“Hoş geldin” dedi adam; oturduğu bankın arkasından yanaşıp sol eliyle sağ omuzuna “hoş geldin de” der gibi dokunan kadına… “Hoş buldum” der gibi gözlerini yumdu kadın, bir şey söylemedi. Oturmaz mısın?” dedi adam; kadın, yine bir şey söylemedi. İçinden, “Oturmaz olur muyum hiç” diye geçirmiş olacak ki yanına oturdu adamın… Bir süre ikisi de hiçbir şey söylemeden yan yana oturdular.
Tirilye’nin iki-üç katlı, cumbalı ahşap evlerle örülü, denize çıkan dar sokaklarında denizden insanın yüzüne esen akşam rüzgarlarını andıran bir rüzgar esti. Baktıkları yerde hatta baktıkları yönde deniz yoktu ama esen rüzgarla gelen deniz kokusunu iyice içine çekip, “Çok beklettim mi?” diye sordu kadın… Masanın üstündeki kül tabağına baktı adam; yanan ve yarıyı geçmiş sigarasının haricinde dört de izmarit vardı kül tabağında. “Hayır” dedi adam, “Çok bekletmedin…”
“Az iç şu zıkkımı” derken, çok beklettiğini anlamıştı kadın. Deniz olmayan, varsa da görünmeyen fakat esen rüzgarla deniz kokusu gelen yöne doğru bakarak bir müddet daha sustular.
Günün bu saatlerinde genellikle panayır yeri gibi kalabalık olan çocuk parkında yine çocuk sesleri birbirine karışmıştı; gülenler, ağlayanlar, koşanlar, düşenler… Oturdukları bankın arkasına düşen bu hengamenin aksine baktıkları yöne doğru tam da bir Temmuz akşamüstüne yakışır halde derin bir dinginlik ve sessizlik hakimdi. Sanki geceyle gündüzü, yaşamla ölümü ayıran bir çizgi üzerine kurulmuştu oturdukları bank. Kendi nefes alışverişlerini duyabilecek kadar sessizdi dünya, onca sesin arasında. O kadar sessizdi ki konuşamadıklarını, sustuklarını ve hatta düşüncelerini bile duyabiliyorlardı birbirlerinin… “Ne düşünüyorsun?” dedi kadın… Adam henüz “seni” bile demeden duymuştu kendisini düşündüğünü. Ki zaten o da adamı düşünüyordu…
…
“Elini tutabilir miyim” dedi adam; kadın bir cevap vermeden elini tuttu. Zaten cevap vermesine gerek yoktu, bunun bir soru cümlesi olmadığı her halinden belliydi… Kadının sol elini sağ avuç içinde, kaybetmekten endişe eder gibi sımsıkı tuttu adam; “kahve içer misin?” diye sordu… “Ortanın bir tık üstünde şekerli” dedi kadın, içerim demek yerine…
…
Kahveleri geldiğinde; adamın her akşam bu saatlere denk düşen vakitlerde muhabbet ettiği siyah benekli kahverengi sokak kedisi de gelip kurulmuştu bankın dibine… Kadın, kedinin başını okşarken gözleri doldu, “bu mu?” diye sordu… “Birazdan kuşlar da gelir” dedi adam. “Birazdan; her akşam senden bana selam getiren kuşlar da gelirler. Birazdan şu arkada neşe içerisinde koşturan çocuklardan biri yere düşer ve annesi yahut babası ona senin adınla seslenir… Birazdan bir araba geçecek şu arka tarafımızdan, belki görmeyeceğiz ama mutlaka duyacağız içinde çalan şarkıyı… O mahur beste çalar, Müjganla ben ağlaşırız…” demeye kalmadan arkalarından geçen arabanın içinden yükselen müzik sesi diğer bütün sesleri bastırmıştı… Kadının gözleri doldu, adamın gözleri zaten doluydu… O mahur beste çalıyor, ağlıyorlardı…
“Birazdan” dedi adam, “Birazdan, güneş şuradan batacak” derken yüzünü çevirdi ve kadının gamzesiyle göz göze geldi… Müzik sustu, bütün sesler kesildi, adeta bir ölüm sessizliği çöktü şehrin üstüne… Kendi nefes alışverişlerinin seslerini bile duyamıyorlardı artık. Belki de nefes bile almıyorlardı…
…
Kadın bir şey söylemeye, konuşmaya başlayacakmış gibi derin bir nefes aldı ancak tam konuşacakken onu susturdu adam… “Sus, n’olur sus, hiçbir şey söyleme” dercesine baktı kadının gözlerine… Kadın duydu adamın bakışlarını, sustu… Kuşlar gelip her akşam kondukları kuşkonmazların yanında sıraya dizilinceye kadar göz göze susarak konuştular. “Seni seviyorum” dedi kadın, “Ben de” dedi adam… “Sana aşığım” dedi adam, “Ben de” dedi kadın… “Öyle değil” dedi adam ve devam etti: “Aşk diye bir şey varsa sen olduğun için var. Adem’in Cennetten kovulması da bir şey mi, senin gözlerin Cennet… Fuzûlî görseydi içimdeki seni, yazabilir miydi Leylâ vü Mecnûn’u? Şu esen rüzgâr… Olmayan denizden deniz kokusunu nasıl getirebiliyor hem de hiç esmeden? Sen olduğun için aşk var ve sen varsın aşk olduğu için!”
…
Adam, kadının yanağında yedi küçük noktayla tezahür gamzesini titreyen elleriyle okşarken, bir yandan da onun yaşlı gözlerine bakıyordu… Kadın, adamın ağarmış sakalını okşarken bir yandan da yanağında süzülen göz yaşlarını siliyordu… Sözleri susmuştu… Gözleri susmuştu… Göz yaşlarıyla konuşuyorlardı…
…
“Kahveni soğutma” dedi adam… “Soğursa soğusun, buz gibi olsun isterse… İsterse dünya yansın, isterse kıyamet kopsun” der gibi baktı kadın… Gözleri iyice yaklaştı birbirine; kuşlar oradaydı, kedi oradaydı, rüzgâr esiyordu, deniz kokusu geliyordu ve güneş batıyordu… Dudakları, bin yıldır tek bir damla su görmemiş çöl toprağının yağmurla kavuşması gibi kavuştu birbirine… Nefes almıyorlardı, yahut alıyorlardı… Ne fark eder ki, isterse dünya yansın isterse kıyamet kopsun dercesine öpüyorlardı birbirlerini… Adem’le Havva’yı utandıracak kadar ulvi, Leyla’yla Mecnun’u kıskandıracak kadar derin bir aşkla öpüşüyorlardı… Adam, içini kanatan acı bir yakarışla “gitme” diye feryat ederken “Hadi sen git” dedi kadına… Kadın, gitmek istemeyenlere mahsus ağır adımlarla uzaklaştı oradan…
…
Kadın gitti. Güneş battı… Ortanın bir tık üstü şekeriyle ortada kaldı kahveleri… Deniz köpürdü, rüzgâr dindi… Kuşlar gitti, kedi gitti. “Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız.
Adam gözlerini açtı. Kadın hiç gelmemişti yanına, “hoş geldin de” der gibi de dokunmamıştı omuzuna. Belki rüzgâr da esmemişti ama deniz kokusu gelmişti deniz olmayan yerden. Az içmesi tembihlenen zıkkımdan bir tane daha yaktı. Dumanını, ciğerlerini kanatırcasına içine çekti. Kadın, “az iç şu zıkkımı” demedi bu defa, diyemedi… Gitmişti çünkü. Hiç gelmemişti. Kahvesini, göz yaşlarını ve gözlerini adama yadigâr bırakarak gitmişti, hiç gelmeden…
…
Güldü adam, ağlarken. Ağladı kadın, giderken. Mahur beste çaldı, müjganla adam ağladı… Şenlik dağıldı, bahçede yalnız bir acı yel kaldı… 4 Temmuz '23
Kayıt Tarihi : 6.7.2023 08:40:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Yaşandı...
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!