yabancılık oyunu
Başımı otobüsün camına dayamış akan görüntüleri seyrederken, dışarıda birbiri peşi sıra değişen renklerin sarhoşluğuna pirinç tarlaları içinde kıvrımlanan Kızılırmak görüntüleri ekleniyordu. Gideceğim yere dair düşünceler şekillenmeye başladı zihnimde. O şekillerden el alarak belki de, kendi kendime bir oyun oynamaya karar verdim bu kez. Daha önce gitmiş olduğum bir yer hakkında önyargısız olarak bakalım neler düşünecek ve nasıl yaşayacaktım. Ve asıl aklıma takılan soru; nasıl yazacaktım bu kez farklı dalgalanmalarda düşünürken. O halde ilk cümlem, teknik bir başlangıç olmalı. Yabancılık duygusunu verecek kadar soğuk bir yerden kurmalıyım ilk cümleyi.
Gümüşhacıköy, şehzadeler şehri olarak tanınan Amasya’nın bir kasabası, desem; yeterince mesafeli bir anlatım elde etmiş olurum galiba. Eğer düşündüklerim doğruysa yazı, beni insan sıcaklığına kendi süreci içine usulca taşıyacak demektir. Oradan devam ediyorum o halde anlatmaya. 1930’larda yirmi beş bine yakın nüfusu, evlerinde çarsaf dokuma tezgâhları olan bir yermiş Gümüşhacıköy. Oysa şimdilerdeki nüfusunun sekiz binlerde olduğunu öğreniyorum. Önceleri asıl yerleşim yeri Gümüş iken daha sonra Hacıköy’e kaymış. Çok uzun süredir ismi birleşik olarak kullanılıyor, kendi içinde bölümlense de. Bir zamanlar otuz beş, kırk leblebici varmış Hacıköy’de. Ama artık nohut üretilmiyor ve leblebicilik zanaatı da kalmamış doğal olarak. Gümüş’ün üst bölümlerinde yer alan Maden Köyü ise mübadelelerde Yunanistan’dan ve Yugoslavya’dan göçmenlerin geldiği eski bir Rum köyü.Türklerin yerleşimiyle köydeki kilise, camiye uyarlanmış. Geçtiğimiz yıl restore edilmekte olan köy camisinin tavanındaki boya kazındığında ortaya o dönemlerden kalma resimler çıkmış. Uzun bir süre bu resimlerin cami gibi bir ibadet yerinde ne şekilde kendisine yer bulacağı tartışıldıktan sonra açılıp kapanabilir paravanlar yardımıyla bu sorun çift taraflı çözülmüş görünüyor.
Buraların özel yemeklerinden de söz etmeliyim. En başta bayram sabahları haşhaşlı çörekle birlikte servis yapılan keşkeki saymak gerekir. Etin özellikle kemikli kısımlarından yapılan keşkek, akşamdan konulur fırına; sabaha dek piştikçe pişer. Baklalı dolma, saç üstü, yanuç, cızlak, pıtpıt gibi yemeklerinse kendileri kadar isimleri de ilginçtir. Yöresel yemekler kadar oradaki insan manzaraları da bir yerin dokusunu anlamamız için önemli ipuçlarıdır. Bir gece sünnet kınasına davet ediliyorum Gümüş’te. Eve vardığımızda bahçenin taş avlusuna dizili sandalyelere sığmaya çalışan genç-yaşlı kadınlara, onların eteklerini çekiştiren çocuklara ve arkada duran perdeye bakıyorum. Perdenin arkasında ağaç altlarında kurulu masalarıyla asıl bahçe ve masalara yayılmış erkek tayfası var. Ve o bölümdeki bira ve rakı servisi ile donatılmış masalara mezeler, kavurmalar gidiyor sürekli. Kadınların olduğu tarafa ise erkeklerin belirlediği müziklerde dar alanda kısa paslaşmalar şeklinde oynamaya çalışmak düşüyor. Bir de mini çerez poşeti elbette. Ertesi gün camide pilavı varmış sünnetin. Yarın camiye gidemeyen kadın, derdine yansın misâli. Bu ayrımcılığa çok canım sıkılıyor ancak, yanımızdan geçerken kokularının havada iz bıraktığı tabakların erkek tarafına gitmesini benden başka da yadırgayan yok gibi.
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla