Temiz ruhlarlardan bir şelale gördüm
Çağlayanlardan coşkun bir ırmak
Selvilerden uzun ince bir düğüm
Doğaya yakın insan lekesinden ırak
Mukaddes dünyanın şefkatli ellerinde geldi insan dünyaya. Evveliyatında göklerden bir çatı, sık ormanlardan kapılar vardı. Ve açıldı inanılması güç dehlizler, tepesinde öfke saçan gri bulutlu sıra dağlara. Beşeriyetin hükmü yokken bu sultanlığa, yer ve gök hizmet etti tepelerden akıttığı sularla. Kuru toprakta damlayla can buldu akasyalar, sürgün verdi berrak sislerle kaplı ovalara. Larvalar kucağına sarıldıkları ağaçlardan binbir rengiyle kelebekleri saldı ak meşelere. Okyanusların taze kıpırdanışları, kıyıda topakladı gölgesindeki huzur ağaçlarını.
Bir garip rüzgar eşlik etti beşikte sallarcasına kardeşlerini. Kabaran nehirler boşalırken şelaleden, tavaf etti kayaları, derinlerinde balıklardan bir dişi, hem süzüldü hem güldü. Itırlar dem veriyordu nemli havaya, kuşlar koklar, bulutlar ağlardı. Çiğdem baharı müjdeledi yamaçlardan el sallarcasına. Defneler akın eden karıncalara kucak açtı, martılar alaylı gülüşmelerle denize iltica etti.
Padmenin berrak kanatları su yüzeyini andırır, bir kelebeğin olabileceği en güzel desenler içinde. Özel bir kelebekti padme, özel ve güzel. Son rüzgarlarda yorgun düşer, bir dağ eteğinin kuytusuna çekilir. Belki binlerce yıllık derin, soluksuz bir uykuya.
İnsanoğlu meşelerden çevrili derme çatma barakalarda hızla kök salmaya başlar. Sessiz bir filmin de başlangıcıdır aynı zamanda. Masumane gülücüklerle merhaba dedikleri dünya hayatında, yamaçların serin çayırlarına koşuşturarak büyürler. En güzel baharların en ılık sularıyla bedenlerini buluştururlar. Oyunların en güzeli; sınırı olmayan yeşil ve mavi ve hoş kokulu manzaraların mehtaba asıldığı tepelerde sele serpe yatarak yıldızları izlemekti.
Ufukta toz duman içinde zaman zaman her türden hayvan sürüleri koşuşmaktaydı batan güneşin üzerine doğru. Bulutlar girdikleri binbir şekliyle geniş yaprakları ıslıyordu. Rüzgarın savurduğu yağmur damlaları cömertçe toprağa düşüyor. Ve tanrı canlı saltanatını özgür bırakıyor.
Çoğalan insanlar doğa ananın şımarık oğullarındandır. En iyisi, en özeli olduğuna kanaat getirmiştir. Herşeyin hizmetlerinde olduğunu düşünürler, kucağında büyüdükleri doğaya saygıdan uzaklaşarak. Daha fazla av rahat bir hafta, daha fazla ağaç daha rahat bir ev demektir. Kibir ve gafletin sardığı vücutlar kimi zaman boyunduruk altına aldı kimi zaman da boyunlarını aldı. Herşeye rağmen birlikte yaşadılar ama. Doğanın bir dengesi olduğunu anlamaya başladılar, bir kaide olmalıydı hayatı düzenleyen. Kolonileşmeye başladılar, farklı hakim tepelerde, farklı ormanlarda. Farklı yaşadılar, ayrılıkların bir kaidesi de buydu. Kıskanç gözlerle baktılar ve kimi zaman hor gördüler tüm görebildiklerini. Anlaşmazlıklar nifak tohumlarını ektiğinde ve ruhlarına kök salıp büyüdüğünde en iyi yaptıkları şeyi keşfettiler:
Savaştılar. Bir zamanlar tuttukları elleri kırdılar. Aynı ovada koşuştuklarını aynı ovada katlettiler. Boyunduruk altına alma arzusuyla vahşi doğadan daha vahşi oldular. Küçük birlikler halinde büyük gaflet gösterdiler. Tabii güçlerinin kesildiği, yoruldukları yerlerde barıştılar. Ruhlarıyla değildi, samimi de değildi.
Yeni masum keşifler yaptılar. İyi hasat alabilmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi, tımar etmeyi ve mimariyi. İnsanoğlu şımardıkça doğa ana rüzgar gönderdi, yerden kaldırdığı kumları alıp başlarına çevirdi. Boyunlarını büküp tek efendinin kendileri olmadığını hatırladılar zaman zaman. Boyunlarını tekrar kibirle doğrulttuklarında yine hırçın çocuk oldular. Rüzgar ektiler, fırtına biçtiler. Tüm başlarına gelenlerden bir atasözü çıkarmak haricinde ders almadılar. Rüzgar eken fırtına biçerdi. Uyarıldılar, Tanrı onlara sıklıkla yapmamaları gerekenleri söyledi. Biraz kulak verip sonra yine bildiklerini okudular. Aralarından düşünenler de çıktı, düşünenleri çalanlar da. Devir atladılar ama tekrar alışkanlıkları sürdü. Kefeler bağzen dengede durdu bağzen bir tarafı ağır bastı.
'Akdeniz'den sonra büyük bir uçurum var, giden gemiler kaybolur sonsuzda' dediler.
Dev gemiler yapıp denizlere açıldılar, rüzgarla ala bora olanlar battı, azı sağ çıktı ve başardı. Yeni karalar, farklı insanlar buldular. Bulduklarını da sömürdüler, vahşi dediklerini katlettiler ama vahşi olmadıklarını sandılar. Medeniyet kurdular; daha büyük kaleler, daha büyük koloniler... En azgın savaşlarını verdiler, hem mal hem mülk sahibi oldular. Aynı zamanda mağrur oldular.Tanrı kudretiyle armağan ettiği dünyayı, hiddetiyle ters çevirdi çoğu zaman. Bu sefer de mağdur oldular. Adil olan toplulukları dedi ki; 'Mala mülke mağrur olma, deme var mı benim gibi, bir muhalif rüzgar eser savurur harman gibi'. İnsanoğlu da biat etti zamana. Yaralarını sarıp mağrur kalpleriyle yine saltanatlarını kurdu.
Daha güçlendiler, en büyük katliamlarını yaptıkları savaş meydanlarında, üzerine sıçrayan kanlardan toprak utandı. 'Güneşin batmadığı yer' dediler kanla suladıkları uçsuz bucaksız topraklara. Orduları dağların üzerinden aşırdılar, ufukta batmakta olan güneşin önünde atlarını mahmuzladılar ve toprağı kaldırdılar, toz fırtınalarının arasında süngülediler birbirlerini. Çığlık çığlık, fersah fersah yayıldılar ovalara, yıktılar, hırsla, kinle, nefretle bağırdılar, en acımasız kahkahaları eşlik etti bu aymazlığa.
Zaman, gerçeğin labirentleridir, her karesinde yeni bir şey bulur ancak hep aynı yerlerde dolanırsınız. Hakikatse gökyüzü gibidir ancak kafasını kaldırmayı bilenler görebilir.
Ve insan, obalar yerine kentler kurdu, mızrak yerine kurşun döktü, sevgi yerine ihtiras ekti. Varlığıyla mucizeydi, her renkten her kuşaktan dünya üzerine yayıldı. Çok az topraklara ayak basmadılar, doğa orda rahattı ve doğa ana artık şımarık çocuğuna söz geçiremez oldu. Anne yaşlandı, yorgun ve bitkin dünyanın ücra köşelerine çekildi. Arkada yetim bıraktıklarının hüznü vardı. Gök kederini paylaştı isli paslı yüzünden akan yaşlarla. Ve gök sırtına saplanan beton yığınlarından bezmiş halde toprağı dövdü var gücüyle. Ne gök ne doğa ana güç yetirebildi şımarık oğlanın hasmane kaderine.
Savaşlar kanın daha fazla aktığı nehirlere dönüştü. Katliamlar toprağın miğdesine oturduğunda çöller sürgün verdi mor menekşelerin yerine. Dünyanın başı dönmeye başladı, akbabalar gibi başında dönen yüzlerce kalpsiz makinadan.
İnsanoğlu doğayla ve kendisiyle verdiği savaşı en sapkın hale yeni bin yılla getirdi. Güçlü olanları, boyunduruk altına aldıkları zayıflara zulmetmekten geri kalmadı. Şehirleri kavuran ateş kütleleri gönderdiler birbirlerine. En içten kibirlerini hediye ettiler en hüsran sonlarla. Nefretle doldurdukları bünyelerini kanla kustular. Yaptıkları güzel olan ne varsa yapmadıklarını bırakmadılar. Üzerlerinden metal yığınlarını geçirdiler bir zamanlar sürülerin toprağı dövdüğü otlak yaylalarda. Toprağın yüzlerce yıl sakladığı siyah sular için kandan göller oluşturdular. Ve her kestikleri ağaçtan kağıt için bir cana kıydılar.
Zulümle hükmetmek insanoğlunun yaygın hastalığı olduğunda ve geride hayalet şehirlerden başka bir şey kalmadığında dünya ölüyordu. Tüm güzellikleri de ölüyordu ve sallandı, irkildi dünya. Heybetli bir yaşlı adamı andırıyordu. Sıra dağlar hareket etti, okyanuslar çalkalandı, volkanlar ateş püskürdü şımarık oğlana. Betondan kazıkları yerinden oynadı, heykelleri parçalandı, kimi insan görünce taş kesildi. Çoğunluğu kadere isyan etti. Azı pişman oldu.
Ve padme, kopan zelzeleler arasında binlerce yıllık uykusundan uyandı. Kanatlarını kıpırdatıp zayıf bacaklarını hareket ettirdi. Yavaş yavaş hızlandı ve o göz alıcı berrak kanatlarının üzerindeki tozu bir elbise gibi attı. Karanlık kuytudan ışığın geldiği yere doğru hareket etti uyku sersermliğiyle. Oyuktan süzülen bir demet ışığın karşısında doğaya baktı. Kesif yanık kokulu sis perdesinin arkasında dona kaldı. Güneş bir tepenin ardında ürkekçe batmaktaydı. Olanları anlamadı ve kanat çırparak duman duman göğe yükseldi. Bir zamanlar süzüldüğü yer değildi burası, alevler içinde can çekişen cadı kazanını andırıyordu. Padme’den bir damla göz yaşı boşaldı küçücük yüzünden. Ve hemen uzaklaşmaya çalıştı bakmaya takati kalmamışken. Tepesinde ince bulutlardan şapkaların olduğu dağlarda kızıldan bir öfke süzülüyordu. Kül rengi bulutlar hıçkırıklarla yer yüzüne ağlıyor, ağaçlar öksürüyordu. Akasyaların beyaz, sarı, kırmızı renklerle ısıttığı toprak ve kokusundan arta kalan yanık kokuları göğe uzuyordu. Daha yükselerek uçtu bu içler acısı hali görmek ve anlamak için. Aşağı baktığı her köşede bir ızdırap vardı. Üç beş insan gördü, siyah, çelimsiz, başında akbabaların dönüp durduğu, çaresiz insanlar. Açıkta ve açlıkla, bitkin… Bunlar önceden gördüğü insanlardan değildi, olamazdı. Hırçın anlık bir rüzgarla havada alabora oldu padme, hızla sürüklenerek kendini bir bataklığın başında ölü bir ağacın dallarında buldu, sıkıca tutundu. Ağaçların derisi gitmiş yerine kömür ve küllerden bir yığın arda kalmıştı, daha fazla dayanamadı, korkudan var gücüyle uçtu. Ufukta bilmediği, hiç görmediği taşlardan yıkık dökük yangın yerini fark etti. Devasa sütunlardan kırılmış ölü bir insan kentiydi. Yerde yatan cesetleri ve üstündeki yırtıcı kuşları gördü siyah beyaz bir kabusun arkasında. Alçaldı, öldüresiye bir koku ve bir korku hissetti. “Bu insanoğlunun işi olmalı” dedi soluk soluğa kalarak. Cesetlerin üzerinde ve bulanık havada tek renk kendisiydi. Parçalanmış bedenlerden, oyulmuş topraklardan, göğe yaslanan insan yapısı dağlardan gözünü alı koyamadı, biraz dinlenip nefes alabilmek için yer aradı kendine, insan kanının bulaşmadığı. Gözüne büyük bir adam ilişti taştan, göğü yırtarcasına uzatmış elini. Ölü, siyah denize bakmaktaydı. Rüzgar hiddetiyle dalgaları önüne katarken atıverdi kendini taştan adamın üzerine.
Nefes alamıyor tüm bu olanları anlamıyordu, güneş battı batacaktı, insan yapısı dağların arkasından sesler ve parıldamalar görünüyordu. Belli ki insanoğlu ta başından bağlanmıştı yok etme arzusuna. Rüzgar kıyıya vurduğunda salladı dev adamı ve Padme tutunamadı, rüzgarların arasında toprağa sürüklendi. Düştüğü başka bir ölü ağaçtı, Kuşlardan eser yoktu, yuvalarından da. Aşina olduğu binbir rengiyle kelebekleri de göremiyordu. Tek bir hayvan, tek bir bitki yoktu. Ne kanatlarında ne ayaklarında derman kalmadı, çöktü.
Karabulutlar sardı dört bir yanı, öfkesinden yıldırımlar salıyordu toprağa. Tüm heybetiyle bir fırtına kasıp kavuruyor, geçtiği yerleri düzlüyor. Dünya intikamını alıyordu. Padme tüm bir geceyi hüzünle seyretti. Sanki fırtına ona dokunmuyor gibiydi. Bu ibreti seyretti şafak sökene kadar. Güneş kendini gösterdiğinde sönen kızgın alevlerin yerini dumanlar alıyordu. Yer yüzü her köşesiyle hayalet bir gezegendi artık. Rüzgar toz duman hiç kesilmeden kolaçan ediyor gökyüzünü. Padme açıp kanatlarını yanık toprağın kara bağrına doğru uçtu ve umutsuzca kondu. Ölümü diliyordu yaşamayı başaramayacağı dünyada.
Rüzgar, renksiz doğanın kucağında bir renk fark etti insan elinin değmediği. Önce etrafında dolandı hızlıca. Bir kasırga gibi kumdan aldıklarını kattı önüne. Bir hortum oluşturdu Padmeye dokunmayan. Kelebeğin gücüne ve ömrüne hayret eden rüzgar önünde vücut bulmaya başlıyor bulanık yüzüyle. Su gibi süzülen rüzgar bir bütün olarak demetlenerek baş döndüren hızla birleşiyor. Silüetinde insan yüzü görünüyor en az şımarıkoğlan kadar hırçın. Ve başını eğiyor rüzgar Padme’nin önüne. Bir sallantıyla yüzündeki ürkütücü ifade yerini mahsun bakışlara bırakıyor. Boğuk, kalın, içten ve uğultu bir ses yankılanıyor açtığı ağzındaki kum tabakasından:
- Kimdir bu korkunç yığında canlı bırakan seni, kaybın ve kaderin nerden gelir aziz dostum, söyle!
Padme sessizdir, hasta ağaçlar gibi boynunu bükmüş rüzgara. Başını dahi kaldırmaz.
Rüzgar bu sessizliği anlar ve annesinin mucizesi olduğuna inandığı bu kelebeği biraz süzdükten sonra elini uzatır sıcak bir meltem gibi. Yine derinden ama şefkatli bir sesle yankılanır gök:
- Gel aziz dostum, insanın hükmü devrini tamamladı. En güzel renklerinle gel bu rüzgara!
Padme takatsiz yürür rüzgarın ellerine binbir rengiyle. Şefkatli ellerle tutar rüzgar onu, sarsmadan ve incitmeden. Elini kumların arasındaki kalbine götürür rüzgar, yavaşça elini çıkarırken her nebattan ve her renkten tohumları taşımaktadır devasa avuçlarında. İki eliyle birleştirir tohumla kelebeği. Sonra kapatır esrarlı bir perdeyle. Güçlü nefesiyle üflediği eli yavaşça açılır. Padme yeniden doğmuş gibidir ve desenleri tohumlardan bir denizi andırır. Rüzgar derin nefesiyle elindeki kelebeği havalandırır gökyüzüne. Padme uçarken kanatlarından mucize tohumlar dökülmektedir. Simsiyah bulutlar yarılarak bir ışık huzmesi süzülür yeryüzüne. Kelebeğin üzerinde kanat çırptığı topraklara kök salmak üzere her türden bir tohum düşer yeniden can vermek için ölü toprağa…
Bilge adam, öğrencilerine tarihin yokuşta demetlenmiş kaderini anlatırken, geleceklerini seçme özgürlüklerini onlara bırakarak hikayeyi tamamlar. Ayağa kalkar, üzerinde beyaz örtü bulunan fanusu açar ve binbir rengiyle rüzgarın kızı Padme’yi gösterir. Cansız kanatlarında umudun tükenmez ışığı, başında ise kaderin hükmü; ölüm vardır.
Fox MulderKayıt Tarihi : 21.11.2007 17:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!