA HU!” denilirdi. Yahut diyelim ki çok zor bir durumsa “VAZ GEÇ YA HU!” gibi tavırlarla beladan uzaklaşma, çirkefe düşmeme, hiç yoktan tamiri imkânsız kırgınlıklara yer vermeme niyetiyle davranılır, ortamdan uzaklaşılırdı.. Zira yüz yüze bakılacak insanları kırmak, onlarla kavgalı olmak hem kişiyi, hem de karşısındakini manevî olarak çöküntüye uğratır. Araya soğukluk girince düzeltmesi de kolay olmaz.
İşte bizim üzerinde durduğumuz konunun temel şifresi budur. Konunun başlığına da bu yüzden “Parola İnsan” dedik. İnsan olmanın anahtarını sunmaya çalıştık.
Bizim büyüklerimiz ya bütünüyle veya geçmişten günümüze getirilen işlenmiş kültür ve inanç kodlarıyla, başka bir ifadeyle yazıya dökülmemiş gizli anlaşmalar, gizli sözleşmelerle toplum düzenini, adap ve uyulması gereken kural ve kaideleri yaşamış, yaşatmaya çalışmıştı.
Günümüze geldiğimizde kocaman bir “MAALESEF” demek zorunda kalıyorum.
Sokaktaki çocuklara bakıyorum da biri diğerini ezmeye, alt etmeye, yerine göre “bırakın kozlarını paylaşsınlar” diyerek kavgaya meyilliler.
Küçükler, henüz ilkokula gitmeyen bebeler bile büyüklere kafa tutabiliyorlar. Rahatlıkla “sana ne, bana karışamazsın, ben yaparım” gibi hiç hoş olmayan ifadeler kullanabiliyorlar.
Eskiden olduğu gibi bırakın kulağını çekmeyi, ses tonunuzu bile yükselttiğinizde adınız “karıştı, kızdı, dövdü” oluyor, aileler birbirine giriyor. İlla birinin kulağını çekmek değil amaç, uyarmak, doğruyu göstermek. Ancak günümüzde bu bile olağanüstü bir durum haline geldi, getirildi.
İnançlarımızı, kültürümüzü, örfümüzü, gelenek ve göreneklerimizi, eskilerin ifadesiyle “hars”ımızı kaybettik, “hırs”ımızı geliştirdik.
Daha da ileri gitmeli miyim, bilemiyorum. Koskocaman bir maalesef ile sokak ortasında sözde röportaj yapanlar gencecik kızlarımıza “önden mi, arkadan mı?” diye rahatlıkla sorabiliyorlar ve kızlar da ya gülümseyerek veya utanmış gibi vücut hareketleri yaparak, çekinmeden tercihlerini açıkça söyleyebiliyorlar. Hatta “en son ne zaman?…” sorusunu bile cevaplamaktan imtina etmiyorlar.
Batılılık veya modernlik bu mu olmalıydı bizim kültürümüzde?
Kendini bilmek, kendini değerli kılmak, kendine ve nefsine sahip olmak böyle bir şey miydi bizim inancımızda?
Anahtarlarımız başkalarının eline geçmişse, beynimizi başkaları şifrelemişse, zihnimizi, bilincimizi başkaları kodlamışsa güzel hasletlerimizi kaybetmişiz demektir. Bizi bizden uzaklaştırmış, benliğimizi, kimliğimizi, inancımızı bozmayı başarmışlar demektir.
Şimdi de kültür çatışması yaratılmak istenmekte. Bunu da başardılar demek yanlış olmaz.
Cumhuriyetle İslam’ı karşı karşıya getirmek, Türkçülükle Osmanlıcılığı ayrıştırmak, Türk tarihi ile Türk İslam tarihini farklılaştırmaya çalışmak, inançlıyla inançsızı tartıştırmak hatta vuruşturmak isteyenler içimizdeki Türk ve İslam düşmanlarının uyguladığı metotlardır.
Dışarıdan yapılanlara karşı da uyanık olmamız engellenmeye çalışılmakta, kelimelerin başına “anti” konularak aşağılanmak istenilmekte.
“Gerici, bağnaz, yobaz, cahil, hacı, hoca, molla, dinci” gibi ifadelerle inançlı, imanlı insanlarımız, kendilerini “aydın, ilerici, devrimci, modern, batılı” gibi görenler tarafından tezyif hatta tahkir edilmekte. Daha da ileri gidilerek kıyafetinden dolayı insanımızı, “Haydi Arabistan’a(!)..” nidasıyla ayrıştırmaya, aşağılamaya çalışmaktalar.
Yukarıda anlamlarıyla ve ne için kullanıldıklarıyla ilgili kısa açıklamalarla vermeye çalıştığım kelimelere kimileri karşı çıkacaklar, İslâmî kavramlar diyerek kabullenmek istemeyecekler. Türkçesi varken bunların kullanılmasına gerek yok, anlayışını ileri sürecekler.
Madem Müslümanız, madem İslam’ı benimsemişiz, o halde inancımız gereği dinî kelimeleri, kavramları kullanmayıp da Türkçe karşılık mı uyduracağız? “Bismillah, Allah Allah, Allah’a şükür, inşallah, ya sabır, Allah ıslah etsin, Allah’a havale ediyorum…” demeyelim mi?
İyi de, amacımız “insan” olmak mı, yoksa millet olarak, toplum olarak insanca, dostça, kardeşçe, dosdoğru ve hakça yaşamak yerine “bencil” olmak mı?
Bir cümle ile diyebilirim ki, bizzat ben de ‘Türkçe’den yanayım. Ne yazık ki, dilimize Batı dillerinden yüzlerce kelime sokulmuş, bu kelimeleri kullananlar aydın(!) sayılmış, sayılıyor imajı, intibaı yaratılmış.
“Global, lansman, ful tayım, part tayım, rantabıl, playboy, finansal…” ve nihayetinde İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara gibi büyük şehirlerdeki levhalara ne demeli?
Sayarak yüzde kaçının Türkçe olduğunu görürüz. Kaldı ki, bunların inançla, kültürle de alakası yok.
Bütün bunları bir kenara bırakıyor ve her şeye rağmen diyorum ki:
İyisiyle kötüsüyle hepsi bizim.
Yanlışları düzeltmek, eksiklikleri gidermek de hepimizin görevi.
Kabul buyuran buyurur, buyurmayan zaten yolunu seçmiş demektir.
Temennimiz insanımız imanlı, inançlı, huzurlu, saygılı, hakkaniyetli ve iyi niyetli olsun…
Kadim milletimiz daim olsun…
.
Hikmet Çiftçi
10 Mart 2024
*
(Not:Bu yazımın temel kaynağı, YAVUZ BAHADIROĞLU’nun “Saltanattan Cumhuriyete YAKIN TARİHİMİZİN SIR PERDESİ” isimli eseridir. Geçmişe ve günümüz daha geniş ve farklı bir pencereden bakılmış bu eserde. Onun için mutlaka okunmalı derim.
Kendisine içtenlikle teşekkür ediyorum.)
Hikmet Çiftçi 2
Kayıt Tarihi : 10.3.2024 16:05:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
"RAMAZANINIZ MÜBAREK OLSUN." Not:Bu yazımın temel kaynağı, YAVUZ BAHADIROĞLU’nun “Saltanattan Cumhuriyete YAKIN TARİHİMİZİN SIR PERDESİ” isimli eseridir. Geçmişe ve günümüz daha geniş ve farklı bir pencereden bakılmış bu eserde. Onun için mutlaka okunmalı derim. Kendisine içtenlikle teşekkür ediyorum.
Emeğinize sağlık
Ne sevgi kaldı, ne saygı... "Ben" diyen ego öylesine güçlendi ki... "Biz, siz" diyene "ezik" diyorlar...
Evet çocuk oyunları bile yenme, kazanma, alt etme üstüne... Safi hırs...
Ayrıştırma her iki tarafta da en büyük dert. Bizi birbirimize düşürmek için her yolu denediler... Geldik şimdi "dindar- dinsiz" kıvamına. Allah sonumuzu hayreylesin. Herkesin dini - imanı kendine... Ve de, Allah ile kendi arasında...Herkes birbirine saygılı olsa... ne güzel olur.
Hoşgörüyü unuttuk... Nenemden bilirim , (maden bu yazı Ramazan'da yazılmış. Örnek de ona göre olun istedim ) Oruçlu iken bir komşu geldiğinde sorardı ; "oruç musun?" diye... Bir şey ikram etmek adına... Komşuda "Allah bilir" der... İçeceği kabul etmezdi.. Bu nasıl bir asalettir. .. Karşılıklı... Soran oruçlu, cevaplayan oruç veya değil. "Allah bilir" diyerek gösterilen karşılıklı saygı... İşte biz bunu bitirdik...
Bu konu öylesine derin ki...Yaz yaz bitmez. Bir eğitimci olarak gördüklerimize hep içimiz yanıyor.
Güzel bir yazıydı. Emeklerinize sağlık. Nice ramazanlar dileğimle, selam ve saygılar size.
doğru tespit ve bilgiler, güzel paylaşım için çok teşekkür ederim.
Yüce Allah, bu ayda yapılan ibadetlerimizi kabul etsin inşallah. hayırlı ramazanlar diliyorum.
TÜM YORUMLAR (3)