ÖZLÜ SÖZ; DÜZELT ŞİİR; ŞİİR İNCELİĞİ; LAle

Feride Bektaş
222

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

ÖZLÜ SÖZ; DÜZELT ŞİİR; ŞİİR İNCELİĞİ; LAle

ÖZLÜ SÖZLER
1-Yokluk başka darlık başka.
Darlık; El kiridir zamanla akar gider.
Fakat yok’un çaresi yok…./Sultan Bektaş annem.

2-Tahtadan saca gidecek hal mi var bende? /Cennet Uludağ.
3-En kolay iş yemek yemek.Onu da çiğnemeden yutamazsın/Sultan Bektaş annem.

4-Kuşun dahi kendince taşıyamayacağı yükü vardır.Anonim /Adıyaman
5-Çerçide ne varsa onu satar.Anonim/Adıyaman
6-Alem unutur,kalem unutmaz.Anonim.
7-Yola koyulan “ya kısmet” demiş /Anonim.
8-Atın üstünde ki gelin kim bilir kimin kısmeti /Anonim.
9-Her kuşun eti yenmez.
10-Dünya dediğin bir denizdir.İçinde; Yılan da var,çıyan da var balık da.Annem.
11-Her deliğe elini sokma.Keklik yakalayım derken,yılan sokar.Annem.
12-Arı kovanına çomak sokma…/Anonim.
13-Her şeye “bana ne”deme.”O bana ne” gün gelir yılan olur,boynuna dolanır./Feride BEktaş
14-Dostun dosta vefasını düşmanlar da duymalı/Feride BEKTAŞ.
15-Gözüm yaşı yüzüm yudu./Cennet Uludağ.
16-Kefenin cebi yok /Anonim
17-El(YADEL) dediğin de dudak birbirinden uzaklaşır.Ciğerim (yakınım) dediğinde,
dudak birbirine yaklaşır.Sultan Bektaş-Annem.
18-Yuva yıkanın yuvası olmaz/Anonim.
19- Kız evladın ön eteği arka eteğine düşmandır.Ali Gülmez/Dedem.
20-Anasına bak kızını al,kenarına bak bezini al./Anonim.
21-Otu çek,köküne bak.Anonim.
22-Göz yaşım kirpiğim de iplik eğirdi.Feride BEKTAŞ.
23-

1-ŞİİR NASIL YAZILIR?

Bir şiirde doğrudan algılanabilecek bir eylemlilik olarak konu ve toplumsal yaşantının sürtüşmesinden çıkarsanacak etik, felsefi ve siyasi içerikteki insan ilişkilenmelerinin tinsel, düşünsel çatışması olan tema, kolayca kavranabilir. Bu sağlandıktan sonra; bunun nasıl, sözcüklere, bağdaştırmalara dönüştürüldüğü; biçim ve biçeme sokulduğu, giderek bir yapıya nasıl ulaşıldığı kolayca öğrenilebilir. Elbette, bunların gerçekleşmesi özgün bir şiir yazmak için yeterli değil. Bu öğrenilenler uygulandığında, çözümlenen şiirin, ancak aynısı yazılabilir. Çünkü, sadece o şiirin içerdiği ve ürettiği bilgi kullanılacaktır. Gerçek odur ki, her şiir biriciktir ve sadece bir kez yazılabilir. İyimse bir yaklaşımla, zor olmasına karşın, bir şiirin nasıl yazıldığının çözümlenip uygulanabileceğini söylemiş oldum. Ama bugün, bunun da yapılmadığını, şiire yönelik böylesi bir içtenliğin bile yaşama geçirilmediğini belirlemek gerekiyor. Görünen o ki, bunun anlaşılmayışı, her gün biraz daha niteliklerinden ödün verilen bir şiirin yazılmasına neden oluyor. Bu, diğer şiir kılgılarını (pratiklerini) kavrayamamaktan başka bir şey değil. Bunu becerememek, ister istemez, kişinin kendi şiir kılgısını kavrayamamasına dönüşüyor. Bu da, ortalığın, kopyalanmış çirkin şiirlerle dolmasına neden oluyor. Bir başka açıdan bakıldığında, sağlam şiir örneklerini inceleyip onlardan edinilen şiir bilgisine kendininkileri de katıp şiir yazanların birkaçı geçmediği görülecektir. Bu yüzeyselleşmeye, dergilerde yayımlanan şiirlerin üstünkörü okunup onlardan beslenilmesi neden oluyor belki de. Bugün ortaklaşa bir şiir yazılıyorsa, özgünlükten alabildiğine uzaksa şiir, nedeni bu olsa gerek. Yayımlanan onca şiirde, şairinden çok ‘başka şairlerin emeklerini bulursunuz’. Bireysel (özgü) olması gereken ‘şiir deneyi iç içe oluyor ve birbirinin ipuçlarını taşıyor.’ Rahatça denebilir ki, şairlerin çoğunun kendilerine özgü şiir deneyimi ve birikimi yok. “Bir şiir mi, o şiirin deneyi aynı şairin deneyi olduğu kadar, başka bir şairin, bir önceki deneyi de olmuştur.” (Osman Mazlum) Sorun da burada başlıyor zaten. Bu kitap öncelikle yazılagelen şiirin içerdiği bilginin edinilmesi gerektiğini; şiir dili bilincinden yoksun şairlerin (?) şiirlerinden yola çıkarak örneksemeyle yazılan metinlerin şiir olamayacağını, olmadığını savlıyor.
Öte yandan, söz ve anlam sanatları bakımından şairlerin çoğunun bilgi yoksunu olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Şiirleri incelediğinde sözcüklerin buluşturulmasını, oluşturulan bağdaştırmaların, kendi için (şiir için) değil, kendiliğinden oluştuğu görülecektir. Şiir bilgisinden, bilincinden yoksunluk, ister istemez, şiir diye sözcük yığınlarının oluşturulmasını getiriyor. Bu da, ritmi, yapısı, biçemi düşünülmüş bir şiirin yazılması olamıyor. Şairin yazarken dilsel incelikleri düşünemeyeceğini söyleyenler çıkacaktır. Bu sav, yazma süreci için doğrudur. Ama o süreç tamamlandığında, şiirin dışındadır şair. Bir nesneye bakar gibi, eleştirel bir yaklaşımla şiirini değerlendirebilir. Onun içerdiği şiir bilgisini ve onda yeni olanı araştırabilir. Ancak bunların varlığı sağlanmışsa, o metne şiir deme hakkı doğar. Bütün bunlar, öğrenilen ve uygulanabilen şiir bilgileridir. Şair bunları bilmek ve uygulamak; bunun sonrasında da kendi farkını üretmek zorundadır. Bu bağlamda, Behçet Necatigil’in bütün şiirleri bir görgü oluşturabilecek şiirlerdir. Denilebilir ki; Necatigil, her şiirini, inceden inceye hesap ettiği söz ve anlam sanatları üzerine kurmuştur. Bugün, bu inceliklerin fark edilmemesi; yazılan şiirlerin geleneği içerip dönüştürememesine neden oluyor. Bu çalışma, şiirin böylesi açmazlarını gidermeye yönelik bir uyarı niteliği de taşıyor elbette. Bu uyarı sadece şairlere yönelik değil; okuyucuyu da içine alıyor. Çünkü, okuyucunun bir şiirle eksiksiz buluşması; bu birikimi edinmesine bağlı. Yoksa şiiri ileriye iteceği yerde, durmadan geri çekecektir. Şiire ilişkin temel terimlerin bilinçsizce kullanılması; aslında, olumsuzlukları yeterince açıklamaktadır. İmge deniliyor, metaphore (eğretileme) deniliyor, konuşmalar ve yazılar bunlarla süsleniyor; ama irdelendiğinde alabildiğine bir kofluk beliriyor söylenenlerde ve yazılan şiirlerde. Bu aranış, sınırlı da olsa, onca eksikliği de gidermeyi amaçlıyor. Söz ve anlam sanatlarından mitlere kadar uzanarak imge oluşturmanın, şiire ulaşmanın olanaklarını araştırıyor. Dilin yaratıcı gücünün nasıl eyleme geçirileceğini bulmaya çalışıyor. Bir iç tartışmanın yedeğinde, yüzlerin şiire dönmesi sağlansın istiyor. Günümüzde yazılan şiirin sorgulanması için verili olana bir itiraza dönüşüyor. Şiir için, şiirden yana olmanın gerekirliliği konuyor ortaya.
Bu çalışma, şairlere bir uyarı elbette. Şiirin incelikleri ile buluşmak isteyen okuyucu içinse, bir anahtar niteliği taşıyor.
Montaigne “Şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kurallarını aşar. Onun güzelliğini tam ve sağlam olarak görenler, bir şimşeğin ihtişamına benzer bir parıltı görmekle kalırlar. Büyük şiir, muhakememizi tatmin etmez, allak bullak eder” diyor. Bu sözlerde imlenen o büyük şiire ulaşmanın biricik koşulu, öncelikle birikegelen şiir bilgisini özümlemek ve dönüştürmek olsa gerek. Şiir bu anlamda eylemli olacak öznelerini bekliyor. Bütün gelecek zamanlarda var olması ve insanı aşkınlaştırması buna bağlı.

• ŞİİR YAZMANIN İNCELİKLERİ
• 1- Yazmaya ne zaman başlayacağını bilmek,

2- Yazmaya nasıl başlamalısınız?

3- Motivasyonu korumak

4- Romanınızın basılıp yayınlanması

5- Romanınızın tanıtılması

Roman Yazmaya Ne Zaman Başlayacağınızı Bilmek

Herkesin içinde bir roman olduğu söylenir. Söylenenle kıyaslarsak çok az kişi roman yazma sürecine girer. Aslında, insanların bir çoğu ya roman yazmayı düşünüyor, ya roman yazıyor ya da roman yazmayı hayal ediyor. Bundan dolayı eğer yazmak için güzel bir fikriniz varsa yabana atmayın, hayallerinizi raflarda görebilme olasılığınız var. İşte size nasıl başlayacağınıza ve sürdürebileceğinize dair öğütler…

Roman Yazmaya Hazır Olduğumuzu Nasıl Biliriz?

Roman yazmak en zor işlerden biri olmasına karşın ödülünü de fazlasıyla alacaksınız. Sizi fazlasıyla memnun edecektir. Çoğu Roman yazımını, Maraton koşuculuğu, hamilelik ve doğumla karşılaştırır (yolculık güçtür ama sonucu değerlidir) . Aslında, roman yazmanın formülü, bir parça yetenek, bir parça fikir ve iki parça sürekliliktir.

Çoğumuz %100 roman yazmaya hazır olmamamıza karşın ilk cümleyi yazmadan önce düşünmemiz gereken şeyler vardır. İlk önce düşüncelerinizin hayata geçirilmesi için güçlü bir arzuya sahip olmalısınız. Geleceğin büyük yazarı olarak şöyle demelisiniz: “ ‘yapabilirim’ bir şey ifade etmez. ‘istiyorum’ bir şey ifade eder. Daha fazlası için ‘yapmalıyım’.

İkinci olarak, yazma eyleminden zevk almalısınız. Ecet, yazmak zor olabilir, geciktirebilirsiniz ama bir gün bilgisayarınızın başına oturur ve yazmaya başlarsınız. Zevkli olmalı. Ne kadar büyük bir fikre sahip olduğunuzun ya da kitabınızı bir kitapçı vitrininde görme arzunuzun ne kadar güçlü olduğu önemli değildir. Eğer yazmayı sevmiyorsanız, bir roman asla gerçekleşemeyecek. Yazmak, zaman gerektiren bir iştir, hoşlanmadığınız bir şeyi yaparak neden kendinizi yoracaksınız?

“Eğer yazı yazmayı sıkıcı rutin bir iş olarak görüyorsanız, o zaman roman yazmak size göre değildir. İlk ve son olarak yazı yazma eylemini sevmeniz gerekir. Hatta forumda bile insanları etkilemek ve değişik yollarda düşündürmek için bir konu üzerine yazarken yazmayı sevmeniz gerekir. İşte böyle yazı yazma yeteneğine sahip olabilirim.”

Üçüncü olarak, okumayı sevmelisiniz. Okumak iyi bir yazar olmanın anahtarıdır. Diğer yazarları okuyarak, neyin etkileyici neyin işe yaramaz olduğunu anlamaya başlarsınız. Hikayelerin nasıl bir araya getirildiğini, karakterlerin nasıl oluşturulduğunu, mekanların nasıl tasvir edildiğini görürsünüz. Yeni kelimeler ve kendinizi ifade etme şekilleri öğreneceksiniz. Okumayan bir yazar müzik dinlemeyen müzisyene benzer.

Dördüncü olarak, sevdiklerinizden destek almalısınız. Yazı yazmak onlardan zamanınızı çalacak ve destek olmazlarsa, sizin yazıl yazmanız onları kızdıracak. Bunu ailenizle konuşun. Ve eğer bir eşseniz, bunu yapmak istediğinizi ve önemli olduğunu söyleyin. Yazdıklarınızı okuyan gönüllüler olabilirler. Onları da bu işe dahil edebilirsiniz böylece.

Son olarak, kitabınızı hayata geçirmeye ayırcağınız zamanı planlamalısınız. İdeal olanı, şaheserinizi ortaya çıkarmak için her gün bir saatinizi ayırmalısınız, ancak gerçek hayat yazı yazmanızı kötü etkileyip bunu imkansızlaştırabilir.

Bir roman yazmaya nasıl başlamalı

Tamam, böylece siz yazı yazma reçetesine sahipsiniz ve başlamaya hazırsınız. Nereden başlamalı? Bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Bazı yazarlar küçük bir fikirle, romanı kafalarında tamamen tasarlayarak başlarlar. Başka değişik yollar da vardır, sizin için en iyi olabilecek.

Romanınızın Bir Taslağını Yapın

Kitap yazan çoğu kişi, ve başarılı yazarlar yazma sürecine girmeden önce kitaplarının bir taslağını yaparlar. Bu taslak onlara ilk kelimeyi yazmadan önce hikayeyi meydana çıkarmalarını, karakterlerini geliştirmelerini, hikayelerinin işe yarayıp yaramayacağını öğrenmelerini sağlar. Taslağın avantajı, zaman alan bir işe girişmeden önce hikayenizi kurmanıza yardımcı olur. Yazı yazmaya başlamadan önce problemler fark edilip kolayca düzeltilebilir. Taslak bit karakter eklemek, tansiyonu yükseltmek ya da karakteri daha inandırıcı yapmak için kolayca değiştirilebilir.

Taslaklar yararlı olmasına karşın, süreç olmasına izin vermeyin. Bir taslağa ne kadar baktığınızın önemi yoktur, yazı yazmaya başlamadan önce bir problemle karşılaşmayabilirsiniz ya da karakterleri çok iyi tanıyamazsınız.

Bazı yazarlar karışık bir yaklaşım tercih ederler. Karakterleri hissetmek için bir iki bölüm yazdıktan sonra taslak oluştururlar ve daha sonra yazmaya devam ederler.

En sonunda, taslak yaparak ya da yapmayarak yazma sürecine başlamaya karar vermek size bağlıdır. Stephen King taslaklardan uzak durur ve hikaye planıyla karakterlerin doğal olarak gelişmesine izin verir. Bu metot sizin işinize yarar mı? Kim bilir, yazmaya başlayarak bunu keşfedeceksiniz.

En önemli şey yazı yazmaya başladığınız andır. Taslak ise bir araçtır, eğer işe yararsa kullanırsınız yoksa kullanmazsınız.

Roman yazmak İçin Motive Olmak Gerekir

Bir kere roman yazmaya başladınız mı, yaptığınız işe odaklanmanız ve kararlılığınız anahtardır. Roman yazımındaki zamanın uzunluğu, yazı tarzınıza ve kendinizi adadığınız süreye bağlıdır. Bazı yazarlar üç ayda bazıları ise üç yıldqan daha uzun bir sürede bitirebilirler romanlarını.

Motivasyonunuzu korumanın bir yolu da, yazma sürecinde diğer yazarların size yol gösterici desteğini almaktır. Onlar size yazım sırasında tıkandığınız zaman yardım edebilirler. Yörenizdeki bir yazar grubuna katılın. Ya da insanlarla bir araya gelme imkanınız yoksa internetteki yazar gruplarına katılabilirsiniz.

Türkçe sevdalısı gençlere Türk dili öğrenmenin güzel; ama aynı zamanda zor olduğunu söyleyen Dağlarca, bu dili öğrenmek için önce edebiyatını derinden incelemek gerektiğini üstüne basa basa vurguladı. Türk edebiyatının sadece Cumhuriyet’ten sonra yazılanlarla sınırlı kalmadığını belirten Dağlarca, gençlerden divan edebiyatının odalarına girmelerini istedi. Türkçeyi, grameri mükemmel bir dil olarak nitelendiren usta şair, bu kurallara uymanın insanı yazıda, şiirde ve bilimde sesli kılacağını ifade etti. “Ben her şiirimi yazdığımda Türkçeyle ilgili bir adım daha atmış oluyorum” diyerek mükemmel Türkçe bilen birinin eğitiminin yarısını elde etmiş olacağını vurguladı.

• Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk edebiyatına meraklı gençlere şiir yazmanın inceliklerini de sıraladı. “Şiir yazmak o dilin içinden altın çıkarmaya benzer” diyen Dağlarca, genç şairlerin Türklerin tarihsel gelişimini bilmediği ve şiiri yaşamadıkları için iyi yazamadıklarından yakındı. Dağlarca, bir insanın şiir yazarken kendi mezarı üstüne kitabe yazma hissini duyması ve kendinden sonra o sözcüklerle yaşayacağını umması gerektiğine dikkat çekti. “Karşılığında bir yaşam verilmemiş her bir çaba değersizdir” diyen şair, gençlere şiir veya düz yazı yazmak için tüm hayatlarını bu işe vermeleri gerektiğini öğütledi.

• Türkçe meraklısı gençlerin ‘Hangi şairleri okumamızı tavsiye edersiniz’ sorusuna dev çınar, Ahmet Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı Tarancı’yı örnek gösterdi. Bu iki şairin Türkçenin dibini kazdığını anlatan şair ‘Cahit Sıtkı akşama kadar 5 satır şiir yazardı ve şiire bir kelime eklemek için saatlerce düşünürdü” yorumu yaptı. Cumhuriyetten bu yana büyük yazar sayısının 10 kişiyi geçmediğine, ancak kayıtlarda 10 bin kişi bulunduğuna değindi. Günümüz gençlerinin kendilerini gerçek şair Falih Rıfkı Atay’dan daha üstün saydıklarından da yakındı.



• Gençlerin Dağlarca’ya ilk sorusu ise Atatürk oldu. “Atatürk’ü hiç gördünüz mü, O nasıl biriydi? ” sorusunu Dağlarca, “Atatürk’ü görmek bir okuldur. Onu sevmek vatanı, bayrağı, tarihi ve insanı sevmektir” diyerek cevapladı.

• Dünyanın farklı ülkelerinden gelen gençlerle hatıralarını da paylaşan şair annesinin çok güzel tahrirler ve mektuplar yazdığını, sabahlara kadar uyumayıp annesiyle konuştuğunu büyük tebessümle anlattı. Dağlarca ayrıca “Anne ve babam ben küçükken yaramazlık yaptığımda Arapça konuşurdu ve ben o zaman anladım ki dil dehşet bir şey” diyerek dil öğrenmenin önemine dikkat çekti.

• Türk milletinin ilk oturduğu yerden 4-5 kıta ötelere gittiğine ve her yere kendi kültürünü götürdüğüne değinen usta şair, sohbetini “Türkçe bir tılsımdır. Bu gençler şimdi ortada fikir localarıdır ve beslenecek gıda konusunda bize görev düşüyor. Biz de çalışıp çabalayacağız ve düşlerin boşa gitmediği göstereceğiz” sözleriyle sona erdirdi.

• Alevi Bektasi Edebiyatinda nefes, deyis, siir, türkü sözü nasil yazilir, teknik incelikler nelerdir?


• Yazilacak olan eserin dörtlükler halinde yazilmasi gerekir.Birinci dörtlük giris bölümünü olusturur.sonraki gelen dörtlükler aciklama ve izahin sekilendirilmesi en son dörtlük ise sonucla birlikte vurgu’dan olusmalidir. Ayni zamanda da son dörtlükle, birinci dörtlükte ne anlatılmak isteniliyorsa o konu hakkında izahi çağrıştırır şekilde kişinin kendi mahlas ismi ile noktalandırılması seklinde olmalıdır.
• Ayak, uyak, kafiye, mısra, hece sayısı, tasavvuf, hece ölçüşü, giriş, gelişme,vurgu nasıl yazılır. Nerelerde ne kullanılır, iyi bilinmesi gerekmektedir. Aksi taktirde bu güzel değerlerimiz de asimilasyoncuların elinde oyuncak olacaktır.

• Gün gecmiyor ki herhangi bir Internet sitesinde Alevilikle ilgili bir şiir gözümüze takılmasın
• Bunların içerisinde çok güzel yazılmış olanları da var.İste bu bizim edebiyatımız.Bunun yasaması gerekiyor.Kuşaktan kuşağa bu böyle ulaştı. Böyle de gelecek kuşaklara ulaştırılmalıdır.

• Peki benim rahatsızlık hissettiğim konu ne? Konu su, ASIMILASYON mantığı her alanda olduğu gibi burada da karşımıza çıkıyor.

• Alevi Bektaşi Edebiyatı kullanılarak sinsice Aleviliğin asimilasyon mantığı ile katledilişini gözlemliyoruz.

• Son dönemlerde kendisinin dede veya seyit olduğunu savunan insanlar türedi. Orda burada şiirler yazmaya başladı. Ve içerik olarak hiç bir edebi anlamı olmayan sırf kendi görüşleri veya göstermek istediği Alevilik doğrultusunda kendisini zorlayarak bastan sona hatalarla dolu olan yazın türleri sergilenmeye başlandı.

• Bunu bilmeyerek yazanlara söylenecek hiç bir şey yok.Çünkü amatörce yazılmaktadır. Ve Aleviliğe olan sevgisinden kaynaklanmaktadır.Bu da zaten yazının anlamı ve ifade etmeye çalıştığı konu itibari ile asil amacının asimilasyon değil de duygularının dışa vurusu ile orantılı bir yazın olduğu anlaşılmaktadır.

• Ama asil tehlikeli olarak gözükenler, kendilerini evladı resul soyundan göstererek kasıtlı bir şekilde Aleviliği şekillendirmeye çalışan misyonerlerdir.Onların amaçlarida zaten yazdiklarindan kendisini göstermektedir.Cünkü evladi resul ayaklari ile alevilerinin kanina girmeye calisan bu sahislar tam bir gaflet icindedirler.Yazdiklari siirler cok gülünctür.

• Bu sahsiyetlere artik dur denilmelidir.Alevilik öyle ucuz bir inanc degildir.

• Kilimi nakis nakis islemek gibi, madene mineyi motif motif sirlamak gibi, her sanat alanin da oldugu gibi bunu siir gelenegine de tasimis olanlarin inancidir.Bütün bu parcalar toplanip yanyana yapistirilinca karsimiza cikan tablonun seyrine doyum olmayan bir güzellikte oldugunu fark ediyoruz.Zaten aleviligi anlayabilmenin yoluda buradan geciyor.Sadece o tablonun bezini veya cercevesini yada boyasinin bir kac rengini ele alarak havaya kaldirmak ve iste alevilik budur diyebilmek eksik kaliyor.
• Bütün bu elde olan parcalarin, cem’deki ritüellerin, sanat ürünlerinin, sazinin, sözünün, semahinin, mitolojik hikayelerinin bir arada bir bütün olarak görebilmekten geciyor aleviligin tanimi ve ögretisi, bir tarafini eksik birakirsak, tablo eksik kaliyor.


• Bu müthis sanat eserini yasamin her metre karesine tasiyarak olusturanlar, bazilarinin bir seylere benzetemedigi gibi hic de basit degiller.

• Iste bu anlamda; Alevi Bektasi Edebiyatinin basli basina bir güzellik oldugunu ve bu güzelliklerin inadina bütün yasaklara ragmen dag köylerinden, karda kista birbirlerine aktarilarak bugünkü dünya’nin her kösesine kadar, oturma odalarimiza kadar gelen bir sürecin bin bir zorluklarla zulüm görerek ulastirildigini ve nasil yazildigini da iyi bilmek gerekiyor.Anadolu’da besyüzyil yasak gören bu ugras kolay kolay bugünlere gelmedi.
• Bu yazin kurallarinin nasil olmasi gerektigi iyi biliniyorsa, önümüze konulan eserin dogru veya yanlis oldugunun gercegi kendiliginden yorumsuz olarak ortaya cikiyor. Siiri yazan kisi bu kurallari bilmiyorsa yazdigi eser cirkin bir sekilde siritiyor.Ayni zamanda da sarrafin sattigi malin sahte oldugu ortaya cikiyor. Yani ak ile kara anlasiliyor. Kimin hal ehli oldugu kimin asimilasyoncu oldugu kendisini gösteriyor.


• Simdi, Asik Daimi’nin bir siir’ini inceleyelim.

• (Pekala)

• Yolu çikmaz bir menzile kervani (Kafiye)
• Gezdirmekten gezdirmemek pekala (Kafiyeli Ayak
• Bir namert baginda gülü reyhani (Kafiye)
• Bitirmekten bitirmemek pekala (Kafiyeli Ayak)

• Ben hakki aramam Çin’de Maçin’de
• Gevher vardir asiklarin göçünde
• Varip namert ile bir cem içinde
• Oturmaktan oturmamak pekala

• Bakmaz misin Daimi’nin virdine
• Derman olmaz asiklarin derdine
• Çekip de namerdi hakkin yurduna
• Getirmekten getirmemek pekala


• Kafiye sesiz harf uyumu demektir.Türkcedeki sesli harfler sekiz tanedir.(A,E,I,i,O,Ö,U,Ü) bunlarin disindakilerin hepsi sessizdir.Kafiye kelimenin kökünde cekimlenmemis seklinde yakalanmalidir.Eger sadece ekinde sessiz harf yakalanirsa kafiye olmaz redif olur. Buda eseri fakirlestirir.Birde zengin kafiye ve yarim kafiye vardir.Misralar arasindaki uyumu saglayan kelimelerde birden fazla sessiz harf yakalanirsa zengin bir tane sessiz yakalanirsa yarim kafiye demektir. Birde en önemli kural siirdeki ayak’tir. Siirde ayak yoksa, hic bir anlam ifade etmez. Sifir edebi degeri vardir.Ayak birinci dörtlügün,ikinci misrasinda herhangi bir kelime ile verilir yada misranin basindan itibaren verilebilir basindan itibaren verilen ayak en zor olanidir.dördüncü misrasinda ve sonraki gelen dörtlüklerinde hep dördüncü misralarinda verilir.Birbirleriyle kafiyeli olmalidir.Sonraki gelen dörtlüklerinde birinci,ikinci,ücüncü,misralarinda, kafiyelerle birbirlerine uyum saglanmasi gerekmektedir.Hece sayisi 8 ise bütün siir 8 heceden 11 hece ise bütün siir 11 heceden sonuna kadar devam etmelidir.Bir misrada 10 digerinde, 12, ötekinde 13 olmamalidir.
• İmzam:
• Bilgi yaşam sevgi
• Devr-i’dir alemin seyri.
• Döner hep başımızda
• Kutsal bir döngü.
• İlk önce şunu bilmek lazım; şiir mefhûmunun her gönülde farklı bir yere, manaya ve tarife sahip olması şiirin doğasından kaynaklanır; çünkü şiir, bir bilim dalı değil, sanat dalıdır.


• Herkesin estetiği, zevki ve kabulü birbirini tutmaz. Şiirin tezahüründe rol oynayan en önemli faktör duygudur. Ne karşısında duygulanırsak duygulanalım, işte bu şiirin başlangıç halidir; adına da ilham denir. Kanaatimce ilhamın şiirle yüzde olarak ilgisi ancak yüzde ondur; ilham sadece şiire başlamamıza yardımcı olur. Şiirin başlangıç haliyle bitişi arasındaki yüzde doksanlık kısım ise düzeltmelerle, arayışlarla ve sabırla şiirin tekamül edeceği ya da demleneceği andır ki, şiiri şiir yapan da budur. İlhamdan sonra şiirin bitiş aşamasını belirleyen, şairin bilgi, birikim ve kültürüyle beraber şiire bakış açısıdır.


• Şiir, kelimelerle oynanan bir ses oyunudur. Peki, kulağımıza ses olarak güzel gelen mısralardaki ses güzelliğini sağlayan nedir? Bunu, şu iki mısradaki ses güzelliğini açıklayarak anlatayım:


• ? Bir büyük boşlukta bozuldu büyü? (C. Sıtkı Tarancı)


• ? Bilinmeyen gemilerden biriyle gel be güzel? (M. N. Parmaksız)


• Birinci mısrada, her kelimenin ilk harfinin? b? ile başlaması ve? u? ile? ü? seslerinin mısra içersinde çokça kullanımı, şiiri ses olarak desteklemiştir. İkinci mısrada ise, ilk kelimenin? b? ile sonraki kelimenin? g? ile başlaması ve bu düzenin diğer kelimelerde de devamı ile mısra içindeki bütün ünlü seslerin ince seslilerden kurulması bir ses güzelliği oluşturmuştur. Şimdi soruyorum size, bunlar tesadüfen mi yoksa bilinçli bir gayret ve azmin neticesinde ortaya çıkan mısralardır? Ben söyleyeyim: Muvaffakiyeti tesadüflere bağlayanlar her zaman kaybetmeye mahkumdurlar.


• Şiiri zor bir sanat dalı olarak kabul etmeyenlerin ve şiiri ciddi bir iş olarak görmeyenlerin yazdıkları, uyuyan bir insanın sayıklamalarına benzer. Aslolan, yapılan iş ne olursa olsun, ortaya konulanın bilinçli olarak üretilmesidir. Şiirde önemli olan söylenen değil, söylenenin nasıl söylendiğidir. Yazmayı ve konuşmayı bilen herkes isterse şiir yazabilir ya da kendi çapında bir şeyler söyleyebilir; ama yazdıkları gerçekten şiir olur mu? Söylenilenin bir formu, bir derinliği ve etkileyiciliği yoksa ona şiir denmez. Çağımızda sanat adına çıkan dergilere baktığımız zaman, şiiri bir deşarj olma hali sayan insanlarla; aslında şiir yazmaya çalışan ama bilgi ve kültür eksikliğinden dolayı, şiiri düzyazıya yaklaştıran insanları dergi sayfalarında görmemiz, şiire gönül bağlayan insanların şiiri ne kadar anladığının göstergesidir. Şiirde aslolan sanattır; didaktik tarzda oluşturulacak şiirlerde bile bu kural değişmez.


• ? Söz az ve öz gerektirir vesselâm? diyen Mevlâna, haklıdır. Şiiri meydana getiren en küçük birim mısradır; ama küçüklüğüne bakmayın, iyi bir şairin elinde bir mısra hem ses hem de mana itibariyle içine bir dünya sığdırılacak büyüklüğe erişebilir. Şiirde söylenilenler ile şekil arasında bir uygunluk olması lazımdır. Şair, şiirinde kullanacağı şekli seçme serbestliğine sahip olsa da, gerçekten şair olanlar hangi formun hangi şiirde daha güzel bir estetik meydana getireceğini bilenlerdir. Beyitlerle yazılması gereken bir şiiri, dörtlüklerle yazarsak ya da serbest tarzda kurulması gereken bir şiiri tutarda aruzla yazarsak hem söyleyeceklerimizin büyüsü bozulur, hem de mana yönünden şiiri zayıflatmış oluruz. Şiirde kullanacağımız şeklin doğruluğunu sezebilmek için, şiirin doğasını, değişik şiir örneklerini okuyarak öğrenmeli, her devirde okunan şiirlerin nasıl kurulduğu üzerinde düşünmeli ve ilhamla yakaladığımız şiir üzerinde mutlaka çalışmalı; ses oyunlarını şiirde manayı bozmayacak düzeyde kullanmalı, kafiye ve söylemdeki orjinalliğimizi şair olmak için gerekli olan, geniş bir kültürle desteklemeliyiz.


• Bülbülün sesi güzeldir fakat bu sesi birkaç saniyeliğine değil de, devamlı olarak uzun bir süre duyarsak, bu ses, bütün güzelliğini kaybeder; insana da zamanla bıkkınlık verir. Dilin bütün incelikleri ile tanınması şair için en elzem olandır. Dilini tanımayan ve kelime hazinesi düşük olan şairler, gelenek içersinde tekrara düşerler. İyi bir şair, şiirin ne için yazılacağını, hangi metodlarla ve düzenle, hangi ritimle, hangi kafiyelerle ve hangi uzunlukta olacağını iyi hesap edebilendir.


• İnsan olarak dünyada dikkatimizi çeken öğelerin başında tabiat gelir. Aslında sanatkâr bir anlamda tabiatın taklitçisi gibidir. Doğayı hem ses hem de objeleri ile taklit ederiz. Müşahade yeteneği olmadan şair doğayı çözemez ve onu kullanamaz. Şiirde ilhama yol açan ve kullanılan sadece doğa değildir. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve hissettiklerimiz de şiire katkı sağlar; ama yazdıklarımızı şiir haline sokan, bunları anlatırken kullandığımız teknikler, kelimeler arasında oluşturduğumuz oyunlar ve edebi dile hakimiyetimizdir.


• Şiirdeki öğeleri önem durumuna göre sıralarsak, ilk sırayı? ses? , ikinci sırayı? mana? alır. İkisinin uygun bir form içinde bir araya gelişi şiirde, güzel nağmeler ve derin bir anlam oluşmasını sağlar. Manası güzel olan bir şiirin sesi de güzel olmalıdır. Yalnız, bu sesin varolan ses oyunlarından hangisiyle yakalanacağı veya hangi kelimeler yan yana gelirse, hem ses hem de mana olarak oluşan güzelliğin, insanın hem zeka, hem de ruhuna nasıl hitap edeceğinin bilinen bir kuralı yoktur. İşte bunu bulanlar,dilimizden şiirlerini düşürmediğimiz ve hafızamızda yer etmiş gerçek şairlerdir. Teknikleri bilmeden, kültürümüzü hem evrensel hem de milli boyutta geliştirmeden, gerçek şiiri bulmamız tatlı bir hülyadan başka bir şey değildir.


• Şiiri, kelimelerden mürekkep bir ses oyunu haline koyan güç onun musiki ile benzerliğinden kaynaklanır. Müzikte nota neyse, şiirde de hece odur. Hecelerin belli bir düzen içinde tekrarı, musikideki melodiye tekabül eder. Fakat şiir, sadece duyulmak için vucûd bulmaz; çünkü mana şiirdeki olmazsa olmazlardan birisidir. Yalnız, şiirde mana sadece şairin anlatmak istediği değildir. Şair, şiiri belli bir olay, belli bir felsefi düşünce ya da etkilenme ile yazmış olsa da, o şiiri okuyan kadar yeni mana ve şiir vardır. Şiir okuyucu ile buluştuğu andan itibaren ses olarak değil ama olarak okuyucu tarafından yeniden yazılır. Nice şiirler bilirim ki, hikayesini öğrendiğim hatta şairini tanıdığım zaman, şiir ve şair hakkında düşündüklerim yıkıma uğramıştır.


• Şiirin ortaya çıkışı bir vecd hâlidir. Bu hâlin belli bir zamanı-özellikle gece- belli bir saati yoktur. Yaşadıklarımızın, hissettiklerimizin, hafızamızda biriken görüntü ya da şekillerin, bilinçaltından ya da gönülden dışa vurumu, kişinin psikolojisiyle ilgili olduğu kadar, bir sara nöbeti gibi ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan bir haldir. A.Haşim`in şiirlerini güneşin batışına yakın saatlerde ve hep bir su kenarında yazdığı görüşü tamamiyle olmasa da bir safsatadır. Acaba Haşim şiir yazmak için hep güneşin batış anını mı beklemiştir? Bu anı yakalasa bile, su kenarında olmadığı anlar da şiir yazmamış mıdır? Hayır, asıl mesele, her şairi çeken bir ortamın oluşu ve şiirin tamamiyle ilhamdan oluşmadığı ile bağlantılıdır. Gerçi bu görüş şairden şaire değişse de, mesele şiirin uzun bir çalışma sonucunda hatta teşbihte hata olmaz, bir kadının doğum anında çektiği acıyla eş değer bir zorlukla ortaya çıkmasında yatar. Akşam saatinde şiire başlayan Haşim, acaba şiirini ne zaman bitirmiştir.


• Şiirde anlatılanların bizi kendine çekmesi manadan daha çok ses güzelliği ile açıklanabilir. Kafiye sistemi, bu ses güzelliğini sağlayan öğelerden sadece biridir. Tatlı içinde şekerin önemi neyse, şiirde de ses güzelliğini sağlayan ses unsurları (Asonans,Aliterasyon, Redif, Mısra tekrarı...vs.) aynı öneme haizdir. Şairler, şiirlerinde kullanacakları formu kendileri belirler; ancak şiirde formu seçebilmek için, Türk şiirinde varolan tüm formları(Hece,Aruz, Serbest) en iyi şekilde tanımak lazımdır. Bunları bilmeden hangi formu kullanacağımızı ayırt edemeyiz; o zamanda, günümüzdeki müteşâirlerin yaptığı gibi, en kolay sanılan ama en zor şekil olan serbest tarzı benimseriz. Serbest şiirin zorluğu kafiye ve ritim oluşturacak bilindik öğelerden yoksun olmasıdır; fakat bu bir handikap değildir. Serbest şiir yazan şairler bahsettiğim ses unsurlarını ve hece ile aruzda bulunan bazı özellikleri şiirleri içine başarı ile koyamazlarsa, yazdıkları şiirlerin düzyazıya yaklaşması söz konusudur. Serbest şiirin en sevilen şairi olan O. Veli`nin, hece ve aruzu çok iyi bildiği, hatta bu şekillerin bazı özelliklerini şiirleri içine gizlediği müteşâirler tarafından bilinmese de gerçek şairler tarafından bilinir. Serbest tarzda, gereğinden uzun şekilde kurulan şiirlerin düzyazıya yaklaştığı bir vakıadır. O. Veli`nin yazdığı şiirlerin çoğunun kısa oluşu ise dikkate şayandır.


• Şiir, zor olduğu kadar, dinleyenin ruhunu başka bir âleme götürecek kadar kuvvetli bir sanat dalıdır. Gerçek şairlerin arzuladığı tek şey,çok şiir yazmak değil, hafızalarda yer edebilecek birkaç şiir yazabilmektir. '

Harf ve ironi tutkunu şairliğine, şiirde var olduğun yere, çıkış noktana gidersek; şimdiye dek yayımlanmış 6 kitap vardı ve şimdi de, 7'nci kitabın olan 'Vakitler İncelikler'in 'dosya' olarak Attilâ İlhan Şiir Ödülü'ne değer görüldü. Duygunun ve vefanın şairi olarak kendini nasıl tanımlarsın? Açıkçası şiire politik yıllarda başladım. Politik dönemlerde harfler birer taş gibi geçilir. Ben, içine beyazperdenin siyahı düştü düşeli meczup ve mecnûn U harfi bir adamım! Kapağımı biri açsa, ya kendime ya aşka düşerim. Şiirde iki doğumum var: İlki 'Toplanmış Sevgi Ölüleri'yle 8o'lerde olmuştu, ikincisi 'Vakitler İnceliklerle şimdiki zaman olacak.
Şiire 8o'lerde başlamış olmama ve üstelik önemli iki kitabımı bu yıllarda yayımlamama rağmen, 80 şiiri içinde adımın fazla anılmaması karşısında, aslında beni kurtaran bir ödül oldu Attilâ İlhan Şiir Ödülü. Kurucusu olduğum ve yalnızca şiir kitabı yayımlayan Hera ile yine kurucusu olduğum Orhon Murat Anburnu Ödülleri'ndeki emeğim de cabası. Jürinin bu yanımı da düşünerek 'pekiştirme' anlamında da olsa, ödülün bana verilmesine karar vermesi, ödülün gerekçesi yanında bu karara da saygı duyarım. Ama her şeye rağmen çok sıkı ve sağlam, 'gizli başyapıt'ım diyebileceğim bir dosyayla jürinin karşısına çıktığımı söylersem, umarım ukalalık yapmış olmam.
Şairler için böyle yapıtlar on yılda yirmi yılda bir gelir. Ayrıca yaklaşık yirmi yıldır bende yaşayan bir dosyaydı 'Vakitler İncelikler'; saygın bir yayınevi için hazırladığım sırada ödülün duyurusuna denk gelmesi de bir şans açıkçası. Vefanın ve inceliklerin şiirini söyleyen bir şair olarak, bu kanaldan biraz daha akacağımı göstermesi açısından 'Vakitler İncelikler'i önemli yapıtlarımdan biri olarak görüyorum. Kitap olarak da hakettiği yeri bulacak diye düşünüyorum.
Şairliğin kutsadığı harf, kelime oyunu senin şiirlerinde de bir hayli karşılaşılabilir bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir paralellik kurarak kendini yakın hissettiğin ya da şairliğinde tuzu olan isimler olarak kimleri yad edersin? Varlık, Adam Sanat, H. Gösteri ve Milliyet Sanat dergileri şâiri olduğum yıllar; tam anlamıyla 8o'ler. Bastırılmış devrimci kişiliğimle ellerimin parmaklarını iki uzak ses ceplerimde kırdığım yıllar. Toplumculuğu saf ve coşku kırığı yaşama isteği. Nâzım Hikmet'ten Pablo Neruda'ya, Hasan Hüseyin'den Nikola Vaptsarov'a, Rıfat İlgaz'dan Attilâ Jözsef'e, A. Kadir'den Yannis Rjtsos'a toplumculuk ateşiyle kendimi kavgama mıhladığım ilk gençliğim. Aşkı Beyoğlu'nun arka yakalarında ya da Yüksekkaldırım'ın çıkmazlarında bölük pörçük yaşama sekanslarım.
Geriye dönüp bakıyorum da, hepsi hepsi ovalharf gri soğuk hayat kırıkları... İlk iki kitabım 'Toplanmış Sevgi Ölüleri' ve 'Gecede Gülümseme'deki şiirler o kırıklıkların izdüşümleri. Üstelik o yıllarda 'Duvar', 'Sisler Bulvarı', 'Yağmur Kaçağı' ve 'Belâ Çiçeği' ile Attilâ İlhan şiirinin dublörüyüm bir bakıma geceleri. Öğrencisi olduğum dergi ortamları ve o dönemki ahilerimiz sanki İkinci Yeni şairlerini yasaklamış bize. Edip Cansever, Turgut Uyar, Oktay Rifat, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Tevfik Akdağ, Ercüment Uçarı şiirleri henüz girmemiş(ler) hayatıma. İlk iki kitabım, güna-hıyla sevabıyla Yeşilçam melodramı bir buruklukla Türkiye şiirinin sayfalarına saçmış beni; kendi adıma iyi ki de o yılları yaşamışım. İlk doğumum orda!
Adımın başharfı şiirimin ve hüznümün başlangıcı aslında. İki dayak arasında eğreti duran bir hayat, Hüseyin'in ta kendisi aslında!
Şiir yazma serüvenin yalnızca kağıt ve kalemle ilişkili değil, toplumdan ve kalabalıkta yer alan kendinden beslenerek var edilmiş bir poetika aslında. Geçmişe dönük git geller arasında bir bakıma bugünün yüzeyselliğinde konumlandıramadığın şiirlerini nereye dahil edersin?
Toplumculuğun dayattığı politik duruş poetikamı oluşturmamı geciktirmiş biraz. U harfinin şaşı bakan haliyim biraz da. 'Aşk ve Prelüdler' poetika dersine hazırlık kitabımdır bu yüzden. Hayatın ve evliliğin acı çekiciliği bu yıllarda inmiştir içime. Kırk yaşıma kadar içimde kalacak, yirmi beş yaşımın gri kurşunuyla. O yıllarda iki şair iki dizesiyle allak bullak etmiş
hayaümi: Rene Char 'güneşi gördüm alçaktan uçuyordu'/ Oktay Rifat 'en akıllı yanımdır balıkla deniz tutmak'. Şiiri somut değil soyut imgelerle kurma çabası, felsefik derinlik kaygısı, retorik, dize kurgusuy-la biçimde yetkinlik (tek çırak kalmadığım yer burası galiba) , geleneksel olanı evrenselin içinde eritmek işlevselliği. Yasımı ve yalanımı yanıma alarak İkinci Yeni'ye ve modern şiire kaçışım bu yıllara denk gelir. Tuhaftır, şiirimi burada da yine bir Rene Char dizesi kanatır: 'ah, karlar acımı bilmiyor! ' İddia ediyorum ki, bu yıllarda Edip Cansever'in 'Mendilimde Kan Sesleri' şiirini benim kadar yaşayan olmamıştır.
Sinema ile de ilişkiler kurabildin. Söz ve görsellik arasında seni yakınlaştıran bağ neydi?
Kurucu olduğum ödül, Antalya Altın Portakal Film Festivali heyecanı, kısa ve uzun bir sürü film bilinçaltımda öyle bir yer etmiş ki o gün bugündür tedavim bir türlü mümkün olmamıştır. Başlarda mükemmel bir film arayan ben, şimdi dokümanter bir filme bile razı hale gelmişim.
Ne var ki, elim de kalbim de hiçbir şeye gitmiyor. Uzak ustam Jean Cocteau 'sinema nedense bir türlü şairlerin eline geçmemiştir, eğer birgün geçerse orda takılır kalır' demiş. Ne acıdır ki o bile istediği sinemayı yapma fırsatını bulamamıştır. Sinema ile şiirin gizli ilişkisi Nâzım Hikmet'ten küçük İskender'e, Ercüment Behzat Lav'dan Murathan Mungan'a, Orhon M. Arıburnu'dan bendenize, Attilâ İlhan'dan Hüseyin Peker'e, Kâmran Yüce'den Ömer Erdem'e kadar bir sinemacı-şair dehası yaratamamıştır maalesef.
Benim bu hasta ve karanlık sularda tek kazancım yine de şiirim olmuştur. Sinemaya adanmış bunca şiir yazan başka bir şair var mıdır? 'Sinema Kitabı'm eksiktir, hâlâ da eksikliğini koruyor. Bir kitabın eksik olması yaşamasıdır, ilk kitap hariç benim tüm kitaplarım o anlamda eksiktir.
ERKAN DOGANAY
Lise ikinci sınıfta dergilere ulaşmış, şiir yayımla­maya başlamıştım. Şiirlerimi dergilerde basılı ola­rak görmekten mutluluk duyuyordum kuşkusuz, ama sizin 'şiir gözü' dediğiniz şeyi sanırım Anka­ra'da Osman Numan Baranus, Ve ci h i Timuroğlu (Elazığ Lisesi'den öğretmenimdir) , Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Celal Vardar, Nusret Kemal Ot­yam, Gökalp Erturan gibi şair ve yazarları tanıdık­tan sonra fark ettim. Yani onlardan şairliğin, yazar­lığın ne olduğunu görerek, övgülerini alarak, onları okuyarak öğrendikten sonra kedimi de şair yerine koymaya başladım.

Şiir tarihinizin ilk yıllarında biraz daha dola­şalım istiyorum. Örneğin ilk şiirleriniz hangi dergilerde yayımlanmaya başladı ve nasıl sür­dü? Şiir yayımlayacak yer bulmakta güçlük çek­tiniz mi?

Güçlük çekmedim, yayımlanan Kardeşçe baş­lıklı ilk şiirim, 1 Mayıs 1961'de Kütahya gazetesin­de çıkmıştı. Arkasından Sanat Dünyası (İstanbul) , Zeren (İstanbul) , çağrı (Konya) , Otağ (İstanbul) , Çele (Bolu) , Varlık Yıllığı 1965 (İstanbul) , Hisar (Ankara) , Özün (Ankara) , Barış (Ankara) , Oluşum (Ankara) , Türkiye Yazıları (Ankara) , Türk Dili (An­kara) gibi dergilerde yayımlamayı sürdürdüm. Muh­sin Şener, daha kitabım çıkmadan 1973 yılında ya­nılış anımsamıyorsan Birleşen Öğretmen dergisin­de hakkımda övgü dolu bir yazı yazdı, Barış gaze­tesinde yayımlanan bir şiirim nedeniyle. 1975 yılın­da ilk kitabım Gelecek yayımlandı. 1976-77 yılların­da Cemal Süreya'nın desteği ile Oluşum dergisini yönettim... Bir önceki sorunuzun devamı olarak şu­nu da söylemeliyim: Aslında 1969 yılında kendimi şair olarak görmeye başlamışım ki, Mavi Aydınlık adıyla bir kitap yayımlamaya kalkıştım. Ancak, bas­kısı çok kötü olduğu için, basımevimden çıkmadan hurda kağıt deposunu boyladı o kitap.

Şimdi yine sizin şairliğinizden-şiirinizden uzaklaşmadan, daha gene olarak şiire doğru yol alalım' istiyorum. imge, şiiri zenginleştirdiği gibi, dozu iyi ayarlanmazsa şiiri bozabiliyor da. Sizin yalın, derinlikli, ama anlaşılır şiirlerin şairi olmanızın nedeni, şiiri imge boğuntusuna getir­memeniz olabilir mi?

Şiir, Octavio Paz'ın deyişi ile 'bizatihi muhalif bir sanat' olduğu gibi, poetik olarak bizatihi imge sanatıdır da. Dilin gizilgücü olarak karşımıza çıkan imge, aslında gündelik dili bozma, bozguna uğrat­ma işidir. Buna karşın, benim şiirim yalın bir şiir gi­bi görünür ilk izlenim olarak. Ama şiir kültürüne sa­hip olmayanların benim şiirimin de, genel olarak gerçek şiirin de kolayca içine giremez, tadına vara­mazlar sanıyorum; öyleleriyle çok karşılaştım çün­kü. Burada, bulanıklığı şiir sanarak yazanlar, yazdı­ğını şiir sananlar açısından da duruma bakmak ge­rek. Senin de bir yazında değindiği gibi, 'dış ger­çekliğin taklidini şiir sananlar' var. Oysa sanat, bu­rada şiir, yaşamın taklidi olarak betimlenmesi değil, onu değiştirip dönüştürmek, yaşamı estetik bir ya­pıyla yeniden sunmak, böylece duyarlılık alanları ve anlam katmanları oluşturmaktır. Bu bağlamda şiiri 'anlaşılır olmanın' sınırları içine hapsetmemek gerekir. Çünkü şiir anlaşılmaz; oluşturduğu duyarlı­lıkla algılanır, sezinlenir, okuyana bir 'damak tadı' verir. Unutmamalı ki şiir çok anlamlılıktadır. Bunları yapabilmenin araçlarından biri imgeyse öteki de ör­neğin kurgulanmış dili soyutlayabilmek, verili dün­yanın sınırlarını aşarak soyut düşünebilme yetkinli­ğine ulaşabilmektir.

imge şiirin olmazsa olmazlarından birisidir, bu doğru. Ancak şiir tümüyle imge yığınları demek de­ğildir. imge listeleri(!) düzenleyerek, yazarken şiirin içine yerleştirmekle ya da 'ben bu şiire şu kadar gram, şu kadar kilogram imge koyarak tadını ayar­layayım' demekle de olmaz. Ünlü aşçıların çoğu doğru dürüst okur-yazar bile değildir, tüm maharet­leri el becerisi edinmiş olmalarıdır. Büyük şairler de bir bakıma böyledir; şiire çalışarak, gönül ve bir ömür vererek şiiri öğrenir, başarıya ulaşırlar. Ama şairliğin aşçılıktan farkı, kullanılan malzemenin kül­türle beslenmiş olmasıdır. Çok yemek yiyerek aşçı­lık öğrenilmez. ne ki şairlik iyi örnekleri çok okuya­rak, çok çalışarak edinilir.

Aslında iş, bu söylediklerimden de anlaşılacağı­nı sandığım gibi, imgenin azlığını çokluğunu ayar­lamamakla da ilgili değil, şiiri bilip ya da bilmemek­le ilgilidir. Yani kendi eleştirmeni olabilen şairin şiirinde imge ne fazladır ne de eksik. Usta şair, imge­yi şiire şu kadar yüklersem iyi olur diye düşünmez. O yalnızca iyi şiirin nasıl olduğunu bilir. Şiir 'çok im­ge' ile de olur, 'az imge' de; kapalı da olur açık da. 'Şiirimdeki imgeleri nasıl buldunuz? ' diye soranlar ya da böyle düşünenler şair olamaz, çünkü şiir yal­nızca imgeden ibaret değildir. iyi şair, şiirin imge yı­ğını olmadığını bilir, çünkü şiir 'yığma' becerisi de­ğil, sözü arıtma, derinleştirme, yoğunlaştırma, kur­gulanmış dili bozguna uğratma, yıkıp yeniden yap­ma işidir. Ez cümle; şiirin anlaşılıp algılanması im­ge ile ilgili değil, şiir olup olmamasıyla bağlantılıdır.

Yine de kimi şairler şiir kuramından kop­madan herkesin anlayacağı şiirler yazmayı ba­şarırlar, örneğin Nazım Hikmet gibi. Kimi şairler de çoklarından uzaktırlar, örneğin ilhan Berk gi­bi. Bu bağlamda 'imgeci' şiir anlayışla yazılan şiirler, dev birer imge yığını olarak yalnızca me­raklısına seslenen şiirler sayılabilir mi?

Sen böyle beceriksiz bir soru sormazsın ya, bu sorunun bir göndermesi olmalı, neyse...Nazım Hikmet'in,

'seher vakti habersizce girdi gara eks­pres
yağmurlar içindeydi Prağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu'

dizelerini herkesin anladığını, ilhan Berk'in,

'Yer değiştirmesine katıl­dım
sonra, daha adı konmamış bir denizin

Bak­tım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu
suyu biraz öne çektim'

dizelerini de çoklarının anlamadığını mı sanıyoruz? ilk örnekte bir masal söylemi olduğu için, bizim okurumuzun kulak alışkanlığına sesleni­yor, ikincisi imge ağırlıklı olduğu için yabansı duru­yor. Oysa Türk şiirinde,

'Baktım bir kaplumbağa su­ya uzanamıyordu
suyu biraz öne çektim'

dizeleri­nin yetkinliğinde çok az şiir vardır... Kimi okur Asaf Halet Çelebi'nin, kimi okur Nazım Hikmet'in, kimi okur ilhan Berk'in, kimi okur Hüseyin Atabaş'ın şiiri gibi şiirden hoşlanır. Şairin herkese göre şiir yazma zorunluluğu diye bir şey yoktur. Postmodern şiir de 'imge yığını' olması nedeniyle değil, başka neden­lerle arızalıdır.

Şairin kendinden sorumlu olduğu kadar toplumdan da sorumlu olduğuna inanıyor ve bu durumu şiirinize yansıtıyorsunuz sanıyorum. Şiirlerinizdeki tema bütünlüğü hemen fark edili­yor. Hem modern hem de gelenekçi söylemde, hatta düzyazının olanaklarından yararlanarak, şiirde bir mimar titizliği ile çalıştığınızı biliyoruz görüyoruz. Hüseyin Atabaş nasıl anlatır kendi şiirini?

Sözlerinizi iltifat olarak alıyor ve teşekkür edi­yorum. Genelolarak sanatın, konumuz özelinde edebiyatın izleği insandır, insanlar arası ilişkileri ir­deler. Bu bağlamda edebiyatın/şiirin toplumdan, toplumsal sorunlardan kaçabileceğini sanmıyorum ve bu doğrultuda bir şeyler yapmaya gayret ediyo­rum. Herkes gibi benim de bir dünya görüşüm var, bunun şiirime yansıması da doğaldır. Ama insanın gereksinimleri yalnızca beslenme, barınma ve so­yunu sürdürme içgüdüsünden ibaret değildir. Yazı­larımda da, şiirlerimde de insanın sorunlarının da­ha derinlikli, daha incelikli, daha ayrıntıda olduğunu düşünüyor ve bunları estetik bağlamda yansıtmaya çalışıyorum, ne kadar becerebiliyorsam. Estetik bir beğeni düzeyi oluşturmanın sanatın öncelkli işlevi olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, herkes yap­tığı işin inceliklerine dikkat etmek durumundadır.

Şair, anadili malzemesinin tüm incelikleri ile ola­naklarını iyi bilmeli ki ona yeni katkılarda bulunabil­sin; dilini insanın 'güzelleşmesi' yönünde kullana­bilsin. Sanata ve edebiyata bunun için gereksinim duymuştur insanoğlu. Ancak bugüne kadar yapı­lanları bilmeden ne yapacağınızı, kendinizi nereye koyacağınızı ayrımsayamayız. O zaman da kendi­nizle birlikte hiçbir işe yaramaz yaptığınız... Benim şiirim, önce, insanın incinmişliklerinin ayrımına var­maktan ibaret bir yolculuk olsa gerek.

Bizde toplumcu-gerçekçi akımın şairleri, seksenli yıllarla birlikte, sanırım farklı bir tarzda şiir yazmaya başlıyorlar. Bu nedenle kimilerine göre seksenli yıllardan sonra 'salon şiirleri' ya­zıldı. Oysa dünyamız hala açlığı, vahşeti ve sa­vaşları yaşamakta. Sizi toplumcu-gerçekçi anla­yışı sürdüren şairlerden biri olarak tanımlayabi­lir miyiz? Çünkü, başka izleklerde yazsanız da toplumsal duyarlığınız kendini ele veriyor.

Bir ülkenin, bir dönemin şiirini öyle toptancı gö­rüşlerle yargılamanın doğru olmadığını düşünüyo­rum. Evet, 12 Eylül 1980'Ie birlikte Türkiye'de bir alt-üst oluş yaşandı. Bu büyük toplumsal kırılmanın sanatı ve şiiri etkilememesi olanaklı değildi. Ama Bu olaydan şiir ne doğrultuda etkilendi? Birtakım in­sanlar gibi birtakım şairler de 'dönek' mi oldu? Bunları ayrımsamak öyle pek kolay değil ve zaman daha erken. Ben, Türkiye'de 1980 sonrası şiirin, daha önceki şiir devinimlerinin bir karmaşası oldu­ğu değerlendirmesini yapıyorum. Genel ahvale ba kılınca durum böyle algılanabiliyor da, yine de bu dönemde şiiri olması gerektiği gibi sırtlayıp götüren epeyce şairimiz var. Zamanla değer yargıları otura­cak, daha nesnel değerlendirmeler yapılacak, orta­ya konulan örnekler elenecek ki durum anlaşılsın. Ne ki bu dönemde bir olumsuzluk yaşandığı da doğrudur.

Aslında 1990'Iara doğru dünyada yaşanan kırıl­manın da sanatta yapıcı bir yankı oluşturamadığı kanısındayım, tarihsel olarak bakıldığında böyle görünüyor. Çünkü yenidünya düzeninin insanlığı sürüklediği tüketim çılgınlığı kimseye göz açtırmı­yor. Ama insanlığın bu postmodern anlayıştan ken­disini bir türlü kurtarması gerek. Gelecek anımsan­mayacak kadar geçmişte kalmaya başladı! Bu çıl­gın duyarsızlığın(!) insanlığı bir çıkmaza sürükleye­ceğinden korkuyorum. Evet, ben kendimi toplum­cu-gerçekçi sanat anlayışının duyarlılığını sürdü­renlerden biri olarak görüyorum.

Şiir gitgide yalnızlaşıyor gibi? Şiiri günü­müzde durağan yapan bu yalnızlaşmanın etkile­ri midir?

Gitgide insan yalnızlaşıyor, kendine yabancıla­şıyor; kullanma kültürü edindirilmeden önüne tele­vizyon diye bir alet konuldu, sözde onunla bilgilen­diriliyor, dünya ile iletişim kurması sağlanıyor. Bun­ların hepsi yalan, insan yaşamı dolmakla boşalmak arasına sıkıştırıldı. Bu nedenle sanat/şiir de galiba tarihsel ya da tarihteki işlevini yitirdi. Belki yeni bir çıkış bulacak kendisine, eğer öyleyse bu durağan­lık onun göstergesi olabilir, fırtına öncesindeki ses­sizlik gibi. Çünkü şiirin ve şiirimizin arkasında müt­hiş bir birikim var, insanlığın bu birikimini görmez­den gelerek ilerlemek olanaklı değil. Elli altmış yıl öncenin gösterişli otomobilleri bile yok artık dünya­da, bütün markalar birbirine benziyor. Bu işte bir gariplik var ya da yeni dünya düzeninde biz garip­leşti k de ayrımında değiliz! ..

Yoksa siz, dünyanın kurtuluş formülünü şairler­den çıkmasını mı bekliyorsunuz? Gerçi Anadolu'da gittiğim yerlerde bunun örnekleri ile çok karşılaştım. 'Ne olacak bu memleketin hali? ' sorusuna cevap aramaktan ağız tadıyla şiir bile okuyamaz olduk. Sanat bir duyarlılık oluşturma işidir, daha fazlasını beklemek ona taşıyacağından fazla yük yüklemek olur. Ancak, anlatmaya çalıştığım nedenlerle insan üretim ilişkileri bağlamından koparıldı, dolayısıyla duyarlıkları köreltildi. Şiirin de durağanlaşmaması için başka bir nedene gerek var mı?

Kimi şairler, daha çok da şarkı sözü yazar­ları ölçü ve uyaksız şiirlerin şiir olamayacağını savunuyorlar hızla. Serbest koşukla yazanların bir bölümü ise sese ve anlama önem vermiyor­lar. Birçoklarının şiirinin de sanki aynı kalem­den dökülmüşçesine birbirine benzediğini iyi şiir okurları ayrımsayabiliyor. Bu karmaşada şi­irimiz nereye koşuyor sizce?

Karmaşıklaşan dünyayı ve insan duyarlılıkla­rını ölçü ve uyak kalıpları sınırlılığında verebilmenin olanaksız olduğunu düşünüyorum. Yoksa sanatta ve şiirde yeni yapılanmalara, yeni açılımlara gerek duyulmazdı. Muzaffer ilhan Erdost gibi söylersek, şiir anlamsıza kadar özgürdür. Aslında bu konuları tartışmanın çoktan aşıldığını sanıyordum... Şiir sözcüğü Arapçada yapı anlamına gelir. Yani şiir ye­ni bir yapı kurma işidir. Ama bu yapıyı popülist bir anlayış temeli üzerine kurarsanız 'biitibar' olur. Ne demiştik, otomobil markaları bile birbirine benziyor; yani dünya 'aynileşmeye' doğru sürükleniyor. Bu durum yeni dünya düzeninin, yeni kapitalizmin bir tasarımıdır. Birbirine benzeyen insanı sömürmek ve yönetmek kolay olur çünkü. Bu bağlamdan kaçı­nılmaz olarak şiir de etkilenecek, etkileniyor; hem yeni oluşumların yanında yer alarak, hem de ona karşı durarak. Çıkış yolu bulabilmek için ben (olum­lulukları ve olumsuzluklarıyla) şiirin ve uygarlığın birikimine güveniyorum. Şiirimiz iyiye doğru gidiyor, yeter ki popüler kültüre teslim olmayalım.

Sizin, dünyada yeni bir sanat akımı oluşma­yacak gibi bir öngörünüz var. Neden böyle dü­şünüyorsunuz, bunun hız çağında yaşıyor 0lmamızla bir ilgisi var mı?

Tam da öyle. Bütün sanat akınları toplumsal kı­rılmalara anlamsızlığa kadar varacak tepkiler oluş­turma ya da onun yanında yer alma biçiminde orta­ya çıktı. Yani toplumsal eylemler sanatı etkilediği gibi, sanatsal eylemler de toplumu değişime uğrat­tı. Örneğin, modern sanat akımlarından Dadaizm, Birinci Dünya Savaşı ile insanın değerinin ortadan kaldırılmasının anlamsızlığına karşı 'anlamsızlık öyle değil böyle olur' diyen estetik bir tepkidir! Post­modernizm ise, 'sanayi devrimi sonrasında artan üretimin depolanma gereksinimi nedeniyle doğmuş ve tüketim ekonomisinin amaçlarına hizmet eden bir estetik ve felsefi arayış olarak ortaya çıktı.

Kısaca söylemek gerekirse, tüm sanat akımları­nın temelinde bir nedensellik olgusu vardır. Ancak bunların hayata geçirilebilmesi için, içinde yaşanı lan toplumsal tarihin ayrımında olunması gerekir. Bu nedenle, günümüzde yeni sanat oluşumlarının ortaya çıkmaması ya da gerekli olgunluğa ulaşa­mamasının bizdeki ve dünyadaki nedeni, tarihsel bir aymazlık içinde olunmasındandır. Ayrıca, dün­yanın içine sürüklendiği tüketim çılgınlığı yeni sanat oluşumlarına olanak tanımamaktadır. Çünkü bir sa­nat hareketinin oluşabilmesi için zamana ve otur­muşluğa gereksinim vardır. Günümüzde yaşanan tüketim hızı buna olanak tanımıyor. Böyle giderse evet, dünyada yeni bir sanat akımına tanık olama­yacağız. Bu ne demektir? Artık insanlık yeni estetik değerler de üretemeyecek ve tekdüzeleşecek! ...

Şairin kişiliği ile eserinin örtüşmesi gerek­li midir sizce? Aşk, sevgi, barış, dostluk şiirleri yazan kimi şairlerin sevgisiz, hırçın, kavgacı ve anlayışsız kişisel tutumları okuyucuda şiire kar­şı olumsuz bir yaklaşım oluşturur mu?

Herkes gibi şairin de sözü ile özünün, kişiliği ile eserinin uyum içinde olması arzu edilen bir durum­dur. Buna karşın, şairler dövüşür; çünkü onlar ya­şamla ve dolayısıyla kurgulanmış olan her şeyle kavga içindedirler. Aziz Nesin'in dediği gibi, büyük eserler büyük çatışmalardan doğar. Burada aslolan ortaya konulan eserdir. Şairin kişisel yaşamı her­hangi bir insanın kişiliği kadar ilgilendirmeli başka­larını. Kuşkusuz bu arada kişilik yitimine uğrayanla­rın iyi eserler verebileceğini ve şairin kişisel tavrının şiir bağlamında kötü bir etki yapacağını sanmıyo­rum. Dediğim gibi, şairden öyle pek uyumlu tavırlar sergilemesi de beklenmemeli.

'insanın en yavaş yaşlanan, belki de hiç yaşlanmayan yeri gönlüdür. Durum böyle oldu­ğu sürece şiirime bir toplam çizgisi de çekme­yeceğim, haberiniz olsun' demiştiniz bir söyle­şinizde. Evet, sürekli hareket eden bir yürek ta­şır şair; kısacası, yan gelip yatmıyor şair yüre­ği. Hüseyin Atabaş yüreğindeki şiiri yazdı mı; yoksa her şiir bir sonraki şiirin temeline konu­lan harç mı oluyor?

Elbette her şiir şairin birikimine bir tuğla daha eklemektir. Teknik olarak her yeni şiir, özellikle şai­rin yetkinleşmesi döneminde, bir sonraki şiirin te­meline konulan harç işlevi görür. Şairin gönlündeki şiiri yazma arzusu belki de hiç bitmeyecek bir istek­tir ve öyle de olmalıdır. Önemli olan gönüllerde yer edebilecek şiirler yazabilmek. Öte yandan şairin gönlündeki şiiri yazması, belki de şiirine bir toplam çizgisi çekmek olur ki, ben bunu istemiyorum. Tür kiye şiiri ile az çok dünya şiirini bilen birisi olarak şi­irde bir yerimin olduğunu sanıyorum. Her şiirimin de bu şiir birikimine, insanın duyarlılığına bir katkı olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda gönlümdeki şiiri yazıyorum, gerisi can sağlığı.

Çağlardan çağlara akan şiirlerin neden hep genç kaldığı, şiirin bu tarihsel onurlu duruşuna karşı, günümüzde yazılan şiirlerin neden öne Çıkamadığını merak ediyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Genç kalan şiirlerin, insanın estetik ve duyarlı­lık bağlamında evrensel özünü yakalayan şiirler ol­duğunu düşünüyorum. Özel gayretlerle öne çıkmak ya da çıkarılmak için bir yerlere tutunmaya çalış­mak, kendine güveni olmayanların çırpınışlarıdır. Siz ne yaptığınızın ayrımında ve bilincinde iseniz, işinizi iyi yapıyorsanız, düşüncenizde insanı ve onun ürettiği en yüce değer olan emeğin kutsiyeti­ni yakalamışsanız gerisi gelir. O nedenle bu türden gayretkeşlikleri ben ciddiye almam. Gününüzün bi­lincinde olacaksınız, ama kasaba politikacıları gibi güncelin peşinde koşmayacaksınız. Bir anonim şiiri ya da iyi bir şairin şiirini okuduğunuzda, o şiirin ya­zıldığı dönemin toplumsal koşulları ile bireysel dav­ranışları hakkında birtakım kanılar edinirsiniz. Çün­kü şair, hem düşünsel hem estetik olarak, çağının farkındadır. Çağının sorumluluğunu taşır, insanı in­san yapanın evrensel kazanımlar olduğunu bilir, onun için de iyi şiirler hep genç kalır.

Teşekkür ediyorum, umarım yormadım si­zi. Son bir rica; şiire gönül veren gençlere ne söylemek istersiniz?

Ben de size teşekkür ediyorum, başarılar dili­yorum. Buraya kadar konuştuklarımızdan anlaşıldı­ğını umuyorum, ama bir kez daha vurgulamakta yarar olsa gerek: Şiirde anlam doğrudan doğruya verilmez, müzikte olduğu gibi sadece sezinletilir. Gençler şiirin bu özelliğini ayrımsadıkları zaman küçümsenmeyecek bir yol almış olurlar. Buna bağ­lı olarak; şiir geniş yorum payı bırakan bir sanattır, anlamı sınırlamak onun değil, düzyazının işidir. Bu­nu söylerken düzyazıyı küçümsemiyorum, elbette onun da bir onuru vardır ve önemlidir. Ustamız Me­lih Cevdet Anday'ın dediği gibi, uygarlığı düzyazı kurar. Çünkü düşünce üreten şiir değil düzyazıdır. Şiire gönül verenlerin gönlünü n bir yanında da düz­yazı olmalı, derim.

LALE Aşkı ifade eder.
LALE (KIRMIZI) 'Aşkımı itiraf etmek istiyorum! '
LALE (ALACALI) 'Gözlerin çok güzel.'
LALE (SARI) Umutsuz aşkı ifade eder.

Lale 'güzel gözler ve ünü' sembolize eder. Batı mitolojisinde, lale, sahibinin bir 'talih muskası' olarak biliniyor.

Lale, rengi ve şekli dolayısıyla doğulu şairlerin büyük ilgisini çekerek, 'sevgilinin yanağına, şarap dolu kadehe, muma, yaraya' benzetilmiş. Dünya tarihinde ilk 'lale deliliği' ise 16. yüzyıl istanbulu'unda yaşandı. Lale kelimesinin Osmanlıca yazılışında, harflerin sıraları değiştirildiğinde 'Allah' ve 'hilal' kelimelerinin elde edilmesi, laleye duyulan düşkünlüğü artırdı.
yaprakları uzun ve mızraksı, çiçekleri kadeh biçiminde, türlü renkte, alacalı bir süs bitkisi. Çiçeklerin parlak renkli, hemen hemen bir birine eşit olan altı taç yaprağı var.

Anadolu'da lâleyi şiirlerinde kullanan ilk düşünür ise Mevlana Celaleddin Rumi. Lâlenin

İstanbul lalesinin çiçeği badem şeklinde, periant parçaları (berkleri) ise hançer şeklinde ve uçları tığ gibi ince ve sivri.

ALLAH KELİMESİ İLE BENZERLİK: Lâlenin Osmanlılar tarafından bu kadar kabul görmesinin sebeplerinden biri de Arap harfleri ile lale yazıldığında, Allah kelimesindeki bütün harfleri kapsaması olduğu söyleniyor. Harflerin karşılığı sayılar hesabına dayanan “ebced” usulüne göre de “Allah” kelimesi ile “ lâle” kelimesinin aynı rakamı karşılaması ilginçtir.

FERMANLA ISMARLANMIŞ: 2. Selim Devrinden itibaren imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sümbül soğanları ısmarlandığına dair fermanlar bulunuyor. 2. Selim'in, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lâle soğanı ısmarladığı biliniyor.

Emirgan korusu’ndaki lâlelerden bazılarının isimleri ise şöyle:
Devşirme, Cennet çocukları, Saltanat Kılıcı, Vezir Işığı, Mercan Duası, Allı yemeni, Cem’in tılsımlı kadehi, Gece Çırası, Gelin, Bedehşan Yakutu, Ayrılık Güzeli, Mecnun, Melek Yüzlü, Çığ Damlası, Cennet Işığı, Hokka, Mahşer Güneşi, Kanarya Sükütü ve Kirpik Oku.

İster Paslı teneke kutularda yetiştirelim ister özgür topraklarda.Laleler güzelliğinden zarafetinden …………………….hüküm sürer(tamamla bu sözcüğü FERİDE)
Allah Allah desem yolum o dosta varırm’ola,
Kerbela yolunda şehit olmam acım son bula,

Beni yücelerden seyreden şahım,
Hüseyin dedikçe coşuyor ahım,
Sensin yaralara merhemler çalan,
Kerbela ateşine su padişahım.

Bu hal ile dara nasıl varayım,
Pak ile kemi bir edip karayım,
Ak üstüne siyah bağlar sarayım
Yetiş ey dost yetiş su padişahım.

Irak ellerini yakın eden pir,
Aşikar davan da sır içinde sır,
Sırların içinde yok bir zerre kir,
Yetiş ey dost yetiş su padişahım.

Karışılmaz işine de padişahım
Sensin dertlilere dermanlar salan,
Sensin

Sen derde bir deman eyle

Sedam-sesim küfeye varırm’ola
Dost uğruna can versem yolum kerbeleya varırm’ola
Dostu özüme can eylesem

Feride Bektaş
Kayıt Tarihi : 7.1.2009 12:09:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Feride Bektaş