Dudaklarını hafifçe ısırarak tebessüm eden ay, nehrin gümüşi ışığında saçlarını kınayla tarayan mahcup bir kız misali ışıldarken hayatın birbirine benzemeyen veçhelerinden kendime kocaman bir buket yapıyorum. Rastgele seçtiğim bir ânın etrafında sükûnetle hiç acele etmeden dolaşıyorum. Arzuların, hüznün, korkuların, pişmanlığın en saf haline dönmenin imkânsızlığı canımı acıtmıyor nedense, tam tersine ruhumu daha iyimser kılıyor. Geniş bir bahçenin ortasında yüzükoyun yatıp tül yaprakların titreyişini izlerken görüyorum kendimi. Geçmişin kuyusundan seçtiğim anlarla hayallerimi buluşturup onlardan yeni hatıralar yaratıyorum. Hiç durmadan aynı sahneleri dondurup başa alıyorum. Sonra biraz kırpıyorum. Beğenmediğimde yeni cümleler, bakışlar, dokunuşlar, sesler, kokular ekliyorum. Oysa o aynı kalmak için direniyor.
Kendimi aldatıyorum belki ama bu savruk hâl bilincimin kıvrımlarını parlatıyor sanki. Yalan söylemek, bilincin kökeni midir, kim söylemişti bunu? Yola devam edebilmek için anlardan damıttıklarıyla şiirler, hikâyeler, romanlar yazanlar hayatlarının hem oyuncusu hem de seyircisi olmuyor mu? Tamam işte, ben de onlardan birisi olmaya karar verdim bu gece. Biraz da varoluşun, aldanışın kıyısında duran karanlık yüzüne bakalım. Hepimiz aynı ‘yapboz’ oyununun birbirini tamamlayan parçaları değil miyiz? Hikâyesizlik ya da olup biteni hikâye edememek çıldırmak demektir, çok ağır bir yüktür. En iyisi onu ilmek ilmek çözelim, parçalayalım sonra yine düğümler atarak tamamlayalım. Rüyalarınızı küçük kâğıtlara kaydederken, gönderilmeyen mektuplar yazarken, günlük tutarken, biyografiler okurken hatta birbirinizin falına bakıp geleceği kehanet ederken yaptığınız bu değil mi zaten? Graham Greene, boşuna “Bir romancı unutmak konusunda pek çok insandan daha yeteneklidir,” dememiş. Sanırım o da unutarak hafızasını tazeleyebilen yazarlardandı. Öyleyse yaşadıklarımızı sonradan anlamlandırmamızın sırrı o büyük aldanışta değil mi? Ben sizin için şimdinin kaygan zemininden yavaşça geriye doğru kayıyorum...
“Hayat basit olduğu için zordur”
Gerçek orada bütün haşmetiyle duruyor. İhtiyaç duyduğumda yanımda değildi, hiç olmadı. Tam da bu yüzden kendimi daha iyi tanımak için biraz değiştirerek hikâye edeceğim: İri güllerin, dev ıhlamurların miskin kokusuna fısıltıyla şiir okuyarak eşlik ettiğimiz uysal bir yaz gecesiydi. Birbirimize “ah, demek o beklediğim sendin” demenin ürkütücü eşiğindeydik. Sessizlikteki sırrın büyüsünü bozmamak için hızlanan soluğumu kontrol etmeye çalışarak karanlığın içinde öylece kıpırtısız durduğumu hatırlıyorum. Üzerimizde simsiyah ipekten bir örtü gibi salınan gök kubbedeki yıldızlar, Rilke’nin elmas tozları serpilmiş mısraları gibi ışıldıyordu. O benzersiz ânı, ilerde kalp ağrısının neden olduğu bir kederle hatırlayacağımı henüz bilmiyordum. Rilke’nin “Hayat basit olduğu için zordur” tesbitini idrak etmekten epey uzaktım.
Eprimiş bir kitabın kopuk ciltlerinden birini dizine koyup okumaya başladığında olgun, tumturaklı sesi titremişti: “Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti nedir ki. Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu mana ve lezzet toplanmalıydı ve sonra tamamen sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar insanların dedikleri gibi hisler değil tecrübelerdir. Bir mısra için insan birçok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir...”
Şimdi sizle bu masum ‘oyunu’ oynarken daha iyi düşünebiliyorum. Hırçın bir yaz yağmurunun rahmetiyle yıkanıyoruz bu gece. “Şiir yazmadan dünyayı, yaşadığımı hissedemem” diyen şair hepimize meleklerin sesiyle mırıldanıyor: “Yalnızlık bir yağmura benzer/ yükselir akşamlara denizlerden/ uzak, ıssız ovadan eser/ ağar gider göklere, her zaman göklerdedir/ ve kentin üzerine göklerden düşer.” Onu işitince başka anlara sıçrıyorum. Dokunduğum bu eşyalar, başımın üstünde esen ılık rüzgâr, hayatıma sızanların sesi, kokusu hiçbiri bana ait değil, hatta bedenim, o bile artık çok uzakta. O “üzülme, bak şiir var onun merhametiyle iyileşirsin” diyor.
Hz. Muhammed’e yakarmak...
Harfleri, sözcükleri okunduktan sonra kâinatın boşluğunda kaybolacak bir uçurtmanın kuyruğu gibi birbirine eklerken, Rilke’nin ince kederli yüzüne, tedirgin bakışlarına, çocuksu sivri çenesindeki çukura, geniş alnına bakakalıyorum. Duino Şatosu’nda edebiyat tarihinde derin bir iz bırakacak ağıtlarını yazıyor. Sonra onu ucuz pansiyon odalarında, hayatından hiç çıkarmadığı Salome’ye kendisini biraz olsun sevmeye devam etmesi için dua ederken görünce biraz üzülüyorum. “Ben sevemem. Bunu bilmiyorum. Annem beni sevmedi, ben de onu sevemedim” diyor. Ölen ablasının yerine konan, büyürken kız çocuğu gibi giydirilen sarı bukleli bir oğlan çocuğunun, babasının zayıflığından nasıl utandığını anlatıyor. Şiirlerine hayran olup onu acımasızca terk eden kadınlardan bahsediyor. Yazmak uğruna ailesini terk edip yoksullukla mücadele ederken suçluluk duygusunun onu nasıl kavurduğunu anlaşılmaz, sert jestlerle belli ediyor. Ama sonra “Boş ver ben hakikatimi buldum” deyip garip bir aldırmasızlıkla omuzlarını silkiyor. Kuzey Afrika, Trablusgarp, Cezayir ve Kahire’ye seyahat ettiği yıllarda Arapça öğrenmiş. O dilden ve kutsal kitaptan etkilenince Hz. Muhammed için şiirler yazmış; “Melekse, buyururcasına, gösteriyordu/ levhasında yazılmış olanı yalvarana/ gösteriyor ve istiyordu tekrar: Oku./ Okudu o da: öyle ki melek hayrandı./ Çoktan okumuş denirdi artık ona,/ yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.”
Issız sokakların yağmurun bereketiyle sırılsıklam olduğu bu şefkatli gecenin koynunda, onun aslında kendisi olan Danimarkalı kahramanına anlattırdığı Paris anılarını yeniden okuyorum. Okurken âna şahitlik eden büyük bir şairin, edebiyatın hayatları değiştiren, iz bırakan, esneten gücünü ürpererek fark ediyorum: “Sessiz kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; üstümüzden esen ve bütün yıldızlara uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hatıraları olmalıdır.”
İnsanın insanı sevmesi sınavların en zorudur!
Evet öyle olmalıydı, ama Boğaz’ın manolyaların gölgeleriyle morardığı bir yaz gecesi henüz bunu bilmiyordum. Hayatı satenden yekpare bir kumaş kadar pürüzsüz ve yumuşak sanıyordum. Yalnızlığın iyi ama güç olduğunu hissediyor ancak sadece bir başkasının sevgisinde huzur bulacağı düşüncesiyle aldanmanın hazzını yaşıyordum. Daha Kappus’a yazdığı mektupları okumamıştım. “İnsanın insanı sevmesi; bize verilmiş ödevlerin hepsinden zoru budur belki, tüm sınırların ötesindedir. Bunun içindir ki, genellikle bütün işlerde acemi gençler sevmenin üstesinden gelemez. Tüm varlıklarıyla, yalnızlıklar ve korkmalar içinde hop hop atan yüreklerinin çevresindeki bütün güçleriyle sevmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Ama çıraklık denen şey, kendi içine kapalı uzun bir dönemi oluşturur hep, dolayısıyla sevmeyi öğrenmek de yaşamın hayli içerlerine dek uzanır, seven kişiyi çoğalmış ve derinleşmiş bir yalnızlık bekler.”
Rilke’nin buna benzer içten mektuplarını okuduğumda bahsettiği yalnızlığın bir parçası olup, sevmenin kişinin kendisini bir başkasına sunmak, onda erimek olmadığını çoktan öğrenmiştim. Yaşamanın anların berrak, duru ışıltısına şahitlik etmek olduğunu da... Artık biliyorum; insan bir resmi, eşyayı, manzarayı, şiiri, yağmuru sevebiliyorsa onlara içtenlikle dokunabilen ‘ötekileri’ de akılla değil kalp bilgisiyle sahip olma arzusundan sıyrılarak sevebilir. Kimsesiz sokaklarda, mavi karpuz arabasını sürükleyen atın yelelerini kör bir bıçak gibi savuruşunda bulabiliriz Tanrı’nın ve hikâyelerin gizli işaretlerini. Bazen yanık ot kokan bir köyde saçlarını pencerelerden içeri sokmaya çalışan okaliptüs ağaçlarının nazlı hışırtısındadır onlar. Bazen de çok uzaklarda tıngırdayan bir trenin ritmine eşlik eden kadınların aksak hayallerinde ya da gece yürüyüşlerine eşlik eden efkârlı sigaraların halka halka genişleyen mavi dumanında.. Hayat artık kesintisiz akıp geçmiyordu, olgunlaştıkça kendi üstüne kapanan duygular gibi hafiflerken usulca koyulaşıyordu. Hiç değilse bu kadarını sezgilerimle kavramıştım.
İnsan hatıraları unutabilmelidir...
Rilke’yi bu gece yüksek sesle okurken, gül toplayan şairin eline batan bir dikenden sonra ebediyete kavuşmasındaki tuhaf sırrı düşünüyorum. Mezar taşında “Gül ey saf çelişki/ Nice göz kapağının altında, Hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci” yazan o yalnız adamı unuttuklarımla hatırlarken daha çok seviyorum. Sonra ıhlamur kokan bir yaz bahçesinde “Bir gün dilsiz bir taş gibi taşıdığın yüklerinden kurtulduğun için yazacaksın” diyen adamı işitiyorum. Bilmiyor ki karnımın altında küçük bir taş gibi dolaştıracağım o ‘ihtiyar çocuk’, titrek sesiyle hep aynı mısraları okuyacak: “Ve insanın hatırlarının olması kâfi gelmez. Hatıralar çoksa onları unutabilmelidir ve insanın hatıralar gelecek diye beklemekte büyük sabrı olmalıdır. Çünkü hatıralar henüz o değildir. Hatıralar, ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış ve hareketlerimizde okundukları, isimsizleştikleri ve artık bizden ayırt edilemedikleri zaman, işte ancak o vakit, çok nadir bir saatte, bir mısraının ilk kelimesi, hatıraların ortasından tecelli eder.”
Mutluluk gibi hüznün, sevme yeteneğinin de olgunlaşmaya ihtiyacı olduğunu, yeterince beklersek hayatın iç tutarlılığını, dengesini sözcüklerle, zamanında tutulan yasla, emanet edilen bedenlerimizle hissedeceğimizi söyleyen üstadın eskimeyen sesine hayranım. Geçmişi onun şiirleri, ağıtları, mektuplarıyla yeniden şekillendirirken yaşamayı hep yeniden, en baştan öğreniyorum. Tomurcuklarına her seferinde hayret eden bir ağaç gibi onu dinliyorum; “Baharın ardından ya gelmezse yaz diye korkuya kapılmaz ağaç; yaz hep gelir çünkü; ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi, öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelip bulur ancak...”
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!