Bir zamanlar (PAMUK) adında, süt beyazı renginde, dişi bir köpeğimiz vardı.. Sanırım, 6-7 yaşlarındaydım o zamanlar. Pamuk benim en iyi dostumdu. Yaşı, benden çok çok büyüktü… Mübalağasız belki on, belki on beş yaşlarındaydı Pamuk. Büyüklerin anlattığı gibi o günlere kadar sayısız yavruları olmuştu. Yeni doğup süt emdiği yavruluk (eniklik) döneminden beri bizim ailede olduğunu, ailemizin içinde olan bir ferdi gibi büyüdüğünü söylerdi, büyüklerim. Tabii ben, o kadar eskiyi hatırlamıyorum. Çünkü, dünyada yoktum o zamanlar… Ailemizde Pamuk’un sayısız anıları vardı. Anlata anlata bitiremezlerdi. Onu tanımaya başladığım andan itibaren, bizim de birlikte çok ortak anılarımız oldu. Öyle ki, onu yitirmeden önceki son ortak anımızı hala hatırlar, gözlerim bir sabit noktaya dalar, sanki bu dünyadan ayrılır, onunla olduğumuz yıllara uçar giderim.
Adından da anlaşılacağı gibi “PAMUK “, pamuk bitkisince bembeyaz, süt gibi lekesiz, akpak tüyleri olan bir köpekti… Onun için ailem ona, “Pamuk “ adını vermişti. Onun bir insan kadar akıllı olduğunu söyleyen ailem, diğer hayvanlardan farklı özelliklerini, becerilerini anlatmakla bitiremezdi. Daha sonraları ben de bunlara, kişisel olarak şahit oldum. Onu tanıyıp, onunla yaşayarak o özellikleri tek tek gözlemledim.. Gördüm ki, Pamuk hakkında ne anlatılmışsa hepsi gerçekti. Aslında, fazlalığı bile vardı. Eksik değildi. İnsan gibi sevmesini öğrenmişti. Yaşadığı ailenin bireylerine bağlıydı. Uysal, yumuşak başlı, sıcak kanlı, sevecen bir yapısı vardı. Bir tehlike anında, ailede yaşayanlar için çekinmeden, düşünmeden, gözünü yummadan kendini, canını, hayatını tehlikeye atardı. İçimizden biri nereye gitse ardından gider, onu yalnız bırakmaz, kapalı bir mekana girse kapının önünde bekler, çağırılmadan içeriye girmezdi. Birimizden biri, özel eşyalarından birini açıkta bir yerde bıraksa, o eşyanın başına oturur, aileden biri, yada tanıdık bir insan gelmedikçe, eşyanın başından ayrılmazdı.
O yıllarda: kentin yakınlarında bizim, incir, zeytin bahçemiz vardı. Uzun yıllar o bahçede ortakçı olarak çalışmış, yaşamışız. Ben o bahçede iken doğmuşum.Tapulu mülkümüz değildi ama, ortakçılık veya yarıcılık denen bir anlaşmayla, o bahçede ailece çalışırdık. O bahçede; Kayısı, Zerdali, Frenk Elması “Yeni Dünya”, Ayva, Nar, Erik, Şeftali, Ceviz gibi aklınıza ne gelirse, her türlü meyve vardı. Hepsini de biz yetiştirmiştik.Babamın ve ailemizin eseriydi o bahçe.. Bir çeşit yeryüzü cenneti gibiydi. Öyle ki, anlatmakla tarif edemem. Babam derdi ki:
- “ Tam yirmi beş sene o bahçede çalıştık.” Hacı Ziya Beylerin Yemişliği diye tanınırdı. Bu Söke’yi ikiye bölüp ortasından geçen Söke Çayının sol tarafında, Kuşadası yolu kenarında, kuzey batısında, çayın hemen kenarında, çayla sınır olan bir bahçeydi. Karşısında, doğu yakasında da, çayın içinde kireç ocakları vardı. Bahçeye komşuydu onlar da.
Ben, önceki yılları hatırlamıyorum. Bahçeden ayrıldığımızda zaten sekiz yaşında bir çocuktum. Onunla birlikte şimdi Söke kentinin bir mahallesi içinde kalan, “Etap Evleri” denilen yerde de bir daha “ PADEMLİK “ adında aynı beylere ait ikinci bir bahçemiz daha vardı. Orayı da birlikte işletiyorduk. Orada ise ağırlık zeytin ve padem ağaçlarındaydı. Çok güzel padem cinsleri “ Diş pademi, Taş pademi, acı badem vb.” vardı. Rahmetli babamların yeni evlendiği zamanda çalışmaya başlanmış o bahçelerde. Babam ayni şehir evleri gibi, ağaçtan bir ev yapmıştı o bahçeye. Otuz-kırk m2’lik alanın Kuzey ve Batı yönünü, elli santim yükseklikteki “L” harfi şeklinde taş, tuğla ve kireçli harçla duvar örüp yükseltmiş, üstüne de ağaçtan bölmeler yapıp, kargı denilen(kamış) sert kamışla örmüş, duvar şeklinde işlemişti.
“L” şeklinde duvar olan kısma, önü açık salon şekli vermiş, köşelere büyük ağaç kazıklar koyup, odanın taban kısmına da seksen santim yüksekliğinde kısa ayaklar üstüne, odanın tabanına tahtalar çakıp odaları tamamlamış, çatıyı da kargılarla kaplayıp en üstüne yerli, oluklu, eski tip kiremitlerle kaplamıştı. Odanın giriş kapısı, duruş şekline göre güney yönden açılmış, toprakla kapı arasındaki yükseklik ise kırk beş derecelik bir eğimle dört-beş basamaklı, ağaç merdiven yapılmak suretiyle, içeriye girişi sağlamışlardı. Bu ağaçtan bahçe evinin bitişiğinde çok büyük, otuz beş – kırk yaşlarında bir incir ağacı vardı. Yazın ağaçlar yapraklanınca incir ağacının koyu gölgesi, salon gibi olan bölümün üstüne gelir, sıcak yaz geceleri fırıl fırıl eserdi. O püfür püfür esen ağacın altında, koyu gölgesinde, öğlen sıcaklarının o bunaltıcı havasında oturmak, hele uyumak, ne güzel olurdu… Evin kuzey batısına doğru bir ekmek fırını yapmış babam. O fırında da üç – dört tepsi buğday ekmeği, esmer kepekli ekmek pişirirlerdi. O, mis gibi besleyici, kepekli ekmek, fırında pişmeye başlayınca, etrafa öyle güzel bir koku yayılırdı ki, insan aç olmasa bile acıkır, o kızarmış nar gibi mis kokulu ekmekten hemen yemek isterdi.
Bahçede birçok hayvan, maşat beslenirdi o yıllarda. Çok sayıda tavuklarımız da bulunurdu. Ne zaman fırında ekmek pişirilse, pişen ekmekler fırından çıkarılıp fırının yayına biraz soğusun diye bırakılsa, bizim Pamuk hemen bir metre kadar uzağına çöker, oturur, ekmeğe hiçbir evcil hayvanı, tavukları yanaştırmazdı.Tavuklar yanaşmak gagalamak istese de, onları korkutur, koştururdu. Gagaları ile ekmeği tifterek yemeye çalışan tavuklar pamuğun bu hareketlerinden çok korkar, ekmeğin yanında pamuğu görünce yanaşmaya cesaret edemez-lerdi. Pamuğun oturduğu yerden zaman zaman havlaması bile tavukların korkmasına yeterde artardı. Fırından yeni çıkmış, dumanı tüten o taze ekmeğin mis kokusuna karşılık, kendisi de ekmeğe fazla yaklaşmaz, ekmeğin bir metre kadar ötesinde otururdu. Resmen ekmek bekçiliği yapardı. Ev halkından biri ekmeğe yaklaşsa, oturduğu yerde kuyruğunu sağa, sola sallayarak beklerdi. Ekmek alınıp eve getirilince o da, olduğu yerden ayrılır, eğmeği kucaklayan kişinin ardından eve gelirdi.
Öylesine akıllı ve terbiyeli köpekti ki, hangi huyunu, hangi özelliğini anlatayım size..? Önüne bir parça ekmek veya yemek konulduğunda, onları koyan kişi başından ayrılmadıkça o önüne konan yemekleri, yiyecekleri ellemez, yemezdi. Öylece bekler dururdu.
-Hadi Pamuk ye bakalım… deyip başından ayrılınca önüne konanları yemeye başlardı. İşte öylesine içli, akıllı, terbiyeli, iyi yetiştirilmiş, duygulu bir köpekti Pamuk…Duygulu bir köpekti dedim Pamuk’a. Evet, önsezileri olan, çok duygulu, özverileri olan bir köpekti o… Son yaşadığımız olayda, onunla olan son anımızda, bizlere bunu da öğretmişti, anlatmıştı. Şimdi size o son anımızı anlatacağım. Birlikte yaşayıp, değerlendireceğiz.
Bizim aile; Eylül ayında hasat sonu, yağmurlar düşüp, havalar soğuyunca (-ki o zaman okullar da açılmış oluyordu) bahçe evinden, şehirdeki kışlık evimize göçerdik.. Okulların kapanma mevsimi, Mayıs sonu, Haziran aylarında da kentteki evden, bahçedeki eve göçerdik. Yazlarımız hep o güzel bahçede geçerdi. Taa ki, bir dahaki kışa kadar… Bu zaman dilimi üç – dört aylık bir zamanı kapsardı. Babamların sağlığından buyana, o bahçeyi bırakıncaya kadar bu, hep böyle devam edegelmişti. Kış dönemi bahçeden eve göçünce, özellikle çok yağışlı, soğuk günlerde, şehir dışındaki bahçeye pek sık gidip, gelmezdik. Bazen gün aşırı, bazen de iki günde bir gidilir, Pamuk’a yiyecek ve ekmek götürülür, bahçe şöyle bir dolaşılır, olup biten gözlenir, yapılacak mevsimlik işler varsa yapılır, akşam olunca, hava kararırken şehirdeki evimize dönülürdü. Şehre göçüldüğünde Pamuk, bahçe evinde kalırdı. Ara sıra bizimle şehre gelir, kısa bir zaman kalır, tekrar bahçeye dönerdi. Öyle alıştırılmıştı. Onun bekçilik görevi bahçedeydi çünkü…
Şehirdeki evimizin arka kısmında; alçak duvarlarla çevrili, bir bahçemiz vardı. Adına, harım derdik. Harımdan eve girişi sağlayan, tek kişilik küçük bir bahçe kapımız bulunurdu. Tahtadan yapılmış olan bu küçük kapıdan zaman zaman harıma çıkar, orada mevsimlik sebzeler de yetiştirirdik. Harımın duvarı (son zamanlarda yapılan) bir ilkokulun bahçesiyle bitişikti. Cümle kapımız, evin ön tarafındaki çıkmaz sokağa açılırdı. (O sokak, kırk sene öncesi gibi hala çıkmaz sokak. Belediye açtırmadı..) Genelde, oradan eve girer, çıkar işlerdik.
O yıl bozuk mevsiminde(hasat sonu,sonbahar) , okul dönemi kente göçerken Pamuk’un yenice yavruları olmuştu.Birçok yavru doğurmuştu. Değişik renklerde; alacasından düz renklere kadar renkli, tonbiş tonbiş, yumuk yumuk gözleriyle, çok tatlı, sevimli beş – altı kadar minik yavruydu bunlar. Pamuk önceleri, kimseyi yanına yanaştırmıyordu.. Hırlayıp, dudaklarını kıvırarak dişlerini gösteriyor, saldıracakmış gibi yapıp yanaşanları istemiyor, huysuzlanıyor, korkutuyordu.
Çok geçmeden karakış bastırdı.. Yağmurlar aralıksız sürüyordu. Ardından, acı soğuklar başladı. Yağış ve soğuklardan bahçeye, eskisi kadar sık gidip, gelemiyorduk. Bazen, üç – dört gün gidemediğimiz günler oluyordu. Bir gece havalar birden bire çok soğudu. Belki sıcaklık, sıfırın altına düşmüştü. O gece, sabaha karşı evimizin arka kapısı, daha doğrusu harımdaki kapısı hızlı hızlı çalınıyor… Bunları daha sonra biz babamdan öğreniyoruz. Harımın tahta kapısı tırnaklanıyor, sarsılır gibi sesler geliyor.. İlk kezinde babam bu sesleri duyuyor ama, yanlış duyduğunu sanıp, dışarıda uğuldayan fırtınaya da aldanıp yatağından kalkmıyor. Aradan yarım saat geçmeden, ayni kapı, bu sefer daha hızlı, daha sesli bir şekilde çalınıyor… Babam gürültüye yatağından kalkıp, harım kapısını açıyor.Bir bakıyor ki, kapının önünde bizim Pamuk… Babamı gören Pamuk üzerine atlıyor, ağlar, yalvarır gibi sesler çıkarıp, yerlerde yuvarlanıp, acayip gürültülerle bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Tekrar duvardan atlayıp, okul avlusundan uzaklaşırken, babamın yüzüne bakıp duraklayarak ağlar gibi sesler çıkarıp, uzaklaşıyor. Bahçeye doğru uluyup, ağlayarak dönüp gidiyor… Gözden kayboluyor. Baba:
-Bu köpekte bir iş var ama anlayamıyorum. Sabah ola, hayır ola… deyip, eve girerek tekrar yatağına yatıyor.Yine aradan bir süre geçiyor, sabah şafak sökmek üzere iken, tekrar harım kapısı çalınır gibi sesler, gürültüler duyuluyor. Daha önceki aynı sesler, ağlama sesleri yine Pamuk kapıda bekliyor.. Babam yine kalkıp kapıyı açınca, yine pamuğu karşısında görüyor. Bu sefer Pamuk daha yalvarmalı, acılı sesler çıkarıyor. Sanki, insan gibi ağlayıp yalvararak, tekrar bahçeye dönüyor. Babam sabahleyin hazırlanıp gecikmeden, erkenden bahçeye gidiyor. Gidiyor ama; bir de ne görsün, Pamuk yavrularını bahçedeki ağaç evin altına toplamış, arkasına saklamış,göğsü baştanbaşa yarılmış, iç organları dışarı çıkmış, kan revan içinde yatıyormuş..
Babam bu manzara karşısında donup kalıyor ve sabahki kapı çalıp, Pamuğun yalvarmalarının bu tehlikeyi anlatmak için olduğunu anlıyor. Ama, geç kalınmış oluyor. Daha sonra babam, yavrularla birlikte Pamuk’u kentteki evimize getiriyor. Ölecek diye umutsuzca beklemeye başlıyoruz. O geceki olayı babam bizlere şöyle yorumlayıp anlatıyor: “ Pamuk gece yaban domuzlarının saldırısına uğramış. Mozaklı (yavrulu) domuzlar çardak eve saldırınca Pamuk, onlara saldırıp korkutarak önceleri kaçırmış. Çünkü domuz ve köpek ayak izlerinden, çardak evin önünde çok boğuşulduğu, uğraşıldığı anlaşılıyormuş. İlk kavganın ardından kentteki eve gelip haber vermek için harım kapısını çalmış, babama duyuramayınca tekrar tehlikede olan yavrularının yanına dönmüş.. Bahçedeki evin çevresindeki ayak izlerinden, çok kalabalık bir yaban domuzu sürüsü olduğunu babam anlamış.. Geri dönen Pamuk, yavrularını bahçe evinin altına saklayıp domuzların saldırısından korumak istemiş.. Fakat ardından domuzlar tekrar saldırınca, onları tekrar uzaklaştırmış, ikinci kez kentteki eve gelip babama haber vermiş ve geri dönmüş, babam durumu anlayamayınca tekrar son kez olarak kentteki eve gelip, bir daha uyarmış ve yardım istemiş yine gidilmeyince, çaresiz olarak Yaban domuzu sürüsüyle boğuşarak, savaşmış, yavrularını ve bahçe evini korumak istemiş. İşte bu savaşma anında göğsünden ve karnından büyük yara aymıştır.
Sabahleyin babam bahçeye gidince de onu yaralanmış olarak evin altında bulup kentteki evimize getirmiştir.
Ne mucizedir ki; eve getirilen, ölmesi kesin olan Pamuk diliyle yaralarını yalaya yalaya yaralarının iyileşip, kapanmasını sağladı.Sağlığına kavuşacak diye sevinmeye başlamıştık. İlk günlerde, ben de Pamuk’un başında ağlayarak, üzülerek saatlerce okşayıp, nöbetler tutmuş-
tum. İyileşmeye başlayınca çok sevinmiştim. Sanki alamayacağım, çok değerli ve çok pahalı bir hediye, oyuncak, daha da ötesi en yakın dostumu yeniden kazandım diye, seviniyordum.
Ve bir gün, ne olduysa oldu… Pamuk’un kapanan yaraları yeniden açıldı. Tüm çabalara rağmen iyileşemedi. Bir sabah ölüsüyle karşılaşınca ağladım, ağladım.. Çok üzüldüm.Tüm aile üzüldük. Pamuk ölmüştü… Pamuk yoktu. Geri gelmeyecekti. Benimle oynayıp, koşturup, üstüme atlayıp boğuşamayacaktı artık. Bazen, hala bir yerlerden gelecekmiş, ortaya çıkıp, aniden üstüme atlayıverecekmiş gibi onu beklerim.Onu çok özlerim. Biliyorum ki, gelmesi mümkün değil.. Her kaybettiğimiz varlıklar gibi o da, geri gelmeyecekti artık. Biliyorum ama, onu unutamıyorum. Belki de hiç unutmayacağım.
Suat TUTAK
29. 03.1998 – SÖKE
Suat TutakKayıt Tarihi : 29.10.2007 23:15:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!