Öykü Sazanova Şiiri - Rahim TAŞ

Rahim TAŞ
132

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Öykü Sazanova

Sazanova

İstanbul’u hep merak ediyordum. O zamanlar şehri terk eden herkes İstanbul’a gitmiş sayılıyordu. Başka şehirlerin adı bile pek telaffuz edilmezdi. Memleketimizin dışındaki her yer İstanbul idi. Üniversite sınavları için İstanbul’u tercih etmiştim. Bir ay önce İstanbul’da bulunan bir akrabamıza mektupla haber vermiştim. O da bana nerede inip, nereye bineceğimi mektupta güzelce izah etmişti.

Hareket günü gelip çatmıştı. Anam en sevdiği tavuğu kesip yolluk yapmıştı bana. Muska şeklinde bir torba dikmiş, iki ucuna da lastik bağladıkları torbayı boynuma geçirmişlerdi. İçinde para vardı, Üç bin lira. Babam kendi parmağına taktığı yüzüğü de parmağıma takmıştı. Çıkmasın diye de bant dolamıştı yüzüğe. Nedir bunlar diye tepki gösterdiğimde, '”Oğlum İstanbul buralara benzemez, adamın donunu alırlar üstünden de haberi olmaz.“ demiş ve babasının İstanbul’da başına gelenleri anlatmıştı. Dedem ameliyat olmak için sarı öküzün parasını cebine koyup İstanbul’a gitmiş, hastaneye yatmadan önce bir namaz kılayım deyip camiye girmiş, abdest aldığında cebindeki yükü sarı öküzün parası olan ceketi alıp gitmişler. Dedem ameliyat olamadan dönmüş. O yüzden öldü diyorlardı. İşte bu yüzden paramı muska gibi koltuk altında saklayacakmışım. Eğer çalınır veya kaybolursa yol parası yapmam için de yüzüğü satacakmışım.

Korku ve ürkeklik daha otobüse binerken başlamıştı. Yanımda oturana potansiyel hırsız gözüyle bakıyordum. Selam verenlerin de parama göz koyduklarını düşünüyordum. Uyuyorum uyanıyorum hala yoldayız. Ne bitmez bir yolmuş. Sakarya’dan sonra hangi şehir nerede bitiyor, diğeri nereden başlıyor anlayamamıştım. Her taraf bina. Levhalara bakıyorum, İstanbul 200, 190, 180.O rakamların ne olduğunu bilmediğimden, sanki levha olan yer İstanbul’muş gibime geliyordu. Önümde oturan yolcuya her on dakikada bir İstanbul burası mı diye soruyordum. Önceleri tebessümle hayır diye cevap veren adamın tavrı sertleşmişti. Bu nedenle soru sormaktan çekiniyordum, ama adam bakışlarımdaki “İstanbul burası mı” sorusuyla göz göze geliyordu.

Nihayet İstanbul’a varmıştım. Otogarda indikten sonra mektubu okuyarak akrabalarımın adresine nasıl ulaşacağımı öğrendim. Dolmuşa bindim, arkadan bir teyze para “Evladım şunu şoföre uzatır mısın” dedi, omzuma dokunarak. Geri dönüp, “teyze sen şoförle küs müsün, küs olduğun adamın arabasına niye biniyorsun dedim” Millet yerlerde. Dolmuşta kural oymuş nerden bileyim, dolmuşa bindiğim mi vardı ki.
Dolmuştan indikten sonra tarif üzerine bir kaç gün kalacağım evi buldum. Yemek, sohbet faslı hayli uzun sürmüştü. Yatmadan evvel tuvalete gitmek istedim. Banyoyu gösterdiler. Girdim banyoya ama tuvalet yok. Küvetin delikleri lavabonunkiler gibi küçük. Baktım olmayacak, sessizce dış kapıyı aralık bırakıp, evin yakınlarındaki kahveye veya camiye gidip hacetimi gidereyim dedim. Sokağa çıktım her yer karanlık. Kahvehane aradım, hepsi kapalı. Birkaç sokak dolaştıktan sonra bir cami buldum. Geri döndüğümde yolu bulamadım. Allahtan günlük kıyafetimi değiştirmemiştim. Gün ağarıncaya dek cami avlusunda beklemiştim. Sonra eve gittim, sorduklarında tuvaleti bulamadığımı, bu yüzden dışarı çıktığımı söyledim. Millet yine yerlerde. Klozetin kapağını açtılar, gösterdiler. Hiç aklıma gelmemişti tuvalet deliğinde kapak olacağı. Bizim oralarda tuvalet bahçede, evden en az on metre uzakta olurdu. Ahşaptandı. Hatta kapısına da çuval örtülürdü. Rüzgârlı havalarda çok sıkıntı yaratırdı bu durum.

Ertesi gün, gün ağarmadan yola çıktık. Erkenden sınav yeri olan Beyoğlu’na varmıştık. Sınav saatine daha çok vardı. Biraz çevreyi dolaşayım dedim. Türk filmlerinde kötü adam rolündeki Kudret Karadağ ve Süheyl Eğriboz’u görünce, korkup derhal sınav salonuna doğru hızlı adımlarla yol almıştım. Sınav çıkışı biraz Beyoğlu’nda dolaşmıştım. Haziran ayı idi. Millet neredeyse üzerindeki tişörtü de çıkaracak, ama ben ceketle dolaşıyorum, ya paramı çalarlarsa? Köyden İndim Şehre filmlerinin amatör bir versiyonu gibiydi o anlar. Ceketi üstümden çıkarmadan dolaşmıştım sokakları. Serin bir yer ararken sinemaya girdim. Hafta içi ve gündüz seansı olduğundan koltuklar bomboştu. Film başlamıştı ki, yanıma saçlarını dana yalamış gibi parlak beyaz giyimli birisi gelip oturmuştu. Bazı sahnelerde adamın bana dokunduğunu hissetmiştim. Ürkmüştüm, paramı yürütecek diye filmi bırakıp adamı izlemeye başlamıştım. Filmin arasında kaçmak isterken adamın para karşılığI ahlaksız teklifiyle karşılaşmış, kıyameti koparıp filmi izlemeden kaçmıştım.

Acıkmıştım. Bir lokantaya gittim, “bana bir kuru fasulye bir de pilav verir misiniz” dedim. Getirdiler. O sırada yan masada oturan bir grup kalkıp giderken masada ciltli defterlerini unutmuşlardı. Kaptığım gibi peşlerine gittim. Garson arkamdan hey nereye diye bağırsa da duymazlıktan geldim. Gruba yetiştim, dedim ki “defterinizi almayı unuttunuz.” Alıp açıp baktılar ve bastılar kahkahayı. “Bu bize ait değil lokantaya aittir.” Dediler, elimde geri döndüm. Garson gülmekten konuşamıyor. “Bu ne” dedim. “Menü” dedi. “Menü ne la”, “yemek listesi”, “bana niye vermediniz”, kardeş sen gelip direkt kuru fasulye istedin, meniye gerek kalmadı ki” Ben de başladım kendi kendime gülmeye.

Akşam akrabalarımla buluşup eve gidecektik. Geldiler eve gitmek üzere deniz otobüsüne bindik. Yer bulduk oturduk, akrabam tuvalete gidip geliyorum dedi. Bu gitti deniz otobüsü hareket etti. Birden bağırdım, “durun gelecek var” Millet yine yerlerde. Adamın birisi kulağıma eğildi, tuvalet otobüsün içindedir, telaş etme”. Nerden bileyim, bizim oralarda deniz otobüsünü de normal otobüs sanmıştım.

Ertesi gün denize götürdüler beni. İlk defa giriyordum. Mayolu kızlar, kadınlar, adamlar, bana cıs cıbıl gelmişti. Utandığımdan bir saat kadar soyunmamıştım. Sıkıştığımı söyledim akrabama, denizi gösterdi. Deniz hakikaten rahatlatıyormuş. Aynı gün bir de havuza götürdüler beni. Yüzme bilmiyordum, havuz da derin değildi. Suda oynadıktan sonra yine sıkıştığımı hissettim. Deniz gibi sandım. Bir baktım havuz boşaldı. Ne oluyor diye sağa sola baktığımda ne göreyim, benim olduğum yerden sanki gemi geçmiş de petrol sızdırmış suya. Tekme tokat dışarı atılmıştık.

Yıllarca buna benzer “olmaz böyle bir şey” dedirten vakaların kahramanı oldum. Lokantada, denizde, havuzda ne şekilde davranılacağını öğrendiğim için balayına yıldızlı otellerden birine gitmiştim. O zaman her şey dâhil, tam pansiyon, yarım pansiyon gibi ifadelerin ne demek olduğunu da anlayamamış, ücreti uygun diye yarım pansiyon anlaşmıştım. Ter tabanımdan çıkmıştı valizleri otelin kapısına getirinceye kadar. Valizler, üst üste poşetler iki katım görüntüsündeydi. Otelin kapısında aniden değişiverdim. Valizlerimi görevliye taşıtıyordum. Elimi kolumu sallaya sallaya odaya çıkmıştım. Görevliye filmlerde gördüğüm gibi bahşiş bile vermiştim. Oda klimalı. Görevli anahtarı kapı girişindeki yuvasına koyup gitmişti. Havludan kuğu yapmışlar yataklara. Oturmaya kıyamadım. Eşim valizleri açarken ben çevreyi kolaçan etmek için balkona çıkmıştım. Havuza ve yan balkonlara kaçamak bakışlarla bakıyordum. İçeri girdim, oda hamam gibi. Klimanın ayarlarıyla oynadım, yok çalışmıyor. Resepsiyona telefon ettim, klima bozuk diye. Teknik görevli geldi, hiç bir şey söylemeden balkonun kapısını kapattı, anahtarı yerine koydu gitti. Klima çalışıyordu. Mahcup olduk. Nerden bilelim öyle bir sistem varmış. Gülmekten yerlere yatıyoruz eşimle.

Dedim ben bir duş alayım. Girdim banyoya, fıskiye yukarıda ama hortumu yok. Uğraştım, sonunda anladım ki yukarıdaki fıskiye aşağı yukarı, sağa sola hareket ettirilebiliyormuş. Öğrendim ya, zafer kazanmış komutan edasıyla eşimi çağırıp ona da öğrettim. Şampuanı almak istedim, yerinden çıkaramadım. Çıkarmaya çalışırken tutmaçlarını kırdım. Meğer tuvaletlerdeki sıvı sabunluk gibi basınca alttan avucuna dökülüyormuş.

Lavaboda su birikince deliklerinin tıkalı olduğunu resepsiyona bildirip akşam yemeğine indik. Açık büfe, her çeşit et var. Girdik sıraya. Alışmışız ya tabldot usulü yemeğe, tepsimizi etle doldurduk ve on dakikada yedik bitti. Millet tezgâh tezgâh dolanıyor. Çeşit çeşit yemek var ama bizde yiyecek yer yok. O günü öyle geçirdik, ama halimize katıla katıla gülüyoruz. Neyse ki kolay alışmıştık. İkinci günün sonunda sanki tüm tatillerimizi yıldızlı otellerde yapmış gibi bir görüntüye bürünmüştük.

Ayrılma günü geldi. Hesap ödemek için resepsiyona yanaştım. Anlaştığımız fiyatın iki misli tutarında fatura uzattılar. Böyle anlaşmamıştık, bu ne diye tepki gösterdim. Faturayı gösterdiler, odada bulunan buzdolabında ne varsa, hepsini bedavaymış gibi yiyip içmiştik, hem de yarım yarım bırakarak. Biz bitiriyoruz dönüyoruz dolap yine dolu. Vay anasını, ne işe düştük. Param yetmiyor. Kredi kartı limiti karşılamıyor. Senet kefil derken ayrıldık, iki gün içerisinde otelin parasını denkleştirip göndermiş ve bir yıl belimi doğrultamamıştım.

Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp diyerek sazanlıklarıma kılıf uydurdum yıllarca. Sonrasında ise “her şeyin bir şeyini, bir şeyin ise her şeyini” öğrenmek için çaba gösterdim, gösteriyorum.

Rahim TAŞ
Kayıt Tarihi : 21.12.2013 15:36:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Rahim TAŞ