Bir keresinde tanıştığım akademisyen bir bayandan ailenin kaçıncı çocuğu olduğumuzla hayatta bulunduğumuz, aldığımız ve alacağımız roller, pozisyonlar arasında derin bir ilginin bulunduğunu öğrenmiştim. O’na göre, kalabalık bir ailede sondan ya da baştan ikinci çocuk olmak, hayatta fark edilmeyecek, sıradan birisi olmayı yeğleyecek tavırlar, tercihler sergilemeyi beraberinde getirir. Ve böylesi tiplerden mükemmel memurlar yetişirmiş. İşini yapan –ne çok iyi ne de çok kötü- tiplerdir. Çünkü, işlerini çok iyi veya çok kötü yaptıklarında fark edilmekten korkarlar.
Bayan tam isabetle haklıymış. Nitekim ben de yedi çocuklu bir ailenin sondan ikinci yani altıncı çocuğuydum. Kişilik gelişimimi derinden belirleyen bu durumla ilgili bu tespit o gün bugündür kafamı meşgul ededursun genetiğin benden yana olduğunu şimdi daha çok hissediyorum. Hiçbir şey olmamaktan ve hiçbir şey yapmamaktan dem vuran bana bu durum oldukça avantaj sağlıyor.
Hakikaten bu durumu okul yıllarlımın çoğunda hep gözlemledim. Tüm çocukluğumda bunun izleri görülür. Amca çocuklarımla oyunlarımız sırasında, gezme ve eğlencelerimizde asla ele başı olamadım. Okulda parlak başarılarım olmadı. Mahallede, işyerinde, evde hiçbir yerde parmakla gösterilmedim. Fakat pek çok olayda bu geri çekilmelerime, arkada kalışlarıma rağmen bazı olaylarda da kabağın başıma patladığı çok olurdu. Sözgelimi ilkokulda kendisine parmak atılan bir kız sıraya geçirilen sınıftaki erkeklerle yüzleştirilirken, işi yapan olarak parmağıyla beni göstermişti, çünkü tehdit dolu bakışlar parmağı bana doğru yönlendirmişti. Bir keresinde de bir eve kaçan topumuzu almaya girdiğimde “evde hırsız var” yaygarasıyla bir araba dolusu sopa yiyen yine ben olmuştum.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.