“Bölük rahat! On dakika istirahat molası…”
“Sağ ol…” Bütün bölük bir ağızdan bağırdıktan sonra; denize düşen yılana sarılır misali: Bir elimizle cebimizden kahrolası sigara paketini çıkarırken, öbür elimizle de bir saattir güneş altında, pişen kellelere benzeyen başımızı havalandırmak için, keplerimizi çıkarıp; zaten birkaç tane olan, ağaç altlarını kapma telaşı içinde acele ediyorduk. Sigarayı şimdiye kadar ağzına koymayanlar bile: Nasıl olsa beleş diye asker sigarası tüttürüyorlardı. Onlar da içi boş ya da gevşek sarılı olduğundan iki veya üç nefes çekiminde bitiyordu. Ağaca yaslanıp, terini beyaz bir mendille sildikten sonra; sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını burnundan üfledi. Ağaç altlarından fabrika bacası gibi dumanlar tütüyordu. Onun oturduğu ağaç altı da duman altı olmuştu ve dikkatli bakmayınca seçimi zor oluyordu. Askerde herkes birbirine benziyordu zaten… Baş traşları ve giydikleri elbisenin aynı olması, dikkatli bakmadıkça; ayırt etme güçlüğü çıkarıyordu. Gözleri yüksek dağlarda takılı kalmış, iki kaşı memnuniyetsizliğini ifade edercesine birbirine yaklaşmıştı. Sanki buraları tanıyor gibiydi. Ne eğitim yeri, ne yatakhaneler, ne yemekhaneler, ne alayın etrafındaki çitler, nöbetçiler, uzağındaki dağlar,
Ve ne de emir almak; onu hiç şaşırtmışa benzemiyordu. Emir tekrarı yaparken hiç birimizin sesi duyulmazken o ramazan davulu gibi patlıyordu. Tüfeği bir çocuğu sever gibi seviyor, bir çocuğun düşmesin diye elinden tutar gibi sıkı; ama incinirmiş gibi narin tutuyordu. Daha bir haftalık asker olduğumuz halde; geleli kaç gün, kaç saat, kaç dakika olduğunu ve ne kadar gün ve saat kaldığını, hesap edenlerle dalga geçer “Sizin askerliğiniz bitmez” derdi. Koğuşta bitişik ranzalarda yatmak, diğerlerine nazaran biraz olsun bana, samimi olabilme avantajı sağlamıştı ve ben de bu avantajdan sonuna kadar faydalanmaya kararlıydım.
Bir ay içinde oldukça samimiyeti ilerletmiştim. Aramızda sözle anlatılamayacak ciddi bir sıcaklık doğmuştu. O sormayınca ben konuşmuyordum. O da anlatmak istedikçe anlatıyordu. Birbirimizin sınırlarını örtülü bir saygıyla koruyorduk. Hiçbir şey için birbirimizi zorlamayacağımız anlaşılınca; birbirimize karşı duyduğumuz güven hissi arttıkça, aramızdaki mesafe de gittikçe yakınlaşmıştı. Akşamları ranzasında uzun oturup Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra dumanı dışarı üflerken çıkardığı püf sesi sanki diyalogun başlaması için yaptığı bir çağrı gibiydi. Bölük çavuşlarının gözü onun üzerindeydi. Yaşına saygı duymala-rına karşın sanki bir yanlışını kolluyor gibiydiler. Onlar göstermeden, rahatlıkla her şeyi yapması çavuşlara karşı gizli bir üstünlük sağlamıştı bölükte. Sözle ifade edilmeyen ama gözlerden okunan bir üstünlük. Çavuşlar da bölüğe karşı bu gizli üstünlüğü yok etmek zorunda hissediyorlardı kendilerini. Devre kaybı olarak kimi üniversiteden kendisi ayrılmış, kimi devrin ara dönem hükümeti tarafından eğitimine son verdirilmiş yetmiş sekiz kişiydik.
O beş yaş kadar bizden büyüktü. Yastığını başucundaki duvara yaslayıp sırtını dayadıktan sonra; haki çoraplı ayaklarını kaldırıp, dizden bükülmüş olarak yatağın üzerine koydu. Göğüs cebinden çıkardığı sigarasını, sağ pantolon cebinden çıkardığı çakmağı çakarak yaktı. Dumanı üflerken başını da duvardaki yastığa dayamak için kendini duvara doğru geri çekti. Sessizliği:
Yağmurdan önceki havanın ağır sessizliğini anımsatıyordu. Gözleri, üflediği dumanın içine takılı, alçak sesle anlatmaya başladı:
“ Babam”Ben artık gideyim. Bir ihtiyacın olursa mektup yaz, iyi okuyup iyi bir subay olaca-ğından kuşkum yok” derken sesinin titremesine mani olamıyordu. Belli ki; şimdiye kadar evinden ve ailesinden, hiç uzun süreli ayrılmamış, on dört yaşında ki oğlunun, yatılı bir okulda kendi başının çaresine bakmasını istediğinde; kendi içinden gelen karmaşık duygulara net bir duruş gösteremiyordu. Ben de gözyaşlarımı göstermeden silmek için arkamı döndü-ğümde: bu üç bin talebelik, tarihi bir kışla olan koca okulda ne yapacağımı düşünmekten kendimi alamıyordum. Babama güle güle demek için geri döndüğümde çoktan gitmişti. Bahçede haki elbiseli benim gibi giyinmiş binlerce talebe içinde, kendimi çok yalnız ve terk edilmiş hissetmenin ezikliğinin, yüreğime oturmasına engel olamıyordum. Uzun bir süre kışla bahçesinin her köşesinde gözlerim babamı aradı. Umudum kesildikçe bir gerçeğin farkına varıyordum. Her kes gibi bende orada yaşamaya mecbur olduğumu hissettim. Yavaş yavaş korkularımın yerini, başarmak için mücadele etme gerçeği almaya başlamıştı ve beni cesa-retlendiren bu duyguyla ilk defa tanışıyordum. Daha sonraki yaşamıma da ışık tutacağını bilmiyordum. Tekrar eden kuvvetli bir boru sesiyle ön nizamiyeye bakan boşlukta talebeler toplanmaya başlamıştı. O yıl sadece sekizinci sınıflara öğrenci kabul edilmişti. Altıncı ve yedinci sınıflar okulun eski talebeleriydi. Onların toplandığı alana ben de gittim. Sınıf arka-daşlarımın arasına girdim. Bizi sınıflarımıza, yatakhanelerimize ve son olarak ta yemek-hanelerimize götürdüler. Karavanalarla gelen yemekler bizim seçtiğimiz bir sofra görevlisi tarafından, eşit pay edilmeye dikkat edilerek masadaki on kişiye dağıtılıyordu. Yaşamımızda mesuliyet sahibi olmak bize verilen güveni gösterdiğinden olsa gerek, herkes durumundan memnun görünüyordu. Belki de büyümeye başlamıştık.
Yatakhanelerin bulunduğu koridor boyunca öğrenci sayısı kadar tahta dolap dizil-mişti. Bu dolaplara şahsi eşyalarımızı ve yatak kıyafetlerimizi koyuyorduk. Dolapların kilitleri elle bile kırılacak gibiydi. Dolap sahiplerinin bütün önlemlerine ve yönetimin sıkı kovuşturmasına karşılık hırsızlığın önü alınamıyordu. Yatakhane nöbetçisi olduğumuz zaman koridordan gelen bir ses olduğu zaman bırakın çıkıp bakmayı, korkudan yataklarımıza sak-lanıyor ve yorganı başımıza çekiyorduk. Koridorun iki başındaki tuvaletlere arkadaşsız yalnız gitmek büyük cesaret istiyordu ve bu cesaret de eski talebelerde bulunuyordu. Böylece hırsızlığın önü alınamıyordu. Çoğumuzun iç çamaşırına bağlı keselerinde saklanıyordu paralar ki, ayda on beş lira gelenler parmakla sayılacak kadar azdı. Bir çikolatalı gofretin yirmi beş kuruş olduğunu düşünürsek, o yaşta bir çocuk için fena para sayılmazdı hani… Sabah kalk borusuyla kalkıyor, giyindikten sonra yemekhanelere inip, (yemekhaneler alt kattaydı) kahvaltıdan sonra etüd için sınıflara gidiyorduk. Etüdler sabah dersler başlamadan ve (akşam yemeklerinden sonra,) yatakhanelere gitmeden önce olmak üzere birer saatti. Etüdlerde bir nöbetçi öğretmen bütün sınıflara nezaret ederdi. Ders çalışmaktan çok o zaman için porno sayılacak, resimsiz hikâyeleri kitapların arasına kor, yasak olmasının verdiği ikinci bir heyecanla gizlice okurduk. Bu hikâyeler bazen rüyalarımıza bile girip, şeytanla işbirliği yapar ve bizi soğuk suyla boy abdesti almak zorunluluğunda bırakırdı. Sabah beşte uyananlar için okulun dışındaki hamama gitme olanağı her zaman vardı. Hamama gidenler kirlenmiş iç çamaşırlarını da yıkayabiliyorlardı. Kışladan yatılı orta okula çevrilmiş binalar, dört yanı çeviriyor ve köşelerinde kuleler bulunuyordu. Birisi denize bakan ve birisi de ön olarak adlandırılan asker nöbetçili iki nizamiyesi (girişi) vardı. Okulun dört tarafı üç katlı bina olmasına rağmen ortasında boş alanın yirmide biri kadar bir yerde yemeklerimizin piştiği mutfak ve içinde altında ateş yanan dev kazanlar vardı. Sivil yaşlı bir aşçı ve on kadar asker burada çalışıyordu. Hafta sonları ön nizamiyeye yakın boş alanda üç bin talebe burada sınıf sınıf toplanır, toplandığımız yerden iki metre yükseklikteki düzlükte de okul öğretmen ve yöneticileri toplanırdı. Orada kurulu bulunan mikrofondan her sınıf subayı izinsiz olan cezalıların adını ve numarasını okur ve izinlilerin izin kâğıtlarını dağıtırdı. Akrabasının evinde kalmak için evci izin kâğıdı çıkaranlar Pazar akşam içtimasında (yoklama toplantısı) okula dönerlerdi. İzinsizlik cezasına çarptırılanların ayrıca iki ahlak notu da kırılırdı. Şimdi düşününce aynı suça iki ceza verilemez diyen hukuk ilkesinden kimse haberdar değilmiş.
Yatağını düzeltmeyi unutanlar, sigara içenler, yasak kitap okuyanlar veya sivil giyinenler oldukça sık bu cezaya çarptırılırdı. Aslında resmi giyinmemizin kız tavlama açısından oldukça avantajı vardı. Haki harici elbiselerimizin yakalarında sınıfımızı ve numaramızı gösteren sayı ve harfler vardı. İnzibatlar bizim asker değil talebe olduğumuzu buradan anlıyor ve bize karışamıyor zannederdim. Oysa kim olsa çocuktan asker olamayacağını anlardı. Bütün idealimiz harbiyeden mezun olup, çıkacak ilk savaşta kahraman olmaktı. Yaşımız küçük olmasına küçüktü ama içimizde marşlarla gittikçe büyüyen kahraman olma ve milletin yüreğinde yer yapma arzusu vardı. Ne olur Allahım biz harbiyeden mezun olmadan bir savaş çıkmasın diye dua ediyorduk. Yüreğimiz büyüktü…”
Nöbetçi devriye onbaşısı yeni nöbetçileri nöbet yerlerine teslim ettikten sonra nöbeti biten askerleri yatakhaneye getirip bıraktı. Yatakhanede bunlardan başka uyanık yoktu ve arada bir horlayanları ikaz eden koğuş nöbetçisinin ayak seslerinden başka ses de duyulmuyordu. Anlatmaya devam etmesi için davetkâr bakışlarla gözlerinin içine bakıyordum. Bana bakmadan kendini yatağın içine çekip, battaniyeyi üstüne çekerken “hadi iyi uykular” dedi.
Gece burada bitmişti. Sana da dedim ve battaniyemin içine iyice sokuldum.
Eğitim alanında sabah kahvaltısından sonra spor yapıyor ve spordan sonra dershane olarak barakalara giriyorduk. Topçu sınıfının ateş idare bölümüne ayrılmıştık. Ölçmenin
bildirdiği hedefin koordinatlarını hesap edip obüs ve ya topçulara bildirmemiz gerekiyordu.
Bu konularda ancak dershanelerde işlenebiliyordu. Her ne kadar barakalarda soba yanmıyorsa da dışarıdaki soğuk ayazın yanında hamamda sayılırdık. Gerçi yatakhanelerimiz kaloriferli idi
Ve geceleri ne koridorlarda ne de yatarken üşümüyorduk. Bazı günler karavanalardan yemek dağıtılırken yemeklerin donduğunu görmüştük. Yemekhanelerin baraka olması ve barakaların da çok büyük olduğu gibi, bir de kapılarının devamlı açık olması; sadece ortadaki tek sobanın
etrafındakilerin dışında kimse ısınamıyordu. Takım asteğmeni on gün sonra atış talimleri başlayana kadar, hatasız olmamızı istemiş ve çavuşu sıkılamıştı. Geçen on günün sonunda hepimiz de tam bir ateş idareci olmuştuk. Atışları başarıyla bitirip döndüğümüz o gece koğuşta yataklarımızda sohbet ederken onda yine o günkü gibi boşalmaya hazır bir yağmur bulutu görünümü meydana gelmişti. Gözleri boşlukta takılı, sırtı ranzanın başucundaki duvara dayalı, sağ eliyle sağ ön cebindeki sigara paketinden bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Tekrar sağ eliyle sağ pantolon cebinden çıkardığı çakmakla yaktığı sigarasının dumanını yavaş yavaş üfledi. Ben dinlemeye o da anlatmaya hazırdık. “ Sigaraya orda alıştım.
Yasak olmasına rağmen bizi büyük gösterdiği inancıyla gizli, saklı içmeye çalışıyorduk. Ya hafta sonu izine çıkanlara ısmarlayıp getirtiyorduk ya arka nizamiyedeki nöbetçinin iyilik
damarına hitap edip dışarıdan alıyorduk. Ön nizamiye çarşıya hâkim olduğundan oradaki nöbetçiyi dâhili elbiselerimizle çıkmaya razı edemiyorduk. Dört beş kişi paralarımızı birleş-
tirip çanta içinde şarap aldığımız bir gün; nöbetçinin çantanın içine bakacağı tutmuş ve arkadaşımızı nöbetçi amirine bildirmişti. Ertesi gün sınıf subayı bütün sıkılamalarına rağmen
suç ortaklarını söyletememişti. Arkadaşımız disiplin cezasına çarptırıldı. Ancak gözümüzde küçük bir savaş kazanmış kadar kahramanlaşmıştı. Hanım evladı görünüşüm yüzünden epeyce itilip kakıldıktan sonra kavga etmesini öğrendim. Karşı tarafa ne olursa olsun canımın acıdığını belli etmiyor ve canım yanmamış gibi davranıp üzerlerine gidiyordum. Bir zaman sonra artık bana bulaşan pek olmamaya başladı. Ben zaten sakin mizaçlı bir çocuktum. Liseye geçtiğimde doğudaki bir liseyi çektim kurada…
Okulda çok samimi olduğum bir arkadaşım vardı. Aşağı yukarı her konuda anlaşabiliyorduk sigara konusu hariç. O içiyordu ben içmiyordum ama o yaşlarda sigara içme-
nin bizi büyüttüğünü, en azından büyümüş gösterdiğini sanıyorduk. İyi yola da kötü yola da
arkadaş götürür derler ya, gerçekten bu söze hak vermezlik edemeyeceğim. Bir Pazar günü
boş sınıfta vakit öldürüyorduk. Beş, altı kişi birbirimize; aslında yaşamadığımız ama yaşamayı çok istediğimiz, kız tavlama hikâyeleri anlatıyorduk. O yıl ilk filtreli sigara olan
mentollü bir marka çıkmıştı. Anlatılan kurgu aşk maceraların heyecan dozunu artırmak amacıyla, kimin aklına geldiyse; Ç…… sigarası alalım diye bir laf attı. Okul yasaklarının bazılarını ihlal etmekten başka heyecanlar yaşayamadığımız için, hepimiz paralarımızı birleştirerek sigarayı almaya karar verdik. Nizamiye nöbetçisini nasıl bir yalanla atlatıp,
sigarayı aldığımızı şimdi hatırlamıyorum ama gizli gizli, bir yasağa karşı çıkmanın yüreklerimizde yarattığı bir kahramanlık heyecanını da unutmadım. Ben dahil herkes birer adet sigara yaktık. Ben dumanı ağzıma doldurup, şişkin yanaklarımdan püf diye dışarıya üfleyip sigara içiyordum ve hiç hoşuma gitmiyordu. Dumanı yutmam bana öğretildiğinde
filtreye kadar gelmiştim. O gün sigaranın hem nasıl içileceğini, hem nasıl içilemeyeceğini
öğrenmiş oldum. Midemin bulantısından ne başımı kaldırabiliyor ve ne de gözlerimi açabiliyordum. İstifra etmemek için kendimi zor tutuyordum. Dört saat kadar sınıftaki boş bir sıranın oturma yerinde yattım. Kendime geldiğimde sınıfta kimse yoktu ve akşam yemeği saatini de kaçırmıştım. Sapsarı bir yüzle yatakhaneye gidip yatağıma uzandığımda filtreye kadar sigara içilmeyeceğini unutmamak üzere öğrenmiştim.
Bütünleme sınavları için yaz tatilini mecburen kısa kesip okula dönmüştük. Okul idaresi bütünlemeye kalanlar için belli yatakhaneler ve belli yemekhaneler ayırmıştı. Böylece
Okulun bütün yemekhaneleri ve yatakhaneleri kullanılmadığı için düzeni bozulmuyordu.. Yatakhaneye geldiğimde dikkatimi çeken bir gariplik hissetmiştim. Beş, altı arkadaş yan yana iki ranzada toplanmış alçak sesle konuşuyorlardı. Gündüz dershanede de görmemiştim onları.
Yanımdaki sıra arkadaşım benden iki gün önce gelmişti ama o da iki gündür gündüzleri onların hiç birini görmemişti. Onları çaktırmadan takip etmeye karar verdik. Hepsinin de şapkaları yeni alınmıştı ve siperlikleri okulun verdiği şapka siperleri gibi düz değil, aramızda Alman siperlik dediğimiz cinsten kısa ve öne eğikti. Bunda bir iş olduğunun kokusunu almıştık. Bu tip şapkaların fiyatının bizim üç aylığımız tutarında olması ve hepsinde birden yenilenmesi şüphelerimizin haklı olduğunun bir göstergesiydi. Onlara yanaşmaya karar verdik ve ertesi gece de bu kararımızı uyguladık. Yanlarından hiç ayrılmadığımızı görünce de onlar bize açılmaya karar vermişler ve durumu anlattılar. İstanbullu bir arkadaş Kadıköy’den gelir-ken yüklüce diyebileceğimiz bir para bulmuş ve idareye bildirmeden iki gündür hep beraber harcıyorlarmış. Ahlaki duygularımıza ne kadar ters gelse de dilediğimizi almak, Luna parkta
Dilediğimiz kadar çarpışan otolara binmek, hesapsız paranın küçük yüreklerimize ilk defa tattırdığı güç hepimizi sarhoş etmişti. Önce şapkalarımızı değiştirdik sonra birer pilli radyo aldık. Luna parkta dilediğimiz oyuncağa dilediğimiz sürece biniyorduk. Çarpışan oto biletlerini koçanıyla alıyor, zil çaldığında arabalardan inmiyorduk. Harikalar diyarında geziyorduk sanki. Akşam saat 17.de okulda yapılan yoklamaya katılıyor, yemeğimizi dışarıda yediğimizden doğru yatakhanelere gidip yataklarımıza yatıyorduk. Günün sarhoşluğu ve yorgunluğundan hemen uyuyorduk. Bu yaşantımız on gün sonra para bittiği için bitti. Bu yaşantı bizim aynı sınıfta iki sene okumamıza mal olmuştu. Kadere bak ki sıra arkadaşım ve ben hariç diğer arkadaşlar disiplin subaylığına çağrıldılar ve ifadeleri alındı. Disiplin kurulun-da hiçbirisi bizim adımızı vermediği için dördü de çeşitli disiplin cezalarına çarptırıldılar. Bizim ikimizde yılsonunda İstanbul içini değil de doğudaki liseyi çekmiştik. O guruptan sadece bir kişi İstanbul’u çekmiş, diğerleri o senede sınıfta kaldığından okuldan kaydı silinmişti.
Doğudaki okulu da çeksek artık lisedeydik ve biraz daha büyümüştük. Kaderin oyununa bak ki bir sene sonra tamamen ayrılacağımız sıra arkadaşımla yine aynı sınıfa düş-
müştük. Sevinçle sıramıza yerleştik. İki samimi ve sırdaş arkadaş birbirimizden ayrılmadı-ğımız için çok mutluyduk. Bu yıl hem derslerin çoğu yeniydi. Okula ve derslere uyum sağlamamız ilk karne zamanını bulmuştu. Sonbaharda karşı tepelerin yamaçlarındaki
atış poligonuna gittik. Gerçek mermilerle atış yaptık. Biz atış yaptıktan sonra hedeflerin arkasından çıkan askerler hedefleri kontrol edip kimin kaçtan vurduğunu salladıkları renkli bayraklarla belli ediyorlardı. Başımızdaki nöbetçi subaylarda dürbünle bayraklara bakıp, herkesin atışını kayda geçiyorlardı. O gün bir şeyin farkına vardım. Okulda astığı astık, kestiği kestik gaddar subaylar bile; o kadar nazik, o kadar babacan konuşuyorlardı ki bir türlü anlam verememiştim. Şimdilik kazasız atışları bitirip okulumuza döndük. İki arkadaş ikimizde başarılı atışlar yapmıştık.”
O sözünü bitirdiğinde çavuş koğuşa hitaben yarın sabah kahvaltıdan sonra atış poligonuna gideceğimizi ve herkesin tüfeklerinin bakımını yapmasını söylediğinde birden rengi sarardı. Tek kelime etmeden yattı ve yorganı başına çekti. Bu duruma bir anlam verememekle beraber karşılıksız kalan bir iyi geceler temennisinde bulunabildim. Sabah kalktığımızda yatağı yapılmıştı ama ne traşta ne kahvaltıda onu göremedim. Bplük yoklamasında da yoktu. Poligona atışa gitmek için sıra olurken nöbetçi çavuşuna o na ne olduğunu sordum. Çavuş onun revire çıktığını ve revirden de hastaneye sevk edildiğini söyledi. Poligon dönüşü yine yoktu. Onu gördüğümde aradan iki ay kadar geçmişti. Eski sessizliği kendini koruyordu ama hava değişimi ona iyi gelmiş gibiydi. Gözleri canlı ve ifadeliydi. Dağıtım da yaklaşmıştı. O yokken iki defa daha atışa gittiğimizi söylediğimde yüz ifadesi değişmese de gözleri donuklaşmıştı. Yüzünden belli belirsiz bir hüzün rüzgârı esip geçmişti. Bir hafta sonra dağıtım yerlerimiz belli olmuş, yatakhanede ayrılacağımız ertesi sabaha kadar olan birlikteliğimizden faydalanarak, onun bana o gece neler olduğunu anlattırabilmenin yollarını düşünürken yavaş ama kararlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı:
“ Okul atışlarına ikinci gittiğimizde sıra arkadaşımla yan yana düşmüştük. İlk şarjör boşaldığında ikimizde iyi atış yapmıştık. O anda pek dikkatimi çekmeyen bir şey olmuştu. Kundak biraz fazla ısınmıştı. İkinci şarjörün üçüncü mermisini atarken tetik çalışmadı. Mermi yatağına bakmak için dikkatsizce silahı emniyete almadan kurcalamaya başladım. Subayların ikaz bağırışları geç kalmıştı. Namlunun ucu arkadaşıma dönükken birden mermi yatağından fırlamış ve başından vurulan arkadaşım acilen hastaneye kaldırılmış ve bütün müdahalelere rağmen kurtulamamıştı. Bir zaman sonra orada okuyamayacağımı anladım ve kaçarak okulu terk ettim. Kadere bak ki bu sefer aynı yere asker olarak geldim. O poligonu bir daha göremezdim. Ruhum ve bilinçaltım isyan etti.”
Kayıt Tarihi : 13.6.2010 15:17:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!