- Benim anlatmak istediğim konuşma, senin umup beklediğin türden bir konuşma değildir. Bu; hangi dille konuşulduğuna bakılmaksızın, dünyanın her yerinde geçerli olan konuşmadır. Bu eylemin, devinimin, işaretin dilidir. Yüzünü buruşturman canının sıkıldığının, hoşlanmadığının anlatımıdır. Gülmen böyledir, ağlaman böyledir, omuz silkmen, dirsek çevirmen, gelmen, kaçman, esnemen, inlemen böyledir. Böylesi bir konuşmada, dilin yerini davranışlar, tutumlar, jestler, mimikler, etkiler, tepkiler alırlar ve onun yerine onlar konuşurlar. Anlamak konuşmaktan değerlidir. Anlaşılmamış konuşmanın önemi yoktur.
- Şimdi konuğumuz da bizimle öyle mi konuşacak?
- Konuşmaya başladı bile. Baksana; tüneğinde h.ç bir hareket yapmadan, tek ses çıkarmadan sürekli olarak bizi izliyor, tanımaya, anlamaya çalışıyor.
- Geldiğinden beri yem yemedi, su içmedi. Yemi-suyu mu yok dersin?
- Yemi de var suyu da. Suluğunu doldurup takmıştım. Üç ayrı yemliği yemle dolu. Fazladan kafesine bir de ballı yem astım. Altına gazete kağıdı serdim.
- Ama yiyip içmiyor.
- Normaldir. Yeni bir yere, yeni bir kafese geldi ve yeni insanlarla karşılaştı. İlgilenmeyip kendi haline bırakalım; güvensin. O bizim kızımız, bizim çocuğumuz artık.
- Parmak kadarcık kızımız, parmak kadarcık çocuğumuz. Ona bir ad koyalım.
- Koydun bile.
- Anlayamadım?
- “Parmak kadarcık çocuğumuz” dediğine göre; adı “Parmak Çocuk” olsun.
- Parmak Çocuk?
- Parmak çocuk.
- Öyle bir masal vardı.
- Bu da o masaldaki Parmak Çocuk işte. Oldu mu?
- Oldu, oldu.
- Parmak çocuk.
- Parmak Çocuk.
- Canını-ciğerini yerim ben bu Parmak Çocuk ‘un.
- Tamamını yeme hanım. Bana da bırak.
- Bırakamam, kanatlarını-butlarını da yiyeceğim.
- Altındaki yuvarlak masa bundan böyle Parmak Çocuk ‘un masasıdır. Lütfen yardım et, bitişik odadaki masayı buraya alalım. Yemeklerimizi o masada yeriz. Olmaz mı?
- Neden olmasın? Elbette olur.
Yaşlı karı-koca, elbirliğiyle odadaki bir köşe dibine yeni masalarını attılar. Yanına iskemlelerini koydular. Şenlikli ilk akşam yemeklerini masalarında yediler. Sonra sedirlerine çekilip kahvelerini içerek, arada bir kaçamak bakışlarla Parmak Çocuk ‘u izleyerek sohbete daldılar.
Parmak Çocuk, ne konduğu tüneği değiştirdi, ne bir yem tanesi yedi, ne de tek bir yudum su içti. Olduğu yerde mumlamıştı. Yaşayıp yaşamadığı bile belli değildi. Sadece o iri, güzel gözleriyle durgun durgun baktı.
Camdaki tıkırtıları duyan Ferhat Dede, karısının omuzları üstünden pencerelere göz gezdirerek:
- Yağmur... Diye mırıldandı. Yağmur başladı.
Perişan Nine, boşalmış fincanını tabağıyla birlikte önündeki sehpaya bıraktı. Arkasını dönüp pencereye bile bakmaya gerek görmeden:
- Başlasın. Dedi. Her yağışında beni alıp eskilere götürüyor. Anımsıyor musun? Yeni yeni tanışıp kaçamak kaçamak buluştuğumuz günlerden birinde, hay-huylarını sahiplerine bırakıp el ele kırlara açılmıştık. Mevsim ilkbahardı ve doğa çiçek mahşerini andırıyordu. Çimenler-çayırlar dile gelmiş, çaylar coşmuştu.Kemerli taş köprü dallar-yapraklar giyinmiş, çiçeklere bürünmüş, cümle kuşların cıvıltılarını kuşanmıştı.
Ferhat Dede tatlı tatlı gülümsüyordu.
- Döndüğümüzde vakit ikindiyle akşam arasıydı ve serin bir ilkbahar yağmuru bizi kentin girişinde karşılamıştı.
Perişan Nine ‘nin parıldayan gözleri, yakınındaki uzaklarda bir şeyler aramaktaydı:
- Erkek San ‘at Okulu ‘nun saçağı altına sığınmaya çalışmıştık.
- Saçak dardı. Yerimiz korunaksızdı. Yağmurun ılık damlaları saçlarımızda, omuzlarımızdaydı.
- Akşam güneşi yerlerdeki su birikintilerinde solgun sarı çırpınmaktaydı. Akşamı karşılamaya soyunmuş reklam panolarının rengarenk ışıkları birikintileri sarıya, maviye, yeşile boyuyordu.
- Kargalar yorgun kanatlarla telli kavakların körpe dallarına süzülüp konarak haykırıyorlardı.
- Yorgun ve ıslak atların çektiği demir tekerlekli arabanın kendi içine dönmüş sürücüsü, durumun farkında bile olmaksızın bol dumanlı sarma sigarasını tüttürmekteydi.
- Çiseleyen ilkbahar yağmurunun arkasındaki bir plakçı dükkanından bir türkü yükselmekteydi
- “Evlerinin önü tahta-taraba, Zello Zello, tahta-taraba...”
- “Zello Zello tahta-taraba...”
- Saçları-kaşları ak gümüşler içindeki bir adam gömlek katına yanımıza gelmişti.
- “Islanıyorsunuz, gençler. Pencereden gördüm, dayanamadım. Lütfen gelin, gelin içeriye. Yağmurun dinmesini içeride bekleyin.”
- Okul Müdürü ‘ymüş. Bizi genç bir karı-koca sanmışmış.
- Yok canım. İki sevgili olduğumuzu anlamıştı. Halden-yoldan anlayan deneyimli bir insandı.
- Nerelerdedir şimdi kim bilir?
- Çoktan ölmüştür.
- Yazık.
Perişan Nine ‘nin yüzündeki tatlı gülümseyiş, yerini, anında acı bir gülümsemeye bıraktı:
- Bir-iki yıl öncesine kadar, hiç bir hesabımda ölüm yoktu, Ferhat. İki yıldan bu yana, her uyanışımda sağ olduğuma şaşmaya başladım. Uyumaktan korkar oldum. Sanki; her yatışım bana son yatışımmış gibi geliyor. Bir sabah uyanınca; beni yanında geceden ölmüş bulsan ne yaparsın?
Ferhat Dede titremekten kendini alamadı:
- Ağzından yel alsın. Diye kekeledi. Düşünmek bile istemem.
- Yani olsa ne yaparsın?
- Sen ne yaparsın?
Perişan Nine üşenmedi.Yerinden kalktı. Çiviye asılı işlemeli kılıfı yerinden aldı. İçindeki Kur ‘an-ı Kerim ‘i çıkardı ve avucunu onun üstüne koydu.
- Bu kitap tanığım olsun ki; kendimi ya pencereden aşağı bırakırım, ya fare zehiri içerim, ya bir arabanın altına falan atarım.
Ferhat Dede, avucunu yaşlı karısının avucunun üstüne kapattı:
- Ben de. Dedi.
Perişan Nine ürperdi:
- Farkında bile değilsin. Geceleri sık sık uyanıyorum ve her uyanışımda korkuyla seni izleyip duruyorum.
Ferhat Dede gülümsedi:
- Soluk alıp veriyor muyum diye, değil mi?
- Evet.
Yaşlı adam, yaşlı eşinin elinden Kur ‘an ‘ı aldı, kılıfına koydu, götürüp yerine astı ve gülümsemesini sürdürerek mırıldandı:
- Yaşam ve ölüm varlığın iki kutbu, iki ucu, iki menzilidir. Varlıklar onlarsız ve onlarda varlıksız olamazlar. Varlık yaşamdan uzaklaştıkça ölür, ölümden uzaklaştıkça yaşar. Yaşam; doğmamışlar, varolmamışlar, yaratılmamışlar için nasıl yoksa ölüm de yaşayanlar için bir öyle yoktur. O nedenle; yaşayanın ölümü kendisine dert edinmemesi gerekir. Aslında, ölüm yok olmak da değildir. Var olduğumuza, yaratıldığımıza ve yaşadığımıza göre; biz, sen ve ben, bu dünya için, bu evren için gerekliyiz. Birer denge unsuruyuz. Ve ne yaparsa yapsın; bu dünya, bu evren bizi sırtından atamaz. Zira; atacak yeri yoktur. Çok uzun peryodlar içinde de olsa; biz bu evrende yine yaşayacağız, yine yaşayacağız, yine yaşayacağız.
- Yine de ben ölmekten korkuyorum.
- Bu doğaldır. Ölüm korkusu varlığın sigortasıdır. Bu korku olmadan o var olamaz. Gül bu yüzden dikenler geliştirir, tavşan bu yüzden yel gibi kaçar. Korku başını alıp giderse; yerine yokluk oturur. Yaşam vefalıdır. Kendisini seveni sever, kendisine bağlanana bağlanır. Yaşamak istiyorsak; koşullar nasıl olursa olsun, ona bağlanmalı, ona dört elle sarılmalıyız. Öyle yapalım, istersen. Gel şimdi kendimize kendi ellerimizle birer fincan sütlü kahve hazırlayalım.
Odadan birlikte çıktılar, mutfağa birlikte girdiler, fincanlarını-tabaklarını birlikte hazırladılar, cezveyi ocağa birlikte sürdüler, hızını arttıran yağmuru camdan birlikte izlediler, kahveyi birlikte taşırdılar, birlikte yazıklandılar, birlikte cam dibine oturdular ve birlikte içtiler.
Perişan Nine ‘ in gözleri mutfak camındaki yağmurla yıkanmaktaydı:
- Duracağa benzemiyor. Diye mırıldandı. Yazık; aşağı mahalledeki evleri yine sular-seller basmıştır.
- Görünen köy kılavuz mu ister? Kalkıp dere içine evler yapıyorlar.
- Ya da ovaya, tarım alanlarına.
- Sonra da seller-sular içinde kalınca; “Nerede bu devlet ba? ” diye yaygara koparıyorlar.
- Yine de yazık.
- Elbette ki; yazık.
Lambaları söndüre söndüre oturma odasına döndüklerinde Perişan Nine kendisini sedire bıraktı, sağ koluyla arkasındaki yastığa dayanıp yarım dönerek camları kırbaçlayan yağmura baktı. Oda aydınlık, dışarısı karanlıktı, yağmur görünmüyor, sadece kırbacının sesi duyuluyordu. Ferhat Dede ‘nin beklenmeyen haykırışı yaşlı kadını korkuttu:
- Yahu Hanım, Parmak Çocuk yok.
- Nasıl yok olur? Kafesindedir.
Adamın sesi şaşkınlık doluydu:
- Yok.
- Kaçtı mı dersin?
- Kaçamaz ki. Kafesin iki kapısı var, ikisi de kapalı.
- O zaman kafestedir.
- Kafeste yok.
- Olmaması olanaksız. Geldiğinden beri kapısını açmadık ki.
- Ama yok. Kafes bomboş. İnanılır şey değil. Yoksa ben mi göremiyorum. Bir bakat mısın şuna?
Perişan Nine, yerinden şaşkınlıklar içinde kalktı, yürüyüp kafesin başına dikildi, eğilerek içeriyi gözden geçirdi ve eskisinden de büyük şaşkınlıklara düştü:
- Kafes gerçekten bomboş.
- Al sana bir sarı odanın gizemi. Kapıları kapalı, hiç bir çıkış yeri yok. Ama elimizle koyduğumuz kuş kafeste değil.
Yaşlı karı-koca belirgin bir şaşkınlık ve belirgin birer üzüntü içerisinde sedirlerine döndüler. Ferhat Dede ‘nin ilk işi sigara yakmak ve Perişan Nine ‘nin ilk işi onu uyarmak oldu:
- Hani bırakacaktın sigarayı?
- Aman hanım, değme-ilişme bana. Görmüyor musun koşullar nasıl zorluyor.
Perişan Nine üstelemedi:
- Bari küllük getireyim sana.
Diyerek yerinden kalktı, yorgun adımlarla odadan çıktı, elinde bir cam küllükle geri döndü ve döner dönmez haykırdı:
- Aaa! Parmak Çocuk kafesinde.
Ferhat Dede, sigarasının külünü yerlere döke döke sedirden fırlayıp kafese yürüdü. Yaşlı kadın şaka-maka yapmamıştı. Parmak Çocuk gerçekten kafesindeydi ve ürkek gözlerle kendilerine bakmaktaydı. Kendisi de karısı da gözlerine inanamıyorlardı. Şaşkın gözlerle bir muhabbet kuşuna, bir birbirlerine bakındılar ve istemeye istemeye yerlerine döndüler. İkisinin de bakışları kafese ve içindeki Parmak Çocuk ‘a kilitlenmişti. Bu gizemli gidiş-dönüşe bir anlam vermeye, bir çözüm bulmaya çalıştıkları tutumlarından belliydi. Parmak Çocuk yine tüneğindeydi. Yine yemiyor-içmiyor, yine kendilerine durağan gözlerle bakıyordu.
Sessizliği ilk bozan Perişan Nine olu:
- Nereye gitti ve nasıl döndü bu kuş?
- Bilemiyorum. Az önce kafeste olmadığını kendi gözlerinle gördün değil mi?
- Kesinlikle.
- Görmeseydin ve ben öyle bir şey söyleseydim inanabilir miydin?
- Asla.
- Peki, şimdi kafeste olduğuna emin misin?
- Kesinlikle. Ya sen?
- Ben de.
- Peki nasıl açıklayabiliriz bu durumu?
- Ben bir açıklama bulamıyorum. Sen bulabiliyor musun?
- Hayır.
- Ver şu küllüğü. Hala elinde tutuyorsun.
- Sen de sigaranın parmaklarını yaktığını yeni sezinlemiş olmalısın.
- Öyle oldu gerçekten.
- Yağmur durdu. Açayım mı pencereleri biraz?
- Aç istiyorsan.
- Sen istemiyor musun?
- Aç. İstiyorum.
Perişan Nine, sırasıyla her iki pencerenin içlerine diz koyup uzanarak kanatları açtı. Islak bir ilkbahar havası, kollarında-kucağında körpe bir toprak kokusuyla odayı duvarlardan duvarlara dolaştı. Sarı kafesteki mavi kuş, getirildiğinden bu yana ilk kez ürperdi, canlandı ve “Cik” ledi. İki yaşlı insan aynı anda, aynı şaşkınlıkla, aynı sevinçle ve aynı alkışlarla onun bu ilk “Cik” ini kutladılar. Ferhat Dede ‘nin kahkahaları odayı çınlatmaya başladı:
Kayıt Tarihi : 14.7.2005 13:59:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!