Öykü Kumpara Şiiri - Rahim TAŞ

Rahim TAŞ
132

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Öykü Kumpara

Kumpara

Askerliğini bitirmiş, bir gün süren otobüs yolculuğunun ardından memleketine varmıştı Cemil. Sessiz bir hüzün karşılamıştı bu kez onu. Oysa aileden birileri hep bekliyor olurdu dönüşlerinde. Kızgınlığını, kırgınlığını doldurduğu çantasını omzuna vurup mahallenin yolunu tuttu. Yol boyunca ayaklarına önce merak sonra endişe dolanıp duruyordu. Tanıdıklarıyla selamlaşıyor, tanıyamadıklarından aldığı selamları da tanıyormuş gibi yaparak tebessümle karşılıyordu. “Hoş geldin” söylemlerine yüklenmiş acıma hissi yüreğini burkuyordu. Askerdeyken önce abisini, kısa süre sonra da sevdiği kızı kaybetmişti. Yüzüne üzüntüyle bakmalarını yaşadığı ve hala atlatamadığı bu acılara bağlamıştı.

Eve yaklaştığında komşularından birinin annesine haber vermek üzere çığlık atarak koşturduğunu fark etti. Buna rağmen evde hiçbir hareket yoktu. Telaşlı adımlarını daha da hızlandırarak eve vardı. Dış kapı açıktı, ama önce pencerenin aralık duran perdesinden içeriyi gözetleyerek olup biteni anlamaya çalıştı bir süre. Annesi yatıyordu. Babası sandalyeye oturmuş başı öne eğik sigara içiyordu. Gözü odadaki varile takıldı bir an. İçinde küçük kardeşi Mustafa vardı. Şaşırdı önce, ancak kardeşinin muzırlıklarından biri olduğunu, serinlemek için varile su doldurup içine girdiğini düşündü.

“Ana, ben geldim” diye seslendi. Yanıt gelmesini beklemeden içeri daldı. Odaya naftalin kokusunu andıran ağır bir koku sinmişti. Babası yerinden kalkıp sarıldı özlemle. “ Hoş geldin oğlum, evimin direği” diye ağlıyordu. Hem de iç çeke çeke Annesi de zorlukla doğruldu yattığı yerden. Onun ihtiyar yanaklarında çığır açmış gözyaşlarının lekelerini sezmişti. “Ana, canım ana” diyerek sarıldı boynuna. Annesinin gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüverdi. Oysa hiç göstermezdi ağladığını. Sevinç gözyaşlarıdır diye düşünüp kendisini onun kollarına, dudaklarına teslim etti. “Hoş geldin yavrum.” diyordu. “Hoş geldin! .”

Kardeşi varilin içinde omzundan aşağısı suyun içinde çırılçıplak duruyordu öylece. Hoş geldin bile dememişti. “Bu niye burada? ” diye sordu annesine. Aldığı yanıt sadece bir hıçkırık olabildi. Babasına döndü, “Baba, neler oluyor, nedir bunlar, bu koku neyin nesi? ” “Gafur ilacıdır oğlum o.” dedi. Dudakları titriyordu. Duymamıştı daha önce bu ilacı ve ne işe yaradığını da bilmiyordu. Varile yaklaştı, kardeşi ne uyuyordu, ne de uyanıktı. Bir tuhaflık vardı ama ne? Şaşkınlık ve endişe kol kola girmiş etrafında dans ediyordu adeta dil çıkarırcasına. “Nedir bu gafur ilacı baba? ” dedi. Yere eğik başını kaldırdı babası, burnunu çekerek anlatmaya başladı. Sesi üşümüştü. Harfler titriyor, kelimeler soğuk ve yağışlı bir hava gibi ortalığı buza kesiyordu. “Kardeşin hasta oğlum. Bir yıldır durup durup bayılıyor. Götürmediğimiz doktor kalmadı. En sonunda hocaya gittik gafur ilacı katılmış suda bekletin dedi. Oğlum kardeşin ağabeyinin acısını unutturdu bize.”

Hacıya hocaya hiç itibar etmemişti o güne dek. Kızgınlığını belli etmedi. Babasını anlamaya çalıştı. Çaresizliğin insana neler yaptırdığını, neler yaptırabileceğini düşündü. Öyle ya, insanlar hep umut peşinde koşmaz mıydı? Bir umuttu işte babasınınki de. “Bu böyle hacıyla hocayla olmaz baba” dedi ve kardeşinin varilden çıkardı. İtiraz etmedi babası. “Oğlum ben iyi düşünemiyorum. Bu evin babası da ağabeyi de sensin artık.” diyerek evden çıktı.

”Aç mısın” dedi annesi. “Açım anne, hem aç olmasam da senin yemeklerini özledim, hadi hazırla bir şeyler de kardeşimle yiyeyim.” dedi sahte bir neşeyle. Annesi mutfağa gidince kardeşiyle konuşmaya, onu konuşturmaya çalıştı bir süre. “Beni tanımadın mı Mustafa? Kardeşim neyin var senin? Mustafa! ” Ne yapsa konuşmuyordu. Gözlerini kırpmadan, bir noktaya demirlemiş, öylece bakıyordu. Dürttü, salladı, ama kardeşi kendinde değildi adeta. Annesi bir tabakta peynir ve elleriyle pişirdiği tandır ekmeği ile girdi içeriye. “Sen bunu atıştır yemeği birazdan hazırlarım.” dedi. Kardeşini yatırıp, peynirden bir parça ekmeğin arasına koyup diğer odaya geçti. Hiçbir şey bıraktığı gibi değildi, hiçbir şey… Ne yapabilirim, nerden başlayabilirim düşünceleri ile boğuşurken yorulmuş uyuyakalmıştı.

Küçük kız kardeşinin yüzünü yıkayan buseleriyle uyandı. “Ağabeyim” diye sarılıp öpüyordu. “Kız amma da boy atmışsın sen, canım benim” deyip kucağına alarak sofraya oturdu. “Gene mi erişte, bıktım ya her gün erişte, her gün erişte, ben yemiyorum” diye ağlayarak sofradan kalkan kız kardeşini güçlükle yatıştırdı. Elinden tutup odadan çıktı. Mutfağı dolaştı, dolaplara baktı. Bomboştu. Biraz peynir ve erişteden başka bir şey yoktu. Her tarafa yoksulluğun acıtan izleri sinmişti.

“Ağabey, sabah peynir, akşam erişte yiyoruz her gün” dedi kız kardeşi. “Üzülme artık, bak ben geldim, her şeyi alırım. Sen bana canın ne istiyor onu söyle dedi. Kardeşinin yüzündeki bulutlar dağılmıştı sanki. “Kuru fasulye istiyorum, bir de et istiyorum, alır mısın? dedi gülümseyerek. “Alırım tabi”, “Domates de alır mısın? ”, Alırım ya…” “Karpuz? ”, “Onu da…” “Bir de eti puf…” dedi çocukça bir şımarıklıkla. “Tamam, bir de eti puf…” dedi acıları azaltan bir tatlılıkla. “Ağabey önlüğüm de eskimiş, rengi de solmuş. Bu yıl okul bitiyor ama okul açıldığında bana yeni önlük de alır mısın? ” Gözleri ıslanmıştı. Sarıldı kız kardeşine sımsıkı, sarıldı ve ağladı.

Kapıya dikilen komşunun oğlu “Aysun baban evde mi? ” diye soruyordu. Babası içerden duyup gelmişti yanlarına. “Amca babam paraya sıkışmış.” Dedi bıyıkları yeni terlemiş delikanlı. “Tamam oğlum, babana selam söyle yarın vereceğim.” diyerek çocuğu gönderdi. “Hayrola baba? ” diye merakla sordu ama borç meselesi olduğunu anlamıştı. “Oğlum geçen ay sana göndermek için ondan almıştım, onu istiyor.” dedi babası başını önüne eğerek. “Ya diğer aylar? ” “Her ay birinden almıştım.” Bu konuşma beynine kurşun gibi saplanmıştı. Üç kardeş çalışıyorlardı askere gitmeden önce. Hem ek iş bile yapıyorlardı. O zamanlar eve çok para giriyordu. Ağabeyinin ölümü, kardeşinin hastalığı, üstüne bir de askerlik tüm kaynakları kurutmuştu. Sarsıldığını belli etmemeye, askerlikte yaşadığı, gördüğü komik anları anlatarak herkesi güldürmeye çalışıyordu. Başka nasıl atlatılabilirdi ki bu duygusal sarsıntılar. “Üzülmeyin, her şey düzelecek” diyerek diğer odaya geçti.

“Çok para lazımdı, çok. Hem de tez zamanda.” Kafası karışmış, yüreği daralmıştı. Önce kardeşinin, sonra babasının, annesinin iyi bir tedaviye ihtiyacı vardı. Aklından hesaplar yapıyordu. Onca hayvandan bir tane inek kalmıştı. “Ya o da olmasaymış? ” dedi kendi kendine. Küçük kız kardeşine süt bile alamayacak duruma geleceklerdi belki. Sıkıntıyla oflayarak dışarı çıkıp, duvarın dibine çömeldi. Bir sigara yaktı. Aysun yanına gelmişti. Gözlerini ayırmıyordu üstünden, belli ki çok özlemişti. “Mahalle de ne var ne yok? ” diye sordu kız kardeşine. Onun bıcır bıcır konuşmalarından, Filiz’in düğününde çok takı takıldığı ile Ayşe teyzenin kocasının öldüğü aklında kalmıştı en çok. “Çok para lazım, çok, hem de tez zamanda” diye söylenerek içeri girdiğinde Filiz’in takıları kulaklarında şıngırdıyordu. Ayşe teyzenin kocası cimri bir zengindi, mutlaka çok para bırakmıştır düşüncesi uykusunu kaçırmış, sabaha kadar kendince planlar yapmıştı.

Uyandığında iş aramak için kahvaltı etmeden çarşıya indi. Mesleği mobilyacılıktı. İyi de bir ustaydı. İş bulacağını biliyordu, ama o en fazla aylığı verecek olanı arıyordu. Hemen başla demişti sigorta bile yaptıracak olan patron. Kabul etti ve işe başladı. Çalışmakla gideremeyeceğini biliyordu içinde bulunduğu sıkıntıları. Makinelerin sesi, kulağında şıngırdayan Filiz’in takılarının sesini bastıramamıştı. Patrona fazla mesai yapma isteğini söyledi. “Sen bilirsin” diyerek kararı kendisine bırakmıştı o da. İlk gün erken çıkmıştı işten. Biraz avans alıp, kuru fasulye, et, domates, karpuz alarak eve gitmişti. Giderken önce Filiz’in, sonra Ayşe teyzenin evinin etrafında birkaç tur attı. Evlerin tek katlı olması ve pencerelerinde parmaklık olmadığından planını rahatça uygulayabileceğini düşündü. Gece yarısı evlerin etrafında bir tur daha attı. Ayşe teyzenin ışıkları kapalıydı. Filiz’in evinde ise sadece bir odanın ışığı açıktı. Evleri de odaları da biliyordu. Ayşe teyzenin erken, Filiz’in ise kocası işe geç gittiği için geç yattığını öğrenmişti. Bundan iyice emin olmak için birkaç gün hem işe giderken hem dönüşte evlerin etrafında tur atıyordu.

“Ağabey, Filiz’in kocası araba almış” dedi Aysun. “Hıııı” dedi. Mahallede olup biten her şeyi Aysun anlatırdı. “Neyle almışlar arabayı? ” diye sordu kız kardeşine. “Düğünde takılan altınları bozdurmuşlar. Ağabey bir görseydin Filiz’i, ağzı kulaklarındaydı. Bir kez daha “Hıııı” dedi ve kulağında çınlayan şıngırtıların kaybolduğunu fark etti. “Ağabey bir gün bizim de arabamız olacak mı? ” diye sordu. “Olur tabi, neden olmasın, ama önce sana bir önlük alalım.” dedi ve kız kardeşini öptü. Aklında artık Ayşe teyzenin cimri zengin kocasının bıraktığı paralar vardı. Tüm planlarını onun üstüne kuruyordu.

Birkaç gün geçmişti aradan. Bir gece elinde bir karton ve yapıştırıcı ile Ayşe teyzenin evinin pencerelerinden birine yaklaştı. Pencerenin camına yapıştırıcıyı sürüp kartonu yapıştırdı. Camın bir köşesine yumruğunu vurdu. Yuvasından çıkmıştı cam. Kırıklar kartona yapıştığından hem ses çıkmamıştı hem de yerlere kırıklar dökülmemişti. Parmaklarının ucunda dolaşıyordu evin içinde. Açmadığı kapak, çekmece kalmamış, bir şey bulamadan girdiği pencereden çıkmıştı. Kullandığı eldivenlerin içine taş doldurup, cam kırıklarının yapışık olduğu kartonla birlikte şehrin ortasında geçen çaya atmış ve işten geliyormuş gibi eve dönmüştü.

Gece boyunca yaptığının utancını hissetti içinde. Kendini ayıplıyordu. Ya bir gören olsaydı, ya Ayşe teyze uyansaydı. Mahallede hep iyi bilinen, herkesin takdir ettiği biriyken, adının hırsıza çıkması hem kendini bitirecek hem de ailesine yeni bir acı yaşatacaktı. Duyduğu pişmanlık uyutmadı gece boyunca. “Ağabey, Ayşe teyzenin evine hırsız girmiş.” dedi Aysun. “Yaaa, kimmiş, bir gören olmuş mu? ” diye sordu tedirginlikle. “Gören eden olmamış.” “Ayşe teyze bir şey duymamış mı? ”, “Duymamış. Hırsız camdan girmiş ama camı nasıl çıkarmış herkes ona hayret ediyor.” ”Bir şey götürmüş mü? ” derken artık iyice rahatlamıştı. Yok. Hem kadının nesi var ki? Kocası ölmeden önce bütün parasını ilk karısından olan çocuklarına vermiş.” Kimsenin görmemiş olmasına çok sevinmişti. “İyi bari Ayşe teyzeye zarar vermemiş.” dedi, alnından boşalan teri gömleğinin koluna silerken.

Tek başına banka da soyulmazdı ki! . Kuyumcuların dekorlarını yaparken alarm sisteminin nasıl çalıştığını da öğrenmişti ama… “Çok para lazım, çok, hem de tez zamanda.”

“Buyur amca.” dedi, atölyenin önüne konulmuş çeyiz sandıklarına bakan köylüye. “Kızı evlendireceğim, çeyiz sandığı lazım.” dedi köylü. “Verelim amca, uygun da sayarım.” “Oğlum alması bir şey değil de, onu köye nasıl götüreceğim ben? Köyün bir minibüsü var, yolcuyla birlikte un çuvallarını da o götürür. Üstüne konulan meyve sebze sandıklarını da sayarsak bu sandığı götüremem ki köye.” dedi köylü amca. Bu konuşma beyninde şimşekler çakmasına sebep olmuştu. İş ararken dolaştığı atölyelerde atıl kalmış, modası geçmiş birçok mobilya görmüştü. O gün izin aldı ve tüm atölyeleri ve mağazaları yeniden dolaştı. Eski, modası geçmiş, hasarlı olan tüm ürünleri maliyetinin yarı fiyatına ve parasını da sonra vermek üzere anlaştı. Arkadaşı Adnan’ın traktörü vardı. Ekin mevsimi bittiğinden traktörü boştu. Adnan’ı buldu ve aldığı tüm mobilyaları eve taşıyıp ahıra doldurdu. Ahırı küçük bir atölyeye çevirmişti. Eve de bir hareket getirmişti bu iş. Kiminin elinde zımpara, kiminde boya, kiminde çekiç. Mobilyaları onarıp, boyuyor kullanıma uygun hale getiriyorlardı.

“Adnan, traktörü yanaştır, köylere gideceğiz”, “Hangi köylere? ” dedi Adnan. Önümüze çıkan her köy” dedi zeki bakışlarını fırlatırken. Adnan traktörü yanaştırdı, römorkuna onardığı mobilyaları yükledi ve yola düştüler.

Türk filmlerini çok severdi. En çok Kadir Baba rolüne bayılırdı. Kadir Baba karakteri onun idolü olmuştu hep. Kadir Baba arabulucuydu. İyilere de kötülere de tarafsızca akıl veren, sözü dinlenen, saygı duyulan, kimseye zarar vermeyen ve kimseden zarar görme ihtimali olmayan biriydi onun için. Kendisi de çalıştığı yerlerde, bulunduğu ortamlarda hep Kadir Baba gibi davranırdı. Yol boyunca köylerdeki Kadir Babaları nasıl öğreneceğini, onlara nasıl ulaşabileceğini düşünüyordu. Köy girişinde bulunan mezarlığın çevresinde kovboyculuk oynayan çocukların yanında durdu. Mezarlığı dolaştı. Mermerden yapılmış diğer mezarların yanında anıt gibi görünen mezarın kime ait olduğunu sordu çocuklara. Köyün ileri gelenlerinden olduğu belliydi. Çocuklardan birini yanlarına alarak köyün Kadir Babası diye düşündüğü kişinin evinin önüne geldi. Adama bir sehpa hediye etti. Amacı köyün Kadir Babasının mobilya aldığı havası yaratmaktı. Bunu gören köylülerde mutlaka alacaktı. Zaten hepsinin derdi ihtiyaç duyduğu mobilyaları köylerine nasıl getirecekleri değil miydi? Bekledikleri fırsat ayaklarına kadar gelmişti işte. Aynen düşündüğü gibi gidiyordu her şey. Köylülerden kimi sandık, kimi karyola, kimi büfe, kimi gardırop almıştı. “Parayı dert etmeyin.” diyordu köylülere, “Hasat zamanı verirsiniz.” Evde onardığı tüm mobilyaları bu şekilde dağıttı köylerde. Para veren de olmuştu köylülerden, ama o paralar traktörün mazotuna ve Adnan’ın sigarasına anca yetiyordu. Kiminden kuzu, kiminden koyun almak üzere anlaştı. Köylü sözünün eridir, kandırmaz, günü geldiğinde mutlaka borcunu öder inancındaydı. Mutluydu. Hem maliyetinin yarı fiyatına aldığı ürünleri onararak eve hareketlilik getirmiş, hem de birkaç misli fiyatına satmıştı. Köylüleri de eşya taşıma derdinden kurtarmıştı üstelik.

Üç ay boyunca gece gündüz çalışıp evi geçindirme uğraşı verdi. Kimi zaman yemek yemeye bile mecali kalmıyordu yorgunluktan. Ama yaptığı hesaplara göre çok para kazanacağını biliyor, bu düşünce onu diri tutmaya yetiyordu. Alacaklarını tahsil etme zamanı gelmişti. Evde hayvanlarının olmasına rağmen, kendisi hayvandan, sürüden anlamazdı. Babasını da yanına alarak köylere gitti. İşaret koyduğu kuzular bile artık koyun olmuştu. Köylülerin kimi koyun, kimi para vererek borçlarını ödüyordu. Ölenlerin yakınlarından, maddi durumu iyi olmayanlardan da dua alarak geri dönmüşlerdi. İki yüzden fazla koyunları olmuştu. Daha büyük bir ahır kiraladı. Babası her gün üç beş koyun satıp diğer koyunlara yem alırdı. Birkaç gün böyle sürdü. Ama bu durum hoşuna gitmiyordu. “Baba böyle giderse sermayeyi kediye yükleyeceğiz.” dedi ona. “Ne yapalım oğlum? ”manasında ellerini iki yana açtı babası. “Bunları topluca elden çıkarmamız gerek, böyle tek tek olmaz.” Bir yolu olmalıydı bunun. Aklına gömme dolap yaptığı Et Kombinası Müdürü gelmişti. “Ben hemen geliyorum baba.” dedi ve ahırdan ayrıldı. “Müjde baba” diye sevinç çığlıkları atarak döndü babasının yanına. “Ne oldu oğlum? diye şaşkınlıkla sordu babası. “Yüz koyunu kombinaya sattım.” Koyunlardan yüz tanesini alıp kombinaya götürdüler. Eve döndüklerinde masanın üstüne serdilerdi demet demet paraları. Birbirlerine sarılıyor, sonra paraları sayıyorlardı. Çok paraydı. O kadar parayı hiçbir arada görmemişleri o güne dek. “Seninle gurur duyuyorum oğlum.” dedi babası. “Dur baba” dedi, “Hele ötekileri de satalım, o zaman daha çok gurur duyacaksın.” Hesaplarına göre ellerindeki paranın yarısı borçlarını kapatmaya yetiyordu. Geride kalan para ve koyunlarla tüm ihtiyaçlarını giderecek hatta kendisine iş yeri bile kurabilecekti. “Ana, o büyük leğeni kaldır artık ortadan, sana çamaşır makinesi alacağım.” dedi, kadının ne zaman sonra ilk kez gülümseyen yüzüne bakarken. “Bir sağa bir sola…” derken de bedenini sağa sola oynatıyordu. Neşeleri yerine gelmişti. “Ha ikinci bir emre kadar erişte de pişirmeyeceksin.” diyerek kız kardeşine gülümsedi.

“Baba, ben kardeşimi yarın Ankara’ya götüreceğim.” dedi, at arabasından televizyon, çamaşır makinesi ve buzdolabını indirirken. “Sen ağabeyimin mezarını yaptırır mısın? ” Gözleri bir kez daha dolan babası “Tamam oğlum” dedi. “Bu poşet senin Aysun”. Aysun bir poşet dolusu eti pufu görünce art arda birkaç tanesini yemeye çalıştı. “Kız boğulacaksın yavaş ol, hepsi senin korkma kimse almaz.” diyerek gülüştüler.

On beş günlük bir tedavinin ardından doktor, “Mustafa’nın ne fiziksel ne de ruhsal bir sorunu yok. Çocuğu uyuşturucu etkisi fazla olan ilaçlara alıştırmışlar, ilaç almadığı zaman kendisini kötü hissediyormuş. Bir hap yazıyorum. Hiçbir etkisi yok sadece ilaç alıyorum hissi uyandıracak.“ diyerek, tekrar doktorlara gitmelerine gerek olmadığını söyledi. Mustafa eski haline dönmüştü. Evde bayram havası esiyordu. Sofrada ağabeyinin oturduğu sandalye de boş kalmasaydı her şey eskisinden daha güzel olacaktı ya. Ama hayat devam ediyordu; acısıyla tatlısıyla, sevinciyle hüznüyle.

Evlerinin önünde hiç resmi araba durmamıştı. “Hayırdır! ” deyip dışarı çıktı. Araba kombinanın arabasıydı. “Cemil sen misin? ” diye sordu şoför. “Evet benim, ne oldu? ”, “Müdür bey seni çağırdı.” Arabaya bindi ve yola koyuldular. Sorularına yanıt vermiyordu şoför. Acaba hayvanlarda hastalık falan mı çıkmıştı? Paranın da çoğunu harcamışlardı. Ya Müdür parayı geri isterse, ne yapacağım diye endişeli düşüncelerle Kombina Müdürünün odasına çıktı. Oldukça lüks döşenmiş odada Müdürün işaret etmesiyle kabul koltuğuna oturdu. Müdürün tebessüm göstermesi endişelerini azaltmıştı. “Ya sen nerdesin, günlerdir seni arıyorum ben.” diye serzeniş içeren sözler sarf etti Müdür. “Ankara’daydım, kardeşimi doktora götürdüm.” diyebildi. “Senin koyunlar…” dedi cümlesini bitirmemişti Müdür. “Ne olmuş benim koyunlara? ” diye karıştı söze, kaşlarını çatarak. “Senin koyunlar duruyor mu elinde? ”Rahatlamıştı. Ucuna oturduğu koltukta arkasına yaslandı “Evet, duruyor.” dedi. “İhracat yapacağız, komşu ülkeye. Hem fiyatını da artırıyorum.” dedi. “Hemen alıp geliyorum. “ diyerek odadan hızla çıkarken Müdürün “çayını bile içmedin Cemil” sözünü duymamıştı bile.

Koyunları kombinaya teslim etmiş, elinde torbayla eve dönüyordu. Gözü Ayşe teyzenin naylon takılı penceresine ilişti. Hemen çarşıya dönüp bir camcı getirdi ve pencerenin camını taktırdı. Ayşe teyzenin ettiği dualar utancını biraz olsun azaltmıştı o an. Eve vardığında torbanın içini masanın üstüne boşalttı. İlk sattığı koyunlar mobilyaların altı katı kadarken, ikincisi sekiz katını buluyordu. Üstelik hem kendinin hem de babasının borçlarını da ödemişti. “Baba, ben kendime iş yeri açacağım.” dedi. “Aç oğlum, kardeşin de yanında olur. Ben de..” Gözlerindeki ıslaklıkların ışıltıya dönüşmesinden herkes memnundu. Hem de üç ay gibi kısa bir zamanda. “Şehrin en iyi atölyesini açacağım baba, bütün makineleri getireceğim” dedi. Televizyonda da Türk filmi vardı. Anasının demlediği çayı yudumlarken filmde Kadir Babanın görüneceği sahneleri bekliyordu.

Makinelerin fiyatları, işyerinin kirası ve malzeme için elindeki para yeterli gelmiyordu, şehrin en iyi atölyesini açmak için. Herkese benzemek istemiyordu, her şeyi farklı olmalıydı düşüncesindeydi hep. Ortak aradı bir süre, ama düşündüklerini gerçekleştirebilecek cesarete sahip kimseyi bulamamıştı. Yeni planlar yapıyordu. Beynindeki cinler üç vardiya çalışıyordu adeta.

“Çok para lazım, çok, hem de tez zamanda.” diye sayıklamaya başlamıştı uykusunda, gülümseyerek.

11 Mayıs 2009

Rahim Taş

Rahim TAŞ
Kayıt Tarihi : 14.5.2009 22:47:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Rahim TAŞ