Artık ağlamıyordu, ağlayamıyordu Yunus Başçavuş. Kalbi kas katı kesilmişti sanki. Kollarında son nefesini veren bu kaçıncı askerdi, saymak istemiyordu. Gözlerinden yaş değil intikam yemini akıyordu.
Tüfeğini az evvel ruhunu teslim eden askerin yanına bırakıp cebinden bir sigara çıkardı. Telsiz anonslarına aldırış etmeden çakmağını aramaya devam etti. Kendini kaybetmiş gibiydi adeta. On erbaş, bir uzman çavuş bir de kendisi on iki kişi çıkmışlardı akşam ezanıyla yola. Sabah olmak üzereydi ve ekim ayının sert ayazı vardı Bingöl’ün dağlarında. Etrafında on bir şehit yatıyordu, defalarca takviye kuvvet istemesine rağmen beklenen takviye güçleri gelmemişti. İki koldan saldırıya uğramışlardı.
Hala çakmağını aramaya devam ediyordu, bulamayınca yanı başında uzanan şehit askerin ceplerini yoklamaya başladı, bir mektup buldu daha açılmamıştı bile. Trabzonlu Aliydi bu hatırlamıştı. Mektubu o gün gelmişti ve mektubunu açıp okumaya bile fırsat bulamamış olmalıydı göreve çıktıklarından dolayı. Bulduğu çakmakla sigarasını yaktı, mektubu açtı, telsizde anonslar susmadan devam ediyordu hala.
“ Alim, Yiğidim, Sevdiğim!
Sana kaç vakittir mektup yazmadığım için bana sitem ediyordun. Haklısın da. Sana yapacağım sürprizi bozmak istememiştim.
Alim! Biz çok iyiyiz, şükür, dert etme olur mu? Dualarımız seninle. Bak sana bir tane resim gönderiyorum. O çirkin ördek yavrusu oğlumuz Ali. Yirmi gün erken doğum yaptım. Babama çocuğumuz erkek olursa adı Yunus olsun demişsin bizde şimdilik Yunus dedik ama yine de sen bilirsin. Alim…….! ”
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam