koşulsuzkabul hâli...
Tatil için gidilen yerlere ne çok anlam yükleriz. Bir yıl boyunca durmaması gereken bir pil gibi sürekli doldurduğumuz bedenimiz ve beynimizin tamamen boşalacağını umduğumuz yerlerdir ne de olsa tatil mekânları. Bedenimizin dinginleşip, zihnimizin berraklaşacağı yerler. Ve bu nedenle herhangi bir yere değil, özenle seçilmiş bir yere gitme ihtiyacı duyarız. Hepimizin bu seçim için hazırladığı beklenti listesi farklıdır. Sakin bir yerle bütünleşmenin tadına varmayı listesinin ilk maddesi olarak yazanlar için, mükemmel bir seçim olacak, şimdi sözünü edeceğim yer. Akdeniz’in ışıltılı sularını doyasıya seyredebileceğiniz, sakinliğinin içinde kendinizi salacağınız; Datça, Palamutbükü.
Peşin peşin söyleyeyim ki; İstanbul’dan yola çıkanlar için on altı saati aşan bir karayolunu göze almak gerek. Ancak Marmaris’e vardıktan sonra kıvrılarak gidilen yolda iki tarafta da yer yer kaybolup ortaya çıkan mavilik, yeşillerin içinden göz kırpıyor size. Bir yarımadada yol alıyor olmanın farkı bu. Derken, Datça’ya varıyorsunuz ancak yol bitmiyor. Datça’da bir başka araca geçip ondan sonra da epeyce bir yol gidiliyor Palamutbükü’ne varmak için. Bir başka seçenekse uçakla Bodrum’a, oradan feribotla Datça’ya ve yine aynı şekilde karayoluyla Palamutbükü’ne varmak. Hele bir de oralarda “gelin havası” diye tabir edilen bol çalkantılı havaya rast gelmişseniz deniz yolculuğu da hayatınızın macera hanesine yazılabilecek epey anı ile katkısını sunacak demektir size. Okumak bile uzun geldi değil mi yol serüvenini? Bu kadar aktarma ile gelinebilen bu yerin belki güzellik sırrı da uzak oluşundadır, kim bilir. Sır, insanların rahatça ulaşıp, kaçınılmaz olarak oraya kendilerine dair izlerini bırakamamalarındadır, diye düşünüyorsunuz. Ancak içinde biraz kalınca anlıyorsunuz sırrın bu koşulu da içerecek şekilde perde arkasında kalan yanını. Palamutbükü hele de yolların bu kadar geniş ve olanaklı olmadığı dönemlerde Marmaris’e bile bir haftada ulaşılan uç bir köşede kalmış. Ama Yunan adalarına teknelerle her gün gidip gelebilme ve onlarla sürekli bir şekilde sıkı alışveriş içinde olma olanağı ile gelişmiş, yapısı. Böyle olunca o kültürü de oldukça benimsemiş kendini oluştururken. Anlattıklarımdan da anlaşılacağı gibi halen de pek o kadar kolay gidilip gelinebilen bir yer değil. Yol cidden çok yorucu, ancak oraya vardığınızda yolda nasıl gelmiş olduğunuzu unutuyorsunuz bile. Muhteşem bir deniz ve içinde yüzmekte olan sadece birkaç kişi. Neresinde olursanız olun, sanki bir evin içinde geziyormuşsunuz gibi bir tanıdıklık hissi. Hatta herhangi bir evde değil, bizzat kendi evinizde geziyormuşsunuz hissini veren bu “kabul hâli ”, hemen sarıyor insanı.
Bir marketi var, küçücük; ama ne ararsanız buluyorsunuz. Mayom eksik, gözlüğüm yok, gelmeden önce terlik almaya fırsat bulamadım gibi konuları hiç dert etmenize gerek yok yola çıkmadan önce. Burada bunları sayfiye fiatları ile değil, büyük şehirlerde alabileceğiniz ücrete buluvermek, beş dakika. Marketteki satıcıysa eski Türk filmlerinden fırlamış bir karakter gibi. Ağır ağır konuşan muzip tarzıyla keyif katıyor geziye. Hemen kasanın yanında duran hayli eski bir fotoğrafta, kardeşim tek defada buluyor karakterimizi. O ise, şimdiki hâline pek de benzemeyen görüntüsünden dolayı resimde bu kadar kolay bulunacağına ihtimal vermiyor olmalı ki önce şaşkınlık içinde kalsa da, sonra kendisini çabuk toparlayarak “Bu fotoğrafta kimler yok ki ” diyor. “İşte şu muhtar oldu, işte şu otobüsçü…” Parmağıyla göstererek tek tek sayıyor o günün mahalle futbol takımı oyuncularını.
Kadınlar ilgimizi çekiyor Palamutbükü’nde; hayatın her alanında gibiler. Şöyle ki; kasap dükkânından içeri girdiğimizde İkinci Bahar dizisindeki kasabı saymazsak ömrümde gördüğüm ilk kadın kasaba burada rastlıyorum. Bu alışılmadık görüntüye hayli şaşırıyorum ama ertesi gün karşılaşacağım kadınlardakindekine nazaran şimdiki şaşkınlığımın az bile kalacağını daha sonra anlayacağım. Beni bu denli şaşırtan kadınlarsa balıkçılar. Sabahın erken saatinde önce denizin tadına bakıp, sonra balık almak için limana gidiyoruz. Biz, teknelerin yakınında güneşlenirken iki balıkçı teknesi yaklaşıyor limana. Teknelerin içindeki toplam beş balıkçının üçü kadın. Ne yalan söyleyeyim gizli bir keyif alıyorum bu durumdan. Uğursuzluk getirir diye gemiye alınmayan kadınlar geliyor aklıma. Onlarsa ağları temizleyip o sabah tuttukları balıkları tasniflemeye başladılar bile. Kolyozlardan seçiyoruz kendimize kadar, ama “şimdi uğraşamayız” diyerek almaktan vazgeçtiğimiz iskorpitlerde aklım kalıyor işin doğrusu. Oysa bir balık çorbası enfes olurdu. Önündeki tabelâda “ Her gün balık çorbası” yazılı olan bir mekânın önünden geçiyoruz, eve dönerken. Ancak sonradan oraya gidecek fırsatımız da olamıyor bir türlü, sayılı günde.
palamutun meşe hâli
Palamutbükü denilince insanın aklına palamut geliyor. Herhalde burada palamut çok çıkıyor derken tahminin doğru, hedefin yanlış olduğunu sonradan öğreniyorum. Evet, palamut bolmuş bir zamanlar; ama balık olanı değil, ağaç olanı. Sözü edilen kocaman meşe palamutu ağaçlarının yetişmesi için belki de iki yüzyıl gerekli. Oysa şimdilerde neredeyse hiç yok ortada. Bir zamanlar boya sanayiinde kullanıldığı için önemli olan meşe palamutu, kimyasalların ortaya çıkışı ile tarih olmuş. Artık hiçbir işe yaramayan dev ağaçlar tarlalık alan açmak için kesilmiş zamanla. “Her şey ekonomidir ” diyen düşünür doğru söylemiş; ne de olsa ekmek parasını bir yerden çıkarmak zorunda, köylü. Belki o tarihlerde turizm açısından gelecek olduğu ön görüsü geliştirilebilmiş olsaydı sembolik olarak bile olsa bu ağaçlardan birkaç tane saklanabilirdi bugüne. Oysa turizm, buralarda çok yeni bir olgu. Şimdilerde bol bol badem var her yerde. Nurlu diye tabir edileni çok güzel, diğeri ise ak badem. Ama diğerinin lezzetine kapılıp da, onun da hakkını yememek lazım.
Sahilin hemen dibi ılgın ağaçlarıyla dolu. Bu ağaç deniz kenarında yetişebilen ve ilk zamanlarında su desteği sağlanırsa köklerini saldıktan sonra topraktan deniz suyu içerek beslenebilen birkaç ağaçtan birisiymiş. Yıldızlar…Evet yıldızları anmadan bu yazıyı sürdüremem. Nasıl unutabilirim ki onları; sahilde oturup kendilerini seyrederek Samanyolu’nun bu denli belirgin hâli mi acaba bizi bu kadar neşelendirdi, diye düşünmekteyken tam da. Büyük ayı, küçük ayı takım yıldızlarını kolaylıkla seçmek, eski bir dostu yerde ararken gökte buluvermek gibi hissettirdiği için mi bu saf heyecanımız, bilemiyorum. Yıldızlarla rüzgâr, ağaçlarla ay bir bütün halinde burada. Ay’ın dağların arkasından kızıl bir renkte doğuşunu ilk kez bu sahilde izledim. Torunlarına oyun etmek için dağların arkasına saklanmış neşeli bir dede ifadesiyle yavaş yavaş belirdi yüzü. Ve seyrine doyamadık hiç birimiz. Bir de sahilde birbiri üstüne yığılmış büyüklü küçüklü yassı taşları denize atmaya doyamadık desem... Öyle ki taş sektirmek konusunda eli uz olmayanın bile bu keyifli tada başlamakla kalmayıp belli bir uzmanlık derecesine gelmesini dahi kendiliğinden tetikleyen bir yer burası.
Buradaki kültürel dokuya yansıyan ada kültüründen söz etmiştim ya, Palamutbükü’ne oldukça yakın bir yer olan Kinidos’un da bunda payı var. Kinidos, tarihi konumu yanı sıra Datça Yarımadası’nın tam ucunda Ege Denizi ile Akdeniz’in birbirine bağlandığı nokta olması bakımından da heyecan verici. Bir uçta durup tereddütsüz ve kararlı bir koyulukta esen rüzgârla eteklerimizi ya da paçalarımızı tutuştururken, hemen arkada kalan maviliğin Akdeniz olduğunu düşünmek, bu tanımların sadece coğrafi bir terim olduğunu bilsek de kritik bir noktada bulunma ayrıcalığı konusunda garip bir duygu yaratıyor insanda.
Bir zamanlar; yüzyıllar boyunca dünya kenti olarak içinde sıcak bir yaşam sürdürülmüş olan bu kentin şimdi sadece antik bir görünüm olarak karşımızda duruşu belki de hayatın gelip geçiciliği konusunda bizi uyardığı için içimiz karmakarışık oluyor. Gezerken tabelâları okudukça geniş ana caddelerden, birbirini kesen yollardan, kiliselerden, mezarlardan, tapınaklardan söz edildikçe bir zamanlar nasıl da hareket halinde olan bir kentin kalıntılarından iz süren bir yolcu gibi hissediyoruz kendimizi.. Bu kuru taşları, sadece taş olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründüren ağaçlardan, insan duygularından söz ediyor çünkü elimizde tuttuğunuz broşür. M.Ö. 4.yüzyılda yapılan ancak henüz bulunamamış bir Kinidos Aphroditesi olduğunu anlıyoruz öncelikle buralarda bir yerlerde. M.S. 2.yüzyılda Samsatli Lukianos şöyle anlatıyor onu;
“ Kutsal bahçenin yanına gelmiştik. Güzel kokular bizi sarhoş etti. Avlu Aphrodite’ye yakışır şekilde güzel kokulu ağaçlarla yemyeşildi. Her zaman çiçek açan, yemiş veren mersin ağaçları tanrıçayı kutsuyordu. Defneler, selviler…Bu ağaçlar yaşlanmaz. Durmaz dinlenmez, yeni dallar sürerler. Tapınağa girdik. Ortada Aphrodite’nin çok güzel bir yontusu duruyordu. Dudaklarında biraz çekingen, biraz utangaç bir gülümseme vardı. Güzelliğini sol elinin hafif bir eğimle kapadığı yer dışında, hiçbir şey örtmemiş. Güzelliğine çarpıldık”
Aphrodite’i görmeyi elbette ben de çok isterdim ancak belki de görmek bile beni bu tasvirlerin heyecanlandırdığı kadar karıştırmayacaktı. O güzelliği görmek değil, güzelliği gören gözlerin baktığı yerlerde rüzgâra kapılıp gezmek ve o insanların yaşadığı kalıntılarda gezdirmek şimdi gözlerimi. İşte bu beni karmakarışık etti. Askeri ve ticari iki limanın arasında konumlanmış bu dünya kenti, İ.S. 7.yüzyılda önce Arap istilâsına uğramış, sonra da geçirdiği büyük bir depremle tarihin sayfalarına gömülmüş. Kentin farklı noktalarına kurdukları güneş saatleri ile “zaman”ı yakalamaya çalışan bu kent, yine zamana yenik düşmüş.
yıllanmış tuzun meze hâli
Bu topraklarda sıkça gördüğüm şarap kültürünün Kinidos’ta simgeleştiği Dionysos Tapınağı’ndan da belli olunca oğlum ve yeğenimin şarapla bu sahillerde bu denli yakınlaşmasında oldukça hoş bir bağlantı buldum kendimce. Palamutbükü’nde sahilde uzanıp kendimizi elimizdeki kitaplarla bütünleştirdiğimiz bir gün, bizden biraz ilerde kurulmuş erkek masasına dahil oluverdi bu ikisi. Kardeşimle ben de, uzaktan tatlı bir gözlem durumundayız. Anlayamadığımız şey bizimkilerin arada bir masadan kalkıp zaten gündüz bile oldukça soğuk olan denize akşamın o saati olmasına rağmen sıklıkla girip çıkmaları oldu. Denize girdikten sonra hızla tekrar masaya dönüp, biraz sonra tekrar kalkarak belli aralıklarla denize giriyorlardı. Sonradan öğrendik ki, masadaki ekip bu yörelerde yapılan Horoz Karası isimli şaraptan içildikçe bizimkilere arada bir, “Haydi bakalım…Şarap, mezesiz olmaz, denize girip kolunuzdaki tuzla meze yapacaksınız” diyerek denize yolluyormuş onları. Denizi meze yapmak kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Öte yandan muhtemeldir ki bizimkiler içmede hız limitini geçince olabildiğince ellerinden şarap kurtarmak da vardır niyette. Alkole alışmamış vücutlara o kadar hızlı şarap girişi olurken, sanırım bundan daha iyi bir ayıltıcı da olamazdı. Bu kadar çok meze almalarına karşın yine de; o akşam biraz erken saatte demlenmiş iki çakırkeyif gencin eve dönmelerini izlemek bizim için de eğlenceliydi doğrusu.
Şimdi kendimi kaptırmış notlarımı yazdığım odada harflerle epeyce yakınlaşmışken dışarıdan gelen bir köpek sesi eşlik ediyor yazıma. Ve hemen peşinden bir eşek anırması. Doğayı oluşturan tek varlık insan değil. Biz bu gerçeği neredeyse unutmuştuk büyük şehirde. Sabah öten horozlar, gün buyu süren cırcır böceklerinin bitmez türkülerinin korosu doğada olduğumuzu, daha da önemlisi doğada bir parça olduğumuzu hatırlatıyor bu uzak bükte. Burada nisanları her yeri saran papatya tarlalarından, haziranda sahil boyu açan mor çiçeklerden, şubat ayındaysa kar yağmış gibi coşan badem ağaçlarından söz ediyorlar merakımı katlamak için. Bense “yaz zamanı”, kendimce biraz yazarak, biraz okuyarak sürdürüyorum o anda içinde olduğum oda saltanatımı. Zamana sıkışmadan düşünebiliyor olmanın tadıyla kendimce tahliller yaparken birden kapı açılıyor. Kapıyı açan kişi için görüntü şu: Ben elimde kalemle bir kitaba gömülmüşüm, uzandığım yerden. Altlarını çizip çizip, notlar alıyorum yanlarına. “Kitap mı çalışıyorsun? ” sorusu havada asılı kalıyor sanki bir an. Doğayı, kitaptan okuduğum bölümü, kitap üstüne çiziktirdiğim cümlelerin hepsini bir kenara bırakıp bu özel cümleyi düşünmeye başlıyorum birden. “Evet” diyorum gülümseyerek; “Kitap çalışıyorum.” Ve tatiller, kitap çalışmak için bulunmaz yer ve zaman fırsatları. Tatilleri belki de en çok bunun için özleyeceğimi anlıyorum birden.
Temmuz 2008
Aynur UluçKayıt Tarihi : 13.9.2008 18:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (2)