Öykü V Nüfus Kağıdı Şiiri - Nihat Yücel

Nihat Yücel
232

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Öykü V Nüfus Kağıdı

Tam üç saattir yürüyordu. Topkapı’nın surları görünmeye başladığında biraz rahatladı. Bu yolun hiç bitmeyeceğini sanmıştı. “surları geçtikten sonra yolum azalır.” Diye düşündü. “ Giderim Ahmet Ustanın yanına, anlatırım her şeyi, bir çare bulur elbette.” Karnı guruldadı.
En son dün öğleyin yemişti yemeğini. Acıktıkça su içmişti. “Bu parasızlık olmasaydı. Bir iş bulsaydım, iyi kötü geçinir giderdim nasıl olsa Tek kişiyim karnım tok olduktan sonra gerisi kolay, birkaç kuruşta cep harçlığı odlumu…”

Yozgat’ta İstanbul otobüsüne binerken, bir suçlu gibiydi. Kimseye görünmek istemiyor, her an bir tanıdığın karşısına çıkacağını sanıyordu. Otobüs hareket ettikten sonra rahatlamıştı. O zaman kendini kafesinden bırakılmış kuş gibi hissetmişti. İçi içine sığmıyordu. İçinde pırıl pırıl bir umut vardı. Otobüs yolları azalttıkça, yollar içini yavaş yavaş bir sıkıntı yumağı gibi sarmaya başladığında, giderek sıkıntısı artıyordu. Koca İstanbul’da nereye gidecekti. Ne bir akrabası ne de bir sanatı vardı. “Hangi işi olursa olsun çalışırım.” Diye kestirip attı. Yanındaki adam ne kadarda rahat uyuyordu, horlayarak. Kendisi de uyumaya çalıştı, adam horlamasından uyuyamıyordu. Adam horladıkça, kendisi o küçük anları tespit ediyor, şimdi horlayacak, şimdi horlayacak diye bekliyordu. Nefesini de horlayan adamın nefesine göre ayarlamaya çalıştı. Birden adamı uyandırmak geçti içinden. Uyandırsa ayıp olur muydu? Sonra vazgeçti, uyuyamayacağını biliyordu. Bir sigara çıkardı cebinden, yaktı. Sigaranın savrulan dumanları bütün sıkıntısını alıp gidiyordu sanki. Ne zaman başlamıştı sigara içmeye, bunu düşünmeye çalıştı. Köyde kaçak tütünlerin sapsarı lif lif uzadığını, maharetli parmakların sigara sarıştaki ustalığı geldi aklanı. “Valla “ dedi, “makine öyle saramaz…”

Topkapı surlarını geçtikten sonra, yolun sağındaki çimlere doğru yürüdü. Oturur oturmaz, ayakkabılarını çıkardı. Ayakları şişmişti. “Hamlamışım, Eskiden saatlerce yürürdüm bir şey olmazdı ayaklarıma” Şimdi soğuk bir su olsaydı da ayaklarını suyun içine batırsaydı. Ne güzel olurdu. Bir birinci sigarası çıkardı cebinden. Sigaranın tütünlerinden bir kısmı dökülmüştü. “İyi sigara bu, iyi sigara ama şu tütünleri de dökülmese üstüne başka sigara yok.” Sigaradan bir iki nefes çektikten sonra kalktı. Aşağı yukarı daha bir saat kadar yolu vardı. Dudaklarında sigara, iki elini ceplerine sokmuş, boynunu bükmüş, önüne bakarak yürüyordu. Başını kaldırsa, bütün insanların kendisine bakacağını sanıyordu. Yanındaki yoldan taksiler, minibüsler geçiyordu. Her minibüsler yaklaştığında, duracakmış gibi oluyor, pencereden bir baş çıkarak “Fındıkzade, Haseki, Aksaray, Kumkapı, Beyazıt” diye bağırıyor son süratle uzaklaşıyordu. Fındıkzade’ye geldiğinde, trafik sıkışmıştı. Biraz ilerisindeki özel bir otomobilin arka koltuğunda bir siyah köpek gördü. Köpek camdan sanki ona bakıyordu. Tüyleri siyah ve kıvırcıktı, boynundaki tasmaya takıldı gözleri. Ne güzel bir tasmaydı o. Bir köpek kadar kıymetinin olmadığını düşündü. Ne yerdi bu köpek, hiç yal yemiş miydi? Köyü geldi gözlerinin önüne. Çoban köpekleri geldi. Açlığı kendini iyice hissettirmeye başladı. Çocukluğunda sığıra giderken anası, azığını bir çıkına koyar, çıkını da beline bağlardı. Çıkınında çoğu kez biberli çökelek kızartması olurdu. Hele o kızarmış yumuşak biberler ne de güzel olurdu ya.

Cağaloğlu’na geldiğinde vakit öğleyi bulmuştu. “Tamda sırasında geldim” dedi. Şimdi nerede bulacaktı Ahmet ustayı. Ahmet usta şimdi yemeğe çıkmıştır. En az bsir saat daha beklemesi gerekiyordu. O kadar zamanı nerede geçirecekti. Kahvelerin önünden geçerken, gözü sıcacık buğulu çay bardaklarına takılıyordu. Sultanahmet meydanına doğru yürüdü. Bir kanepeye yığılır gibi çöktü, kaldı.

Marangozhanenin kırık merdivenlerinden yavaş ve ürkek adımlarla indi. İçerideki çırağa “Ahmet usta yok mu? ” diye sordu. Çırak yandaki bölmede çalışan Ahmet ustaya seslendi. Ahmet usta elindeki işi bırakıp geldi. “Ne oldu, ne yaptın Hüseyin” dedi. Hüseyin önce Ahmet ustanın ne dediğini anlayamadı. Ahmet ustanın sesi derinliklerden yankılanarak geliyordu. Ahmet usta ikinci kez: “Hüseyin sana soruyorum ne yaptın.” Deyince, Hüseyin kafasındaki o karmakarışık düşüncelerden sıyrıldı. Bir müddet sabit bir noktaya dikti gözlerini. Anla demek istiyordu, söyleyeceğim bir şey yok. Eline düştüm demek istiyordu. İyice küçüldüğünü sandı. Küçülmesi gittikçe fazlalaştı. Bir nokta gibi kaldı. Hüseyin neden sonra, mahcup ve sıkılgan bir şekilde konuşmaya başladı. Çok yavaş, zor duyulacak bir sesle konuşuyordu. Konuşması zor anlaşılıyordu. Konuştukça yüzünün rengi değişiyor, bir elini kaldırarak kumral saçlarıyla oynuyor, sonra elini boynuna götürüyor, biraz ara veriyor tekrar konuşmasına devam ediyordu. “Olmuyor abi olmuyor. Otelci otel ücretini getirirsen nüfus kağıdını veririm diyor da başka bir şey demiyor. Dün akşam o kadar yalvardım, yakardım fayda vermedi. Lokantacı nüfus kağıdını getir işe başla diyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Lokantacıdan otel ücretini istedim. Gidip nüfus kağıdımı getirecektim vermedi. Kendisi de Yozgat’lı hemşeriyiz. Bana güvenmedi, parasını alıp kaçacağımı sandı, hırsız mıyım ben? Parayı verirse bir daha gelmeyecek miyim? ” Ahmet usta “ Lokantacıya bir gün çalışayım yevmiyemi ver diyeydin. Ertesi gün götürürdün nüfus kağıdını. Hüseyin “ Demedim mi sanki. Dedim dedim ama lokantacı söz dinlemiyor ki. Tek bir hafta çalışayım, otelcinin parasını ver dedim. Olmuyor işte, nüfus kağıdını getirirsen burada bir köşede sana bir yer uydururuz, burada yatar kalkarsın diyor. İki gündür dışarıda, parklarda yatıyorum abi. Esenlerden buraya gelebilmek için yürüdüm…” Hüseyin sustu. Herkes susmuştu. Atölyedekiler şaşkınlık içindeydiler. Hüseyin yine başını eğmiş yere bakıyordu. İki gündür yattığı yeri düşündü. Park soğuktu. Havada birkaç gündür bozmaya başlamıştı. Yağmur yağdı yağacak. Parkta ayaklarını iyice toplamış, karnına çekmiş, ellerini koltuk altlarına sokmuştu. Ahmet ustadan para istesem mi diye geçirdi aklından. Sonra birden vazgeçti. Para istememeliydi. Ahmet çırağa döndü. “ Git kahveciye bize çay söyle.” Dedi. Sıcak çayın buğulanmasını görür gibi oldu Hüseyin. Çay geldi. Ahmet usta bir bafra sigarası uzattı Hüseyin’e. İyiydi Ahmet usta. Her geldiğinde çay ısmarlar, sigara verirdi. Bazen de yol parası… Kahvecinin getirdiği çayı içiyorlardı. Çırak içeriye simit yiyerek geldi. Ne güzel oluyordu İstanbul’un simidi, çıtır çıtır. Şimdi bir simit yese açlığını bastırırdı belki. Çırak kendisine simit uzattı. Hüseyin “sağol” diyerek simidi almak istemedi. Ahmet üsta çırağa dönerek “koş Hüseyin’e bir simit kapta gel “ dedi. Simit geldi. Hüseyin çayla simidi yiyinceye kadar hiç konuşmadı. Kirlenmiş ceketinin altındaki gömleğinin kolları ve yakası kirden rengini kaybetmiş yol yol siyahlaşmıştı. Ellerini biraz kaldırdı. Bir şey demek istiyormuş gibi, sonra çaresizlik içinde kendi haline bıraktı ellerini. Yine Ahmet ustadan para istemek düşüncesi geçti aklından. Düşündü işin içinden çıkamadı. Bu sefer muhakkak istemeliydi. “Ahmet usta” dedi. Sözünün sonunu getiremedi. Biraz durdu bir daha “Ahmet usta, şimdi ben ne yapayım. Memlekete gitmek istedim. Topkapı’da şoförlere yalvardım, götürmediler…” Yine sustu. Denizi düşündü. İstanbul’dan gitmek de istemiyordu aslında. Denizi ilk defa burada görmüştü. Otobüs sabaha karşı girmişti İstanbul’a. İstanbul daha uykusundan uyanmamıştı. Deniz, ilkokulda kitaplarda gördüğü denize benzemiyordu. Bir ışık seliydi İstanbul, renk renk, pırıl pırıl bir ışık seli. Sonra vapur, arabalı vapura bindiklerinde, güverteye çıkmış uzun uzun denize, vapurun ardında kalan beyaz köpüklere, küçük dalgalara, deniz analarına, sahilden süzülüp gelen ışıklı reklamların
Yakamozlarına doya doya bakmıştı. Sabahın ilk ışıklarının İstanbul’un üzerine dökülüşlerini seyretmişti. İstanbul sabahın ilk ışıklarıyla, mahmurluğunu üzerinden atıyor, gecenin sakin İstanbul’u sabahları yollarda koşuşan insanlarla dolup taşıyordu. Ahmet ustanın sözüyle kendine geldi Hüseyin. “Benim yapabileceğim bir şey yok Hüseyin. Nüfus kağıdını otelden alabilseydin, sana bir iş bulabilirdik. Kimse nüfus kağıdı olmadan işe almıyor.” Dedi. Yine nüfus kağıdı çıkıyordu karşısına, bıkmıştı artık bu kağıtlı sözlerden. Öfkelendi, çocuk yüzünün anlamı, bakışları değişti, yanaklarına kan oturdu. İçinden bütün kağıtları yırtmak geçiyordu. Nereye gitse nüfus kağıdını soruyorlardı. Bir müddet yine sustu. Çaresizlik içinde kalmıştı. Ne yapacaktı şimdi. Nereye gidecekti. Koca İstanbul’da tek başına kalmıştı. Üstelik hem karnı aç, hem de parası yoktu. Neden bu kadar suskun kaldığına şaştı. Ahmet ustanın çıkarıp üç, beş kuruş vereceğini sanıyordu. Ahmet usta oralı bile değildi. “Bari bir yol parası verseydi” diye düşündü. Yorgunluğunu ve açlığını bir kez daha duydu. Açlıktan midesi kazınıyordu. Atölyeden çıkarken zor anlaşılır bir sesle “Allaha ısmarladık” dedi. Ahmet usta seslendi. “Dur hele Hüseyin, senin şimdi paranda yoktur.” Dedi. Cebinden para çıkararak Hüseyin’e verdi. Hüseyin geldiği gibi yine sessizce çıktı dört basamak merdiveni. İki elini pantolonunun cebine soktu. Cebinden birinci paketini çıkardı. Bir sigara yaktı. Yine Esenler’deki otele gidecekti. Başka çaresi yoktu…

Nihat Yücel
Kayıt Tarihi : 3.12.2006 17:50:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu öykü İstanbul'da 1970 li yıllarda tanık olduğum bir olaydır.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Nazmiye Kayar
    Nazmiye Kayar

    Güzel kaleme almışsınız.Normalde uzun yazı ve şiirleri okumakta konsantrasyon sorunu yaşıyorum. Fakat hikayeniz çok güzel olmuş.Sonuna kadar okudum.Acaba alabildi mi nüfus kağıdını?Başarılarınızın devamını dilerim,saygılar.

    Cevap Yaz
  • Ünal Kar
    Ünal Kar

    de vamı gelecek gibi.....

    tebrikler

    bekliyorum

    selam ve saygılar

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Nihat Yücel