Öykü Halı Şiiri - Rahim TAŞ

Rahim TAŞ
132

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Öykü Halı

Halı

Kızların yanaklarından buselerle öpüldüğünde hamile kalacaklarını sanıp, öptürmemek için direnç gösterdiği yıllarda ergenliğe adım atmış bir delikanlıydı Ali. Arkadaşlarının ballandıra ballandıra anlattığı öpme eylemlerinin abartıldığını biliyordu, ama anlatacak bir hikâyesi olmadığı için de içten içe kendini yiyip bitiriyordu. Bırakın öpmeyi, bir kızla konuşmaya bile cesareti yoktu Ali’nin. Kendini Cüneyt Arkın’ın mahalle şubesi sanan tipsiz İsmail’in bile kız öpmüşlüğü Ali’nin çileden çıkmasına yetiyordu. Yakışıklı sayılmazdı Ali, ama öyle yüzüne bakılmayacak kadar da çirkin değildi. Hani şöyle saçlarına biraz jöle sürüp dana yalamış gibi parlatsa, abisinin geniş pantolonlarını, ellerini kapatacak kadar uzun kollu ceketlerini giymese, ayakkabılarının çamuruyla sokağa çıkmasa, azcık kendine özen gösterse, işi daha kolay olacaktı ya, ama Ali kendine bakmayı bile bilmiyordu. Beni seven böyle sevsin diye beceriksizliğini örtmeye çalışırdı. Ali’nin aksine İsmail yüzsüzün tekiydi. Gördüğü her kıza laf atar, onun yüzünden Ali de küfür yerdi.

Ali bir gün yine arkadaşlarının abartılı hikâyelerinden sıkılmış, morali bozuk bir halde eve dönüyordu. Kapı komşuları Leyla “Hayırdır Ali? Selam vermeden geçmezdin” diye seslendi. Ali “Pardon abla, dalmışım” diye tebessüm etti. “Hayrola, Selda’yı mı düşünüyorsun” dedi Leyla. Ali’nin gözleri parlamıştı. Selda, Leyla’nın kardeşi idi. Ali Selda’ya hiç yan gözle bakmamıştı. “Nerden çıkardın abla” dedi. “Seni gidi yürek yakan seni” dedi ve kıkırdayarak eve girdi. Ali öylece kalakalmıştı. Şimdi Leyla ablası durup dururken niye Selda dedi ki? Acaba farkında olmadan bir yanlışım mı oldu? Leyla abla da oku atıp yayı saklıyor” diye düşünerek Leyla ablasının kapısını çaldı. “Leyla abla, kafama takıldı, neden öyle dedin” diye sordu başını kapı aralığından uzatan Leyla’ya. O sırada arkada bir ses “Abla kimmiş gelen” Leyla tebessüm ederek, “Gel Selda gel, Ali gelmiş.”, “ Ali miiiii? ” Selda öyle bir Ali demişti ki, Ali kendini Leyla’nın Mecnun’u, Aslı’nın Kerem’i sanmıştı o an. Biraz utangaç bir tavırla Leyla’dan boşalan kapı aralığından başını çıkardı Selda. “Hoş geldin Ali” dedi. Ali’nin tüm yağları erimişti. O kadar yakındı ki Selda, dudaklarını büzüştürse yanağına değecekti. “Hoş buldum” dedi titrek sesiyle. “Hiç beni gördüğün yok Ali” dedi Selda. Sitem yüklemişti cümlesine. Ali “evden çıktığın yok ki göreyim” dedi. “Evden çıkmamı sağlayacak biri olsa çıkarım elbet, en azından pencereye” cevabı geldi Selda’dan. Ali heyecandan kekelemeye başladı. “Şeyyyyy” diyebildi sadece. Selda bir şey hissettirmiş, Ali ise çok şey hissetmişti. Birden aklına arkadaşlarının abartılı hikâyeleri geldi. “Gel kulağına bir şey diyeceğim” dedi Selda kulağını yaklaştırınca Ali yanağına buseyi kondurup kaçtı.

Ali mutluydu. Harika hissediyordu kendini. Islığıyla çalmadığı şarkı kalmadı uzunca süre. Arkadaşlarının abartılı hikâyeleri artık etkilemiyordu Ali’yi. Leyla ablasına teşekkür ediyordu sürekli. Nerde görse, ne zaman görse mutlaka hal hatır sorar, sohbetini uzun tutmaya çalışırdı. Belki Selda’dan söz eder diye. Leyla ablası da Ali’yi düş kırıklığına uğratmazdı. Ayrılırken “Selda’ya iletmek istediğin bir not var mı Ali “ diyerek Ali’nin Selda’ya bir şeyler söylemesine davetiye çıkarırdı. Selda’nın da evden dışarı çıkma nedeni vardı artık. Bazen Ali’nin geliş saatine yakın kapı önünü süpürmek, bazen pencere silmek bahanesiyle dışarı çıkardı. Sözsüz anlaşırlardı. Arada bir Leyla postacılık yapar, Ali’nin küçük mektuplarını Selda’ya, Selda’nın cevabını Ali’ye ulaştırırdı.

Gece buluşmaları başlamıştı. Duvar diplerinde cilveleşiyor, okuduğu şiirlerin dizelerinden bazılarını Selda’ya söylüyordu yarım yamalak. Selda mest oluyordu. Selda aşk, Ali ise arkadaşlarına anlatacağı hikâyelerin peşindeydi. Buluşmaların birinde, Selda’yı öpmek istedi, Selda direndi, yanaklarını ellerinin içine aldı. Zorla da olsa buseyi konduruverdi Selda’nın yanan yanağına. Selda’da heyecanlanmıştı. Heyecanını belli etmemek için “Eyvah hamile kaldım” dedi gülerek. Ali cebinden mendilini çıkarıp Selda’nın yüzünü sildi, “Aha da kürtaj yaptım, artık korkmana gerek yok”. dedi. Selda bozulmuştu. Hızla kaçtı Ali’nin yanından. Ali Selda’nın niye bozulduğunu anlayamadı. Belki Selda da anlayamamış veya anlatamamıştı. Ama bir daha Ali ile görüşmedi. Ali ise çekingenliğini üzerinden atmış, İsmail’i solar hale gelmişti. Hatta diğer arkadaşlarına taktikler bile veriyordu. Ali hızlı çapkın bir delikanlı olup çıkmıştı. Kendi bedenine uygun giyiyordu. Ağzı laf yapmaya da başlamıştı. Yeni tanıştığı her kıza aynı şiiri okuyor, aynı sözcüklerle asılıyordu. “Benim için tüm kızlar eşit, kimseye ayrıcalıklı davranmam” diye pişkinlik bile gösteriyordu. Bazen kızların anneleri oğlunuz kızımızı rahatsız ediyor diye annesine şikâyete gelirdi. Ali’nin arkadaşlarına anlatacak o kadar hikâyesi birikmişti ki, askere gitmeseydi hikâyeleri roman bile olurdu.

Annesi, Ali askerden dönünce, bu çocuk gene rahat durmayacak, bir an önce baş göz edelim düşüncesiyle her gün yeni bir aday buluyordu. Gözüne kestirdiği kızları hamama çağırır, uzman gibi baştan aşağı süzüp, sonra da gelip oğluna anlatırdı. Ali annesinin bulduklarını beğenmezdi. Bir keresinde annesi “Ali, Seher teyzenin kızına bir baksan, nasıl da serpilip büyüdü, güzelleşti. Öyle güzel dantel yapıyor ki, civcivleri yemlemesi bile çok güzel” demişti de, Ali de “Anne ben civciv miyim” diye çıkışmıştı. Ama annesi pes etmiyordu, “Ben sana köyden bir kız alacağım, şehirdeki kızlardan gelin olmaz, hepsinin aklı havada” diye tekrarlayıp duruyordu. Ali ise inatla “Hayır ben şehirden evleneceğim, tahsilli olsun, bulmaca çözerken takıldığım soruya cevap verip beni tamamlasın” diye düşündüklerini sıralıyordu annesine.

Çok geçmeden, annesi bir düğünde kadınlarla konuşurken oğluna kız aradığını dile getirip, konu komşuyu öneriler getirsinler diye harekete geçirmişti. Bu konuşmalara yan masadan kulak kabartan Gülizar teyze, “benim yetişmiş, kısmetlerini bekleyen üç kızım var” demişti. Gülizar’ı ve kızlarını tanıyan birkaç kadın da “evet, Gülizar’ın kızları çok güzel ve çok beceriklidir” diye övgü dolu sözler söyleyince, Ali’nin annesinin iştahı kabarmış, Gülizar’a oğlunun kızlarını görmesi için olanak sağlamasını istemişti. Oğlanların tek başına kız bakmaya gitmesi görülmüş duyulmuş bir şey değildi. Kızın babası var, abisi var, amcası var, dayısı var, var oğlu var. Her biri ayrı bir tehdit unsuru. Gülizar, kızların halı dokuduğunu ve bunları sattıklarını, Ali’nin halı almak amacıyla gelip kızları görebileceğini söylemesi Ali’nin annesinin de aklına yatmıştı. Heyecanla eve gelip oğluna durumu anlatmış, Ali ise hem ısrarcı olan annesini kırmamak, hem de, halı tüccarı alma planının kendisini eğlendireceğini düşünerek, yanına İsmail’de alıp halı bakmaya gideceğini söylemişti.

Gülizar, kararlaştırılan günün sabahında kızlara tezgâha oturmamalarını, akşama halı almak için birilerinin geleceğini, bu yüzden hem eve hem kendilerine çeki düzen vermelerini istemişti. Hanenin erkeklerinin de fazla dikkatini çekmemek için tek çeşit börek yapmalarını da ayrıca tembihlemişti. Kızlar annelerine “halı mı alacaklar bizi mi, biz niye tezgâha oturmuyoruz, kendimize çeki düzen veriyoruz ki? Diye söylenseler de, annelerinin “sallanmayın işinize bakın, bayramlıklarınızı giyin” çıkışı üzerine, Hacer’in söylediği türküler eşliğinde işe koyulmuşlardı.

Hacer üç kız kardeşin en küçüğü idi. Yaşları yakın olduğu için üçüz gibiydiler. Hacer, evin son beşiği olduğu için biraz şımarık ve ablalarına göre daha rahat bir kızdı. Tüm türküleri bilirdi. Ülkeleri, başkentlerini bile biliyordu. Matematiği de iyiydi, hesapları kafadan çabucak yapardı. Yürüyen hesap makinesi demeleri bu yüzdendi. İlkokulu bırakmıştı ama okumayı bırakmamıştı. Köyün öğretmeninden kitaplar alır, kitapsız kaldığı zamanlarda gazetelerden yapılan kese kâğıtlarını özenle açıp, eski haberleri okurdu. Köyün çokbilmişi idi. Cadı bile derlerdi Hacer’e. Güzeldi de, aya sen doğma ben doğayım, güneşe sen çıkma ben çıkayım, yıldıza sen kayma ben kayayım dercesine bir güzelliği vardı Hac er’in. Güzel olduğu için kimseyi beğenmez diye kimse cesaret edip istemeye gelemiyorlarmış. Ablaları da güzelmiş ama Hacer bir başka güzelmiş.

Ali, yanında İsmail ile köye ulaşmış, kızların babası karşılamış, birlikte eve varmışlardı. Hoş geldin faslından sonra kızlar misafirlerine birer birer görünmeye başlamışlardı. Biri saçlarını atkuyruğu bağlamış, biri örgü yapıp omuzdan göğsüne sarkıtmıştı. Hacer’in saçları açıktı. Sarıya kaçan rengiyle, sanki güneş ışıklarının yansıması gibiydi beline kadar uzanan saçları. Ali, hane halkına çaktırmadan diziyle İsmail’i dürtmüştü. Bu dürtme sakın ha Hacer’e bakma, o benimdir manasındaydı. Ablaları İsmail’e bırakmıştı. Bakmıyordu onlara Ali. Bir yandan babasının sorularına yanıt veriyor bir yandan da kaçamak bakışlarla Hacer’e bakıyordu. Ali çayı yavaş yavaş içiyor, böreği yavaş yavaş yiyordu, daha çok kalabilmek için.

Kızlar şaşırmıştı. Halı almak için genelde orta yaş üstü adamlar gelirdi. Bu kez iki genç. Köyün gençleri gibi de değildiler üstelik. Sakal yoktu yüzlerinde, ahır da kokmuyorlardı. Üstelik pantolonları ütülü, jilet gibiydi. Öyle yatak altında düzeltilmiş değildi. Mutfakta “böyle de halı tüccarı mı olurmuş, belki de bizi görmeye gelmişler” diyerek, gençleri aralarında paylaşmışlardı. Hacer’e pay düşmüyordu, ama Hacer buna üzülmüyordu.

Sıra halılara bakmaya gelmişti. Kızların her biri bir halı getirip yaymıştı misafirlerinin ayakaltına. Gelmeden halı konusunda biraz bilgi edinen Ali, halılara bakıp, altını üstünü inceliyordu. Baktığı her halıya beğenmemişçesine yorumlar yapıyordu. Yok deseni iyi, yok çift ilmek, tek ilmek, dedikçe Hacer kaşlarının alnının ortasında birleştiriyordu. Ne emek verip dokumuşlardı. Koyunu kendileri kırpmış, yünü ip haline kendileri getirmiş, yine kendileri boyamışlardı o ipleri. Her ilmekte ayrı bir emek, her desende ayrı bir göz nuru vardı. Duvar halılarına tek ilmek, daha dayanıklı olsun diye taban halılarını çift ilmek atarak dokuyorlardı halıları.

Sonra birkaç halı daha getirdi kızlar. Üç halı finale kalmıştı. En büyük ve ortanca halı, çift ilmek ama deseni iyi değildi. Küçük halı ise deseni çok güzel, ama tek ilmekti. Olsun dedi Ali, ben bunu beğendim. Ortanca halıyı da İsmail beğenmişti. Gülizar anlamıştı. Küçük halı Hacer idi. Deseni güzel, biraz şımarık olduğu için Ali onu tek ilmek olarak söylemişti. Zaten Gülizar’dan başkası da anlamamıştı. Ali, Hacer’in babasına beğendikleri halıları almak için annesini göndereceğini söyleyip ayrıldı. Aklı halıda kalmıştı.

Eve gelir gelmez “anne çabuk gidin o halıyı alın gelin” deyivermişti. Annesi, “ne halısı oğlum” diye sorunca Hacer yerine halı dediğini fark etmişti. Tek ilmekmiş, varsın olsun o ki deseni güzel. Ben ilmeğine mi sarılıp yatacağım sanki. Hacer aklını başından almıştı Ali’nin. Bir ay bile geçmeden Ali Hacer’i halıya dürüp getirmişti, birlikte yaşlanmayı düşündüğü iki göz eve.

O günden sonra arkadaşları Ali’yi göremez, hikâyelerini dinleyemez olmuşlar. Ali tüm hikâyelerini Hacer’le yazmaya ve sadece Hacer’e anlatmaya başlamış. Her hikâyesinin kahramanı Hacer olmuş. Ali işten eve, evden işe. Hatta bazen işi kırıp eve bile geliyormuş.
Eeee, ne demiş atalarımız; “Avradın çirkin ise, ne işin var ölü evinde, ölü senin öz evinde, gir ağla, çık ağla. Avradın güzel ise, ne işin var düğün evinde, düğün senin öz evinde, gir oyna, çık oyna”.

Ali hala oynuyor, bize de Ali’ye figür önermek düşüyor. Ali arada diz kır, Ali arada horon da tep, Ali…Oooo, Ali bu oyunu bize de öğretsene.

Rahim Taş

Rahim TAŞ
Kayıt Tarihi : 21.12.2013 15:05:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Rahim TAŞ