Gök kubbe koynunda biriktirdiği ne varsa hınçla yeryüzüne dökerken, martıların gagaladığı kiremitlerden biri tangır tungur yuvarlanıp asfaltta paramparça oldu. Gün biraz sonra külrengi ağaçlara, kulağında zımbalarla dolaşan köpeklere, telaşlı çocuklara, hayata devam etme sıkıntısıyla kıvranan insanlara rağmen başlayacaktı. Hayat tekdüze, basit ve sıradan gibi görünecekti ama aslında öyle olmayacaktı. Tıpkı sakin bir Çehov hikâyesi gibi usul usul soyunacaktı saatler. Denizin üzerindeki morluklar kendiliğinden dağılacaktı. Bunu anlamayan ‘insan’, zamanı hunharca tüketmenin gururuyla koştururken ‘kımıltısız anları’ ıskalayacaktı. Hep böyle telaşlı ve savurgan olmak için yaratılmış olduğunu sanıyordu çünkü. Hâlbuki yürürken başını usulca çevirip baksa, hiçbir neden yokken hayatın geçiciliğini anlamış gibi bir anlığına duran, sonra aheste adımlarla yürüyen kedinin hınzır bakışlarını fark edebilirdi. Ya da ne bileyim, kadife gibi yumuşacık bir rüzgâr yanağını okşarken, çiçekçinin başını önüne eğip kendi kendine mırıldanışını görse, yanında durup onun çakır gözleriyle bakardı buhurumeryemlere. O vakit hayat yeknesak ritmiyle salınmaktan vazgeçer, insan anlatamadığıyla kısa bir hikâye olur, başka bir hikâyeye karışır ve belki o hâliyle kendini daha çok severdi.
Ben böyle sabahlarda, Ruslar gibi yaşamak yerine hatırlamak isterim. Dünya kasvetli dinginliğiyle benim tasavvur ettiğim gibi bir yer olsa diye iç geçiririm. Öyle olmadığını idrak ettiğimde biraz huysuzlaşırım. Çehov benim gibilere biraz kızar ama anlatmaktan hiç vazgeçmez. Çalışkandır. Biz hayaller ırmağında sürüklenirken, o bir cerrah titizliğinde kullandığı ayrıntıların sihriyle hayata neşter atar ve iyileştirir. Gri kederli gözleri, mahcup gülümsemesiyle yüzlerimize bakar; ve işte hikâye orada, tembelliğimizin, umutsuzluğumuzun, ‘küçük insan’ oluşumuzun ortasında duran soyluluktadır. Gorki’nin deyişiyle, hayattaki ‘küçük şeylerin’ acıklılığını hiç kimse onun kadar açık ve ince bir şekilde anlatamaz.
O ânı anlatsın isterdim...
Mahallemizin mütevazı lokantasında, kucağımda Anton Pavloviç Çehov’un 44 yıl süren muazzam hikâyesini okuyordum. Başımı 19. yy. Rusyası’nın buğulu manzarasından kaldırıp bugünkü burjuva hayatının hazin manzarasını seyrederken gördüm onu. Annesinin yanında oturmuş, önündeki büyük nota defterine bakarak henüz tanımadığı sesleri taklit ediyordu. Do-re-mi-fa-sol-la.. diye haykırarak el çırpışı biraz hazindi. Hayatı henüz tanımıyordu çünkü. Annesi büyüdüğünü hayal ettiği kızının saçlarını özlemle okşadı. Bir serçe kadar minik olan bedeninden çıkan tiz çığlıkları şaşkınlıkla dinliyorduk. Notaların sırasını karıştırıp takıldığında ‘mi’yi nefesinin yettiği kadar uzatıyor ve hayatta duyabileceğiniz en nedensiz, en saf kahkahaları yerlerde yuvarlıyordu. O ânı bana Çehov anlatsın isterdim. Kısacık bir ‘mi’ sesiyle başlayan hikâyenin içine kocaman bir hayat sığdırırdı.
“İsmi Yağmur olan neşeli bir kız çocuğu, balkon demirinde usta bir ip cambazı gibi yürüyen kara kedinin meraklı gözleriyle karşılaştı.” Böyle mi başlardı hikâyesine acaba? O hikâyenin atmosferini, ânın, mekânın, düşüncelerin zengin tasvirleriyle esnetir. Belki düşünceleri bahçedeki nar ağacının olgunlaşmamış meyvelerinde kaybolan benden bahsederdi önce. “Sert rüzgârlarla bükülen cılız dallara üzülen kızın mahzun ifadesini görseydiniz, siz de ona acırdınız.” Böyle âni bir şimşek çakımı gibi cümleyle hayatınıza âniden girebilirdi mesela. Sonra halka halka genişleyen hikâyede ince mizahının, insanı sade ve basit kılabilen üslubunun sesini duyardınız. Bir süre sonra resme dâhil olan kıvırcık saçlı genç adamı tarif ederdi. Bakışlarını, jestlerini, giyim tarzını... Onun annesinin sevgilisi olduğunu açıkça söylemezdi muhtemelen ama siz genç adamın tavırlarından niyetini, hikâyenin içindeki varlık nedenini hissederdiniz. O yazarak tarif etmediği duyguları, düşünceleri sezdirme ustasıdır!
Neden roman yazmadı?
İlk uzun hikâyesi Bozkır, Tolstoy’a öykündüğü ve bu yüzden kendi sesini kaybedip başarısız olduğu iddia edilen yıllarına ait. 1887’de yazdığı hikâyeyi büyük bir gazete için tasarlamış. Nemirovsky’nin harikulade biyografisinde okudum; “Bir bozkır hikâyesi yazdım ama kuru ot sesi çıkarmadığımı düşünüyorum” demiş. Kahramanı bir çocuk olan bu hikâyeyi daha evvel fark etmemişim. Doğrusu ona bu anlamda epey haksızlık edildiğini düşündüm. Gorki’nin sonradan her sayfasının incilerle işlendiğini söyleyeceği Bozkır’ın başarıyla yükselişi sırasında, yazdığı ilk dram İvanov, Moskova’da başarısızlığın en gürültülüsüyle karşılanmış ve bu yenilgi muhtemelen onu roman yazmaktan uzaklaştırmış. Yazık, ümitsizlik yerine, iyimserliği gösteren birisinden romancı olmaz mıydı? Kimbilir? Mektuplarında, edebiyatında, sık sık yaşamanın o kadar da manalı olmadığından dem vurduğu halde, yoksul insanları tedavi eden bir doktor-yazarın, hayata yazarak unutulamayacak bir mana katması ne iç burkucu bir çelişki değil mi? Eğer söylendiği gibi hiçbir zaman kedere ve neşeye teslim olmayan bir tabiatı varsa, mezarlıklarda ve sirklerde dolaşmaya olan tutkusu da pekâlâ anlaşılır.
Annesinin biricik kızı olmasının şımarık bilinciyle amuda kalkıp, küçük kırmızı topuklarını gururla gösteren o kız çocuğunu izlerken bunları düşünüyordum işte. Bir de anne özleminin kaç yaşında olursan ol, hiç geçmeyeceğini. Sonra bakışlarım yine ancak bir Çehov hikâyesi manzarasında görülebilecek kadar boz, kafası bozuk bulutlara takıldı. Bir tanesi yavaşça binaların arasından sıyrılıp sonbahar güneşinin yüzünü peçe gibi örttü. Bahçedeki yabani otlar, rüzgârın ıslığına eşlik edebilmek için kıpırdanıp duruyordu. Boğaz’ı okşayıp geçen martılardan biri bahçe duvarına konup yağmurla ıslanan tüylerini silkeledi. Kız çocuğu olanca iştahıyla yaşamın bu tekdüze ritmini bir macera filmine bilmeden katılmış gibi izliyordu.
Suskun yıldızlar
Ben arada Bozkır’da, tıpkı küçük Anton Pavloviç gibi ilk kez köyünden uzaklaşıp büyük bir liman şehrine gitmekte olan Yegoruşka’ya eşlik etmek için hikâyeme dönüyordum. O da bütün çocuklar gibi, fırtınadan korkuyor, otların üstünde yatıp hayal kuruyor, her şeyi merak ediyor ve hiçbir şeyi tam olarak anlayamıyordu. Çehov’un anlattığı bütün çocuklar gibi biraz melankolikti. ‘Semaverin üzerinde hoplayan demlik’ gibi seyahat ettiği arabanın üstünde yatıp gökyüzünü seyre dalıyordu. Ben de onunla birlikte uzanıp enginlerde yitip giden akşam kızıllığını seyrediyordum. Koruyucu meleklerimiz ufku yaldızlı kanatlarıyla örtüyordu.
Ve Çehov Yegoruşka’ya, bana, hayatın neşeli lakin aynı zamanda çok kederli olabildiğini bilmeyen küçük kıza yalnızlığı anlatıyordu: “Uçsuz bucaksız gökten gözlerinizi ayırmadan bakarken, her nedense düşüncelerinizde, duygularınızda yalnız olduğunuz bilinci uyanır. Kendinizi umarsızlık içinde yalnız, en yakınınız saydığınız kimselerden uzak, çok uzak bulursunuz. Koca evrende değersiz bir varlık olarak görürsünüz kendinizi. Binlerce yıldır gökyüzünden bakan yıldızlar, insanın kısacık yaşamını umursamayan, bilinmeyenlerle dolu gökyüzü ve çevrenizi saran karanlık, siz onlarla göz göze gelip anlamlarını çözmeye çalıştıkça suskunluklarıyla içinizi ezer. İşte o anda mezarda bizleri bekleyen yalnızlık gelir aklınıza; ...Yegoruşka mezarlıkta, vişne ağaçları altında sonsuz uykuya yatan ninesini hatırladı.”
‘Sevmeden iyi ve cömert olmak’
Neden, diye sordum kendime; bu uzun öyküler, ustura ağzı gibi kullandığı mizahından yoksun kaldığı için mi çok beğenilmemişti. Hâlbuki ölümü böyle algılaması ve anlatması ne kadar doğal. O, hayranı olduğu Tolstoy kadar olgun, ‘inançlı’ değildi. Tüberkülozun işareti olan ilk kanlı mendili gördüğünde daha yirmi beş yaşındaydı. Onu yakından tanıyanlar, “Sevmeden iyi ve cömert, bağlılık duymadan müşfik ve dikkatli olabileceğini” söylüyormuş. Yazar portrelerini şöyle hızla düşününce nedense pek tanıdık geldi bana.
Defter notlarından birisinde sonradan, “Mezarda nasıl yatacaksam kendi içimde öyle yalnız yaşıyorum” yazmış. Ve bir konuşmasında şöyle diyor: “Ben doktorum, yakında ölecek insanlara alışkınım, önümde ölümü yakın olan insanların gülüp ağlamaları bana, hep garip görünürdü, ama şimdi taraçada kör kızın güldüğünü ve kitabımı dinleyişini gördükçe, bana garip gelmeye başlayan şey, bu kadının öleceği değil, kendi ölümümüzü hissedemeyip sanki hiç ölmeyecekmiş gibi kitaplar yazmamız.” Bunu söylerken ne hissediyordu, neden çok sevdiği edebiyatın kalıcılığını reddetmiş gibi davranıyordu bilinmez ama genç öleceğini biliyordu kuşkusuz
Öylesine bir hikâye...
Dünyayı kısa, basit ve sade hikâyeleriyle ısıtabilen küçük Anton Pavloviç, kahramanı Yegoruşka, üzüm gözlü Yağmur, şefkatli annesi ve kayıp çocukluğum, öylesine bir günün içine Çehov hikâyesi gibi yayılıverdik. Entrikalara, hesaplara, zehirli akla teslim olmadığımız harikulade anları çoğalttık. Her şey öylesine kendiliğinden, tek başına, güçsüz ve kımıltısızdı ki... Çehov olsa, yazmak için tam da böyle sıradan, özelliği olamayan bir günü seçerdi, dedim. Pencereyi açıp, dışarıdaki dünyayı seyreder gibi yazardı.
Ruhunu teselli eden uzun tabiat yürüyüşlerinde ona refakat eden iki köpeğiyle birlikte eve dönünce öğle yemeğinden sonra biraz uyurdu; hayalkırıklığına uğrattığı kadınlarından ‘dost’ yaratmakta mahir olan hikâye ustası, onlardan birine ‘kaçak’ bir mektup yazardı belki. Sonra geceyarısına kadar çalışırdı. Hiçbir şey olmazdı bizim hikâyemizde. O bir ‘Tanrıyazar’ değildi ki. Kahramanın kaderine hükmetmezdi. Yegoruşka’nın geleceğine de dokunmadı. Onu hikâyenin sonunda bakılması için bozkırda yaşlı bir kadına bıraktılar. Çocuk o âna kadar yakınlarıyla birlikte yaşadığı hayatın bir duman gibi dağıldığını anladı. Umarsızlık içinde bir iskemleye çöktü. Yeni yaşamını gözyaşlarıyla selamladı. Çehov son noktayı koydu: “Nasıl bir yaşamı olacaktı? ”
Kitabı kapattım. Annem aradı, yakınlardaymış. Beni buldu. Ona o küçük kızı kıskandığımı anlattım. Beni yanaklarımdan öpüp, “Çocuklar her yaşta ve her daim çocuktur. Utanma” dedi. Sınırlı zamanımızın çemberi Çehov’un istediği gibi kapandı. ‘Mi’ notasıyla genişleyen bir âna kocaman bir hayat sığdı.
(Öylesine Bir Öykü-5, Bütün Öyküleri 1-2-3-4, Anton Çehov, Everest Yayınları, Çev. Mehmet Özgül)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:25:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!