Bir elimde kalemle klasik öykü tanımlarına uygun bir anlatıya başlamak geçiyor içimden. Mevsimlerden sonbahardır ve hafif bir yağmur çiseliyordur. Sağ taraftan akıp giden trafiğe inat bir sokak lambasının altında tek başıma ıslak pardesüye sarınmış bir şeyleri bekliyorumdur muhtemelen. Öykünün içine girmenin ne kadar yararlı olacağını düşünürken bu soğuk havada. Karakterler de koymak gerektiğini düşünüyorum; o anda bir otelin tam da suya değen ayaklarını rıhtımda seyrederken gözlerimi kapatıp İstanbul’u dinliyorum. Beyoğlu’nun arka sokaklarından geçerken camdan cama uzanan iplere mandallarla tutturulmuş çamaşırların üzerinden dedi kodu yapan kadınların sesleri geliyor kulağıma; ama yok henüz bir karakter yok bu öyküde onlar da yoktu muhtemelen. Karşımda bir duvarın boşluğu kadar boş bir ölünün sesi kadar gürültülü bir akşamın ürkünç yalnızlığıyla beraber bir sokak lambası altında ben flash back bile yapamaz durumdayım sanırım. Eğer bir geçimişim olsaydı, eğer geşmişte birileri olsaydı ne işim vardı şimdi bu sırılsıklam dünyada tek başıma yanımdan geçen biir otobüsün yağmurla karışık mazot kokusu üzerime siniyor, duvarın arkasında top oynayan çocukların seslerine karışan bir ses… Elimde kanları henüz kurumamış bir bıçağın yere damlayan hayat rayihaları…
Nediiiim gel buraya! ! ! ! ! ! ?
Annem de zeytinyağlı dolma yaptığında beni hep böyle çağırırdı; eğer adım Nedim olsaydı. Benim bir annem olsaydı burada ne işim vardı ki… bi çift yeşil göz bana bu cevabı verebilir miydi ki tam karşımda duran tüyleri yağmurdan birbirine yapışmış bana bakan bir kedi… gözlerinde ölümün açtığı dayanılmaz boşluk ve karşısında ben…
Nediiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim nerdesin oğlum
Kan kokusuna karışmış bir yağmur sesinin bütün kirleri arındıracağına kanaatkar…
Burada anne tam karşında yok olmuşluğun ıssız karanlık dehlizlerinde yokluğun bittiği ve karanlığın başladığı noktanın ayırtına varmaya çalışan bir noktanın ruhumda açtığı istihza içinde… Her şeyin bir toz ve gaz kisvesi altında döndüğü… döndüğü, dönüyoruz, dönüyor… Her şey dönüyor derken en büyüklerden de büyük bir… savrulma anından öte bir kedinin yeşil gözlerine bakarken bile dalınmauyacak bir uykunun mahmurluğundan çıkıp uyanıklığa değil de bilinmeze kaymak gözlerimi kapatırcasına…
Bir yatağın başucunda elinde İncille dua eden babaannemin nasihatleri ve gözyaşları, kırışık bir yumuşak yanak üzerinde sızan bir su tanesinin içerdiği hüzün, ihtiras, kin ve ölüm… Yavaşça bir haçın hüzüme süründüğünü hissederken deminki toz ve gaz bulutunun içimde parçalandığı hikayesini anlatmaya koyulan bir sırlı sesti babaannem…
Nediiiim diyorum?
Masum bir kedinin bakışlarına bulaştırılan kin görüntüsü ile karışmış bir acıma dürtüsü… Ve elimde pıhtılaşmış bir cinayetin geriye kalan hınç duygusu eşliğinde çocukluğuna dönmeye çalışan bir büyük rezalet
Bir varmış bir yokmuş? Yada hiçbir şey yokmuş… Bir zamanlar Zeus denilen bir baba varmış bütün babalara ve baba Tanrılara inat! Jüpiter de dermiş birileri ona ta ki keşfedilmenin hazzını yaşadıktan sonraki ana kadar. Dört çocuğu varmış bu babanın yoksa yedi mi… En çok suyu severmiş oğlanları arasında. Beraber Mısır’da yaşarlarmış Çiftliklerinde ineklerinden sağdıkları sütü peynir yapar satarlarmış, mış, mış, mış… Bir gün kardeşleri Su’yu Nil’e atmışlar kıskançlıklarına ve Mısır’da büyük bir kıtlık başlamış tam da o vakit. Artık toprakana ne bir buğday tanesi veriyormuş ne de ineklerin memelerinden bir damla süt geliyormuş… Suya hasret bir babanın gözyaşları bile kifayet vermemiş bu kıtlıkla yanan çorak çöllere. Zaman geçmiş herkes suya muhtaç su başlara taç olmuş günlerden bir gün. Zeus hiç bıkmamış her akşam Nil’e gider suya suyu anlatır sonra ona yiyecek ve birkaç parça umut bırakırmış… gündüz çekilen nil suları gece azar ve kıyısındaki her şeyi toplar götürürmüş. Zeus da buna sevinir oğlunun yaşadığı inancını kaybetmezmiş. Bi gün Su’yu bulan kardeşleri ondan özür dileyip babalarının durumunu anlatmışlar, ağlamaktan göz pınarları kuruyan babaları için ondan medet ummuşlar. Su da onlara kendinden bir şeyler, bir avuç umut vererek göndermiş. Bunu babalarının yüzüne sürmelerini söylemiş. En hazin baba oğul öyküsünün sonuna yaklaşan ayak sesleriyle gelmiş oğlanlar ve suyu babalarının yüzüne savurmuşlar.
Dönmenin verdiği hazla gözlerimi açtığımda yaşadığım haç hikayesi bir yana yüzümde çarpan suyun serinliğiydi beni belki buraya davet eden…
Nediiiii? ? ? ? ? ? ? Hadi akşam oldu bak baban kızacak yine…
Kız, kızmak, kızarmak, kırmızı, kann…
Benim babam olmadı ki ben Meryem’in oğluydum annem Meryem babam yok… Hep beni böyle çağırırlardı o iblisin köyünde…Meryem’in oğlu…babaannem de zaten tam otuz yedi yıl önce yani ben doğmadan on yedi yıl önce ölmüş dedi bir hafif alaycı bana ne inanıyorsun intibaı uyandıran ağız. Bir kedinin hafif yosunlu ama daima gerçekleri yansıtan gözlerine inat, taa cenaze alayının başında giden papazın ne yöne gideceği belli olmayan uzun kalabalığın önünde eskimiş kokuşmuş…
Neddiiiiiim diyorum….
En başında ki en başında da böyleydi
Kilisenin ikonlarına karşı bir elinde bıçağın parlayan kabzasının parmaklarının arasından sızan vahşeti ile arkasını dönmüş Meryem’e karşı bilmem hangi duygular içindeki papazın çıkardığı anlamsız sesler… Annem Meryem babam yok
Nediiiiiiim ne yapıyorsun üstünü kirletme…
Kirli bir yeşilin bana bıraktığı mirasa karşı demin geçen son otobüse atlayıp gitme merakının içime işlediği yanına oturduğum yalnızlık ve yalnızlık…
Bir poşet içinde masallarımı gömdüm en ileriki çam ağacının yapraklarına… En ilerisi olmadığını bilmeden.
Tam kapının ardından gelen ruhani bir koku eşliğindeki dua merasimi ve ölmeye hazırlanan Meryem…
Bir ölünün son anını yaşama arzusu ve duanın temizliğinin karıştığı ezel ebed çizgisini geçmiştim artık elimde kanları kurumaya yüz tutmuş bir bıçağın geçmişine ait sırlarının ifşasına…
Nediiim bak buraya gelmezsen ben geleceğim! ! ! !
Çocukların kuyruğuna teneke takıp dolaştırdığı bir çift yeşil gözün bu yağmur altında… ellerinden tutup vals yapıyor gibi ayağa kalkarken dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruzzzzzz…. Dönmenin bende uyandırdığı hafif mide bulantısının eşliğinde… Bir anda evren dönüyor, kader dönüyor ve onun arka ayakları üzerinde bir yarım daire çevirdikten sonra havalandırıp karşıdaki ıslak bir o kadar da küflü ve çürümüş duvara çarparken çıkardığı cırrk sesini duyuyorum.
Bir mezarlığın başında ellerimi açmış bir dua okumaya çalışırken kim bilir ne zaman duyduğum bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan
Zeus diye bir baba varmış lay lay lom
Çocuklarıyla mutlu yaşarmış lay lay lom
Bir küçük çiftlikleri varmış lay lay lom
Çocuklarıyla mutlu yaşarmış lay lay lom
Kayıt Tarihi : 27.4.2007 21:50:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Nur Gervan](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/04/27/oykulu-siir.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!