Perişan Nine:
- Yine arabacıyı arabaya bağladın ve atı onun yerine oturttun değil mi? Dedi.
Yaşlı adam:
- Hele beni kınayana bakın. Diye gülümsedi. Sen sanki köpeğe insan taşlatmıyor, kediye adam tekmeletmiyorsun.
- Yaratıldığım toprak seninkinden alınırsa; benden başka davranış beklenemz.
- Topraktan yaratıldığına eminmiş gibi konuşuyorsun.
- Değilsem de balçıktanımdır.
- Ya da atıldığı yere yapışıp tutunan ve insanın beli ile kaburgaları arasındaki bir yerden fırlatılan bir sıvıdan.
- Olamaz mı?
- Ateşten, alevden yaratıldığını düşünmek daha iyi değil mi?
- -Değil. İstemem. O zaman Şeytan ‘laşırım.
- Şırımlaşmaya gerek yok ki. Zaten şeytanla iç içe bu insanoğlu.
- Tümü değilse de bazılarının şeytandan daha bir şeytan olduğu yadsınamaz.
Gençten, iri-yarı bir adamdı, geçmek isterken çarpıp sendeletti. Ferhat Dede:
- Az uzaktan geçsen olmaz mı, a yavrum? Diye sızlandı.
Beriki hiçbir şey olmamışçasına bir ağız dolusu dişlerini gösterip güldü:
- Orada adamlar var, onlara mı çarpaydım?
- Burada da adam var, bana çarptın ya.
- Sen de kendini adamdan mı sayıyorsun, moruk. Kodum mu yassıltırım. Git yoluna efendi efendi.
Ve; gittiler efendi efendi yollarına. Ne Ferhat Dede, ne de Perişan Nine çekti çekti uzattı.
Kuyruğu, kuruluşa yüzlerce metre kala fark ettiler. Elleri çantalı-poşetli, kutulu paketli, zincirli-bastonlu, şemsiyeli-yağmura hazırlıklı onlarca adam, bir tespihin gevşek ipine kehribar tanecikler gibi dizilmişlerdi. Kimi sızlanıyor, kimi yakınıyor, kimi birine-birilerine bir şeyler anlatıyor, kimi sağa-sola bakınıyor, kimi beklemekle beklememek arasında gidip gidip geliyor, kimi ördek gibi kafa kaldırıp önündeki kehribar tanelerini sayıyor, kimi önüne bakıyor, kimi elindeki bir şeyleri okuyordu. Yanlarından geçen her araba, dışarı taşanları yeni bir sıraya sokmakta, girmemekte direnenleri klaksonla uyarmakta, bazen cam indirip ahlaksızlara ahlak dersleri vermekte ve fırçasını içeri alıp gazlamaktaydı.
Bir kuyruğa bir de birbirlerine bakıp iş bitimine kadar kendilerine sıra gelip gelmeyeceğini düşünürlerken yanlarına küçük bir çocuğun yanaştığını gördüler. Ferhat Dede, küçüğün saat soracağını, Perişan Nine sadaka isteyeceğini sandılar. Ama küçük, saat de sormadı sadaka da istemedi.
- Dede. Diye fısıldadı. Alın varsa kuyruğa-muyruğa girme; sana bugün-mugün sıra-mıra gelmez. Yarına da gelmez, o birisi gün de işte böyledir.
Yaşlı adam tepeden aşağı küçük çocuğa baktı. Boyu boy atmamış fidan gibiydi. Dağınık saçları sırmayı andırmaktaydı. Mavi gözlerinde denizler dalgalanıyordu. Biraz fırçalansa; dişleri inci gibi olabilirdi. Yüzü körpelikler içindeydi. Yanakları pürüzsüzdü. Yaşamla barışık olduğu giyiminden anlaşılmaktaydı. Eski gömleğinin üstüne bir kısa pantolonun aşırtmalarını atıp yaşama “Ben de varım.” demişti. Sağ elini cebinden çıkarsa; çemberinin demir teli, ucu kabaralı topacının ipi, arkasını dönse; pantolon cebinden lastiği sarkmış sapanı görülebilirdi.
Soru, Ferhat Dede ‘nin yerine Perişan Nine ‘den geldi:
- Peki, ne yapalım dersin?
Çocuk bu kere yaşlı kadının bacağına eğilip dudaklarını onun kulaklarına uzatırcasına fısıldadı:
- Önden ikinci küçük ağabeyimdir. Arkasındaki ortanca, dördüncü de büyük abim. Üçü de sıralarını satıyorlar. Milyonu bastırdın mı; en öndesin ninem.
Ferhat Dede, bir yerlere kesinlikle çıkacağını sandığı asfaltını bir çıkmaz sokakta tükenmiş gördü ve yine de sığıp geçebileceği bir aralığın ardına düştü:
- En öne geçersek ne der sıradakiler?
Çocuğun gözlerindeki durgun deniz kükreyerek gelip gelip kıyıdaki kayalıklara çarpmaktaydı:
- “Dedem tuvaletteydi, yerine bekliyorduk.” Dedik mi; tamamdır.
Onun koluna girmesini beklemeden Ferhat Dede Perişan Nine ‘nin koluna girdi:
- Gidelim mi, hanım? Dedi. Kaldırımı dikkatli in, ayağını burkarsın.
Yerinden-yurdundan olmuş bir çınar yaprağı, sızlana-yakına yaşlı kadının göğsüne kondu ve konduğu yere tutunup kaldı. Ferhat Dede:
- Nereye sığınacağını çok iyi biliyor bu yaprak. Dedi. En sıcak sığınak kadın sinesidir.
Sonbahar esintisi sağı-solu görmeye öğleden sonra çıkmıştı. Kendini beğenmişin biriydi. Önce yolunu silip süpürüyor, sonra adımını atıyordu. Yerlere atılmış kağıtları, izmaritleri, yaprakları, çöpleri dura-eğlene önüne katmakta, dibe-köşeye saklanmaya çalışanların kurnazlıklarını pekilenmemekte, çevrelerinde şöyle bir dönerek yerlerinden etmekte ve nerede bırakacağı bilinmeden sürüp götürmekteydi. Kızgın tavadaki cin mısırlar gibi yerlerde sıçrayan, kesik kesik yürüyen, atlayan, pırpırlayan serçelerin, kavak dallarına sıralanmış kargaların esintiye aldırış ettikleri yoktu. Bir kumru, sığındığı köşede demini çekiyor, bahçe duvarları arkasından gıdaklayan bir tavuğun sesi geliyor, acıkmış bir sarı kedi bir tütüncünün açık kapısından yem bekliyordu.
Perişan Nine, eşarpının düğümünü yoklayarak:
- Kediler bile değişti. Dedi. Eskiden kasapların önünde beklerlerdi.
Ferhat Dede mırıldandı:
- Etin kendini de, tadını da tanıyamaz oldular. Halkın ota-çöpe düştüğü bir dönemde, kedi eti nereden tanısın? Anımsar mısın? Senin istemene gerek bile bırakmadan, aldığın etin yanına kasaplar bir de “Kedi payı” verirlerdi. Yıllardır artık kedi payı-medi payı yok.
- Marketlerde eti, önümüze çekilmiş ve pespembe ışıklandırılmış koyuyorlar ya. İnan ki; kedi payları da içindedir.
Ferhat Dede bir yandan adım atıyor, bu yandan da gülüyordu:
- Sence salam-sucuk üretiminin artmasıyla kedi nüfusunun azalması arasında bir bağlantı var mıdır?
- Aman Ferhat, tiksindirme insanı.
- Neden tiksinesin ki, hanım? Yıllardır salam mı yiyoruz sucuk mu?
- Unutma ki eski çağlarda değiliz. Her gıda maddesi denetimden geçiriliyor. Çoğunun islami kurallara göre yapılıp edildiği etiketlerinde belirtilmiyor mu?
- Boğazı sıkılarak kesileceği yerde, boğazı kesilerek öldürüldü mü, bitip gidiyor mu her şey? Adam burada denizden çıkarıldığı için ölen balığı lezzetle yerken obir yanda tavuğun islami kurallara uygun halledilmişini arıyor.
Perişan Nine gülümsedi:
- Çalıştığım zamanlardaydı. Fatih ‘te tavukçular vardı. Kafeslerden seçtiğin tavuğu keser, hazırlar, tartar, verirlerdi. Onlarla ilgili iki anım canlandı. Biri güldürücü, o biri düşündürücüydü. Önce hangisini istersin?
- Düşündürücü olanı. Güldürücüyü sonradan anlatınca; üzüntüm geçer hiç olmazsa.
- Sırada benden önce bir adam vardı. Kasketli, paltolu, iri-yarı, ciddi biriydi. Sıra kendisine gelince; seçtiği tavuğu tavukçudan aldı, temizleyici iki işçiyi dirseğiyle yana itti. Cebinden ikiye katlanan bir bağ bıçağı çıkardı, tavuğu tahtanın üstünde kesti ve temizlenmesi için işçilere uzattı.
- Adamlar zaten kesip temizliyorlarmış ya. Neden kendisi kessin?
- Ben de merak ettim. Çıkmasını bekledim ve çıkınca tavukçudan sordum. Dinibütün müşterisiymiş. İşçilerin cenabet olabileceklerini düşünür, besmele çekmeyeceklerinden korkar, kendi tavuğunu kendi besmelesiyle kendisi kesermiş.
- Saygı duyarım. Tavukçunun her müşterisi öyle olsa; kendisine pek işçi de gerekmez. Ama benim aklımın almadığı bir nokta var. Adam, temiz olarak ve besmele çekerek ve belki tavuğun başını da kıbleye çevirerek kesmesine kesiyor da, sonradan hayvanın sıcak suya sokulup tüylerinin yolunmasını, içinin temizlenmesini ve hazırlanmasını yine de, o cenabet olduklarından kuşkulandığı işçilere bırakmış olmuyor mu?
- Oluyor.
- İşte ben buna üzüldüm. Bari şu güldürücü anını da anlat ki; geçip gidiversin bu üzüntüm.
Perişan Nine anlatırken gülmekten de kendisini alamıyordu:
- Tavukçunun bir başka, tanıdık ve saygın bir müşterisi vardı. Kafesleri tek tek gözden geçirdiyse de; alıp kestireceği hayvanı kendisi seçmedi. Seçme işini tavukçuya bıraktı ama sözüne bir de not iliştirdi:
- Ne diyordu notunda?
- “Lütfen taze olsun.” diyordu.
Ferhat Dede kendisini tutamayıp güldü ve gülerken de sordu:
- Peki, tavukçu ne dedi bu akıllıca isteğe?
- Tavukçu da akıllıymış, hiçbir şey demedi.
- Bravo adama. Bazen susmak yıllarca unutulamayacak etkili bir yanıttır.
Yürümeyi sürdürdüler. Yaşlı kadın yazıklanmaktaydı:
- Tavuk-mavuk artık bizler için düş oldu.
Ferhat Dede, kaldırım diplerine sığınmış olan solgun, kuru yapraklara bakıyordu:
- Ataların “Eski çamlar çardak oldu.” demeleri belki de bu yüzdendir.. “Eskiden her şey değişikti, her şey güzeldi.” Diyoruz ve demekte de haklıyız. Yenilerin bunu anlama olanakları olmadığı gibi, yermeye de hakları yok. Çükü; eskiyi bilmediklerinden bugünle kıyaslama olanağından yoksunlar. Biz öyle değiliz. Eskiyi yaşadık yeniyi yaşıyoruz. Bir doların altmış beş kuruş olduğunu ancak biz biliriz. On bin lirada on bin tane lira, her lirada yüz tane kuruş, her kuruşta kırk tane para olduğunu biz biliriz. Bir yumurtanın beş paraya, bir kilo hiylesiz tereyağının yirmi beş kuruşa, bir metre basmanın üç kuruşa alındığını biz biliriz. Bin liraya konak satıldığına, on liraya kurbanlık inek alındığına bizler tanık olmuştuk. Çağ değişti, koşullar değişti, yaşantılar değişti, alışkanlıklar değişti. Bu salt bizim için değil, tüm varlıklar için böyle. Sinekler eskiden şekerli şeylere saldırırlardı. Şimdilerde limonlu şeylere saldırıyorlar. Parazitlerin çoğu, kimyasal öldürücülere karşı bağışıklık geliştirdiler. Kediler sütü tanımıyor, içmiyorlar. Eskilerde külle yetinen çamaşırlar-bulaşıklar artık deterjan istiyorlar.
Ekmeklerini, gazetelerini alıp eve dönebildiklerinde merdiven çıkmayı göze alamadılar ve anahtarı kilide sokmadan kapı önündeki bir-iki basamaklık taşlıkta oturdular.
Güneş, içinin son ateşiyle taşlığı öpmekteydi. Taşlarda yaldız sarılığı vardı. Yorgun, sarı, kuru, yaşlı yapraklar ağlaya-inleye yerlerini-yurtlarını terk ediyorlardı. Serçeler, havaya serpiştirilen ekmek kırıntıları gibiydi. Dallar dallardan, ağaçlar ağaçlardan ayrılmış, uzaklaşmıştı ve hemen hepsi, kışı korunaksız karşılamaya hazırlanan yoksulları andırmaktaydılar. Sonbahar, düzü-ovayı bırakmış, arkaları sıra, evlerinin bulunduğu sokağa gelmişti. Soluğunda üzgün yağmurların kokusu vardı. Ellerinde olmaksızın bakıştılar ve birbirlerinin yüzlerinde bir bayat sonbaharın körpe izlerini aradılar. Bulmakta da zorlanmadılar; sonbahar, yüzlerinde acımasız ayaklarla gezinmişti ve gezindiği yerlerde izleri pençe pençeydi. Ferhat Dede Perişan Nine ‘siz ve Perişan Nine de Ferhat Dede ‘siz kaldıklarını bir an için akıllarından geçirdiler, sonra istenmeyen hayalleri kovarcasına ellerini sallayıp yerlerinden kalktılar.
Yaşlı adam ve yaşlı kadın, Parmak Çocuk ‘un içeriden gelen ciklemesini, iri demir anahtarı emektar kapı kilidine soktukları anda birlikte işittiler. Ferhat Dede:
- Kız, bu Parmak Çocuk… Dedi.
Perişan Nine şaşkın şaşkın onayladı:
- Evet o. Aman Allah ‘ım… Bir bekleyenimiz varmış meğer… Merdivenden, sofadan, odadan nasıl duyabildi anahtar sesini? ..
Cikleme gençliklerini geri getirmiş gibiydi. Merdiveni soluk soluğa çıktılar, sofayı öyle geçtiler ve odaya öyle girdiler.
Parmak Çocuk, korunaksız kafesinde güneşle göz göze, diş dişe, pençe pençeyeydi. Gagası açıktı. Oradan oraya, şuradan şuraya, buradan buraya kaçmaya çalışıyordu.
Ferhat Dede, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle koltuk pencerelerinden birine ve Perişan Nine de obirine koştular, kanatları ardına kadar açıp serin havaya yol verdiler.
Adam:
- Bağışla bizi, Parmak Çocuk… Diye yazıklandı. Devler aptal, devler hantal olurlar. Güneşin kafese vuracağını, uzun süre gitmeyeceğini, senin sığınabilecek bir gölgeliğinin bulunmadığını hiç düşünemedik…
Perişan Nine üzgün gözlerle Parmak Çocuk ‘a bakmaktaydı:
- Sıcaktan bunalmış yavrucuk. Baksana; gagasını nasıl açıp açıp kapatıyor, nasıl bir güçlükle soluk almaya çalışıyor.
Yaşlı adam çok üzgündü:
- Yahu. Dedi. Haydi ben düşünemedim, akıl edemedim, sen niçin beni uyarmadın evden çıkarken?
- Aman Ferhat, insan yaşamadığı, denemediği şeyi gerçekleriyle bilemez ki. Bu eve ilk kere bir kuş geliyor bunca yıldır.
- Dili olsa da ver yansın etse bize. Kapattık bir kafese, kestik mümkününü, almayı bile düşünemedik alınması gereken önlemlerini.
- Şimdi serinler ve düzelir, bu da bize ders olur.
- Bu kocamış yaşlardan sonra?
- İnsan ölünceye kadar öğrenmeye çalışsa; yine de tümünü öğrenemez, tümünü bilemez bu dünyanın koşullarının..
Perişan Nine çay yapıp getirmeğe gitti. Ferhat Dede kendisini sedire bıraktı. Ve; Parmak Çocuk ağırdan düzelmeye başladı. Serinlik iyi gelmiş, güneş de sanki o anı bekliyormuş gibi önce kafesten, sonra pencereden çekilmişti. Mavi kuşun solukları zamanla normale döndü ve kuş yem yemeye başladı.
Yaşlı kadın, üstünde yeni doldurulmuş çay bardaklarının ve öteberinin bulunduğu bir tepsiyle odaya döndüğünde Ferhat Dede:
- Bir şey söylesem şaşarsın, hanım. Dedi. Parmak Çocuk, biz eve dönünceye dek yem-mem yememiş.
- Aaa, nereden anladın?
- Yemliklerinin dopdolu duruşundan. İnan ki; daha yeni yem yiyor bu.
- Geldiğimizi ta dış kapıdaki anahtar sesimizden anladı. Kuşların bu kadar duyarlı olduklarını bilmezdim.
- Bekle biraz, bu cicik biz daha neler öğretecek. İnanmak olanaksız, kuş yolumuzu beklemiş.
Dört-beş gün süresince durumda fazla bir değişiklik olmadı. Fakat yaşlı karı-koca Parmak Çocuk ‘un yeni bir özelliğini fark ettiler: kuş, kafesin dışına kabuk saçmıyor, kabukla ne kadar dolarsa dolsun, onları uçurtup altındaki yemi ortaya çıkarmak için üstünde çırpınmıyor, kanatlarıyla kabukları yelpazelemiyor, büyük bir özenle yemini kabuklar arasından buluyordu.
Kayıt Tarihi : 14.7.2005 14:06:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/07/14/parmak-cocuk-6.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!