Öykü: 22. Yüzyılda Bir Aşk Öyküsü

Ahmet Ünal Çam
698

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Öykü: 22. Yüzyılda Bir Aşk Öyküsü

Orta yaşlı adam, salonun boydan boya cam olan doğu cephesinden şehri seyrediyordu. Peşinden bir koltuk geldi, “Oturmak ister misiniz? ” diye oldukça düzgün bir ses adamın kulaklarını tırmaladı. Cihazların ses mekanizmalarında insan sesi kullanılmasından oldum olası nefret etmişti. Önce kızmak istedi ama sonra hatırladı, “10 dakikadan fazla ayakta ve 1 küçük bir saha dahilinde kalırsam, yanıma gelip sesleneceksin” diye programladığını hatırladı. “Hayır! ” dedi öfkeli bir sesle. Sonra bu da onu rahatsız etti. Öfkeyle bağırmak bile, insan öfkesine tepkisizliğe ayarlanmış, yetenekleri çapında her isteği yerine getirmek zorundaki bir robota karşı olunca anlamsızlaşıyordu. Oysa bu robotların yapımında yıllarca çalışan ve emekli olmayı hiç istemeyip, danışman olarak görevini devam ettiren birisiydi.

Şehir manzarası da sıkmıştı artık. Füzyon tekniği ile enerji elde edilmesinden beri, şehrin ışıklandırılması o kadar abartılmıştı ki, gecelerde bile her yer aydınlıktı.

İlk başlarda buna ne kadar sevinmişti. “Daha iyi ya, istediğim saatte fabrikaya gelip laboratuarda çalışabilecek, deneylerimi yapabileceğim.” Diye düşünmüştü. Oysa şimdi çocukluğundaki gibi bir yıldız seyretme şansı bile yoktu.

Son zamanlarda sık sık çocukluğunu hatırlar olmuştu. “Yaşlanıyor muyum? ” yürüyen koltuğa oturdu, “Ayna” diye seslendi. Koltuk, duvarda beliren aynanın karşısına götürdü onu. İnsanları yıllarca perişan eden hastalıklarının çoğuna çare bulunmuştu ama tembelliğe bulunamamıştı. Şişman arkadaşlarına rağmen kendisi oldukça düzgün bir vücuda sahip görünüyordu. Yine de yaşlanıyordu işte. “Ne oluyor bana, ne bu hüzün”. Dayanamadı, yine çocukluğunu hatırladığı zamanlardaki gibi görüntü seyretmek için seslendi “Görüntü”. 4 boyutlu lazer görüntü cihazları ortaya çıktı, hazır olarak emir beklemeye başladı. “Ilgaz” diye seslendi. Odanın içi Ilgaz’ın yeşillik bir köyünün görüntüsüyle doldu. Yurt dışında görev aldığının 3. yılında babasının çekip gönderdiği görüntülerdi bunlar. İlk çıkan 4 boyutlu görüntü cihazlarıyla çekilmişti ama bunları seyretmeyi seviyordu. Babası, “Madem sen gelemiyorsun, köyü sana gönderiyorum” demişti elektronik mesajında. Mesajı alıp, görüntüyü biraz seyrettikten sonra, yedekleyip bir çekmeceye atmıştı. Sonra babasının ölüm haberi gelince, uzun süredir unuttuğu bir şeyi yapıp ağlamıştı. Yeni durumuna tepki verip, gözyaşlarını hastalık zanneden robotunu uzaklaştırmış, sonra da çekmeceden çıkarıp görüntüleri seyretmeye başlamıştı. Görüntülerin devamında babasını, annesini de görmüştü. Yanı başında ona gülümsüyor gibiydiler. Annesinin itirazlarına, “Yapma gurbetteki çocuğu üzeceksin” diye ikazına rağmen, babası bir gurbet türküsü tutturmuştu. Ne kadar gülmüştü annesinin ikazına ve babasının kendisini gurbette sayarak üzülmesine, Türkü söylemesine. Oysa şimdi bu gurbet türküsü, hatta her gurbet türküsü içini yakar olmuştu.
Arkadaşının Serdar’ın içeri girmesiyle “Görüntü kapan” diye emretti ama Serdar görüntüyü fark etmişti.
-Oooo… Hakan bey, hala mı nostalji, melankoli, hüzün… Yeter dostum ya…
-Tamam, sen de hemen üstüme gelme.
-Bana bak, sırf senin yüzünden robotlara yeni öğreti programları yüklüyoruz. Yok gözyaşı, yok ağlama.
-Ne ağlaması yahu?
-Ha… tamam, bu tam hijyenik ortamda gözüne toz kaçtı değil mi! Bana bak, hizmetlerine saygımızdan, sana verilen robotlara “Gözyaşı normaldir” diye tanımladık ama bağıra bağıra ağlamaya kalkarsan hiiiç kusura bakma.
Hakan gülümsedi;
-Ne olur ki?
-Daha önce görmedikleri bu durum karşısında robotların kafası karışır, yangın var, savaş var filan diye bütün güvenlik merkezlerine mesaj gönderir.
Serdar, duvara doğru döner, önce “Görüntü” diye, sonra da kumsal diye bağırır. Odadaki tüm duvarlar şeffaflaşmıştı. Kumsal görüntüsünün içinde sadece iki adam ve eşyalar vardı.
-Beni eleştiriyorsun ama sen de eski kafalısın.
-O niye o?
- Sanki sesini duymayacaklarmış gibi, “Görüntü” derken cihazların tarafına döndün.
-Duymak mı! Hah hah ha… Sesime tepki vermek. Neyse, sen epeydir uğramıyorsun ama robot planlama bölümüne yeni bir arkadaş geldi.
-Eeee, nadir olan bir şey değil ki bu. Üstelik yüzlerce insan çalışıyor bu bölümde. Benle ilgisi ne?
-Düşün bakalım?
-Bana bak, yeni geldi dedin, sonuçta genç biri değil mi?
-Yooo, genç olması şart mı? Sadece bizim bölüme yeni geldi, daha bir ay oldu geleli..
-Sakın yine aynı saçmalık olmasın. Evlenmeyi filan düşünmüyorum.
-İyi canım, evlenip çocuk sahibi olacağına gençliğini tüket bakalım. Bu arada …DNA bağışladığını duydum.
-Tamam tamam…
-Artık ilgilenmiyorum senin evlenme işlerinle…Tamam mı! Ama yine de yaşlandığında yanında konuşacağın bir insan olması fena olmazdı.
-Serdar!
-İsmi Gül.
-Serdaaar.
-Ne dersen de, ben lafımı söyleyim de. Bir aydır tanıyorum ya, sanki senin ikizin. O da aynı şeylerden hoşlanıyor. Eski şarkıları dinlemeyi, yeşillik hatta köy manzaralı 4 boyutlu görüntüleri seviyor. Üstelik senin bu Ilgaz gibi ilkel makinelerle çekilmiş görüntüler değil ondaki. Geldiğinde sor, yanında taşıyordu görüntüleri.
-Geldiğinde mi?
-Evet, Hakan adlı bir arkadaşıma, ortak zevklerinizden bahsettiğim, sizinle tanışmayı çok istiyor, evine davet ediyor” dedim.
-Senin bu şakaların da çok sıkıcı.
-Şakalarım mı? Sen şaka mı sandın. Hah! Kapı sinyali, o gelmiş olmalı.
Hakan bey yağa fırladı.
-Şaka olduğunu söyle, şaka değil mi’ Şakadır canım şaka…
Serdar gülümseyerek seslendi;
-Kapı görüntü ver. Ooo.. Gül hanım gelmiş. Kapı açıl.
-Dur dur ne yapıyorsun. Böyle şeyler bana göre değil.
-Eski kafalısın be dostum ama inan ki Gül de senin gibi eski kafalı. İki antika iyi anlaşacaksınız.
-Lütfen, lütfen.
-Sus ve her şeyi bana bırak. İşteeee, misafirimiz de geldi. Hoş geldin Gül.
-Hoş bulduk.
Hakan konuşamadan yavaşça elini uzattı. Karşısında zarafetli, sakin, durgun, konuşurken, “Hoş bulduk” derken billur gibi bir sesle hitap eden bir bayan vardı. Ağırbaşlı hareketleriyle ilk anda Hakan beyin kalbinde çırpıntılara yol açmıştı bile. Yine konuşamayıp eliyle kendi koltuğunu gösterdi.
Gül koltuğa doğru bir adım attı ama koltuk geri çekildi. Hakan o anda koltuğun programında yaptığı değişikliği hatırladı. Kendisi sesli emir vermedikçe koltuk başkasının oturmasına izin vermeyecekti. Nerdeyse misafiri yere düşecek ve her şey berbat olacak, duygusal ortam, drama dönecekti.
-Koltuk, herkese izin verdim!
Koltuk misafirin oturmasına izin verdi. Serdar kulağına eğilerek;
-Her şeyin programıyla oynamasan olmaz. Misafiri yerden toparlayacaktık. Hem başka koltuk yok mu?
-Uzun süreli misafir gelmiyor diye kapalı konumda bırakmıştım.
-Hayır inanmıyorum. Bu devirde enerji tasarrufu mu yapıyorsun? Hem de birkaç koltuktan. Başkaları neler yapıyor biliyor musun! Hem senin hizmetçi robotun nerelerde, sakın kapalı deme. Senin gibiler yüzünden yeni serilerde kapatma düğmelerini kaldıracağız.
Hakan suratını astı, hizmetçi robotuna seslendi.
-Şeri
-Yeniçeri diye isim verseydin bari.
Hizmetçi robot içeri geldi. Hakan emirleriyle, kapalı koltukları açıp getirdi.
-Özür diliyorum Gül hanım.
-Rica ederim Hakan bey.
Gül’ün konuşma şekli, ses tonu öyle yumuşaktı ki, sanki karşısındakinin kalbini kırmaktan korkan, aşırı kibar, aşırı mahcup bir haldeydi.
-Serdar bey bana sizden bahsetti, “Mutlaka tanışmalısınız, nostaljiden hoşlanan bir beyefendi” dedi.
Hakan, Serdar’ın yüzüne kibarca gülümseyerek “’teşekkür ederim’ der gibi bakıp, gülümsedi. İçinden de “ ‘Beyefendi’ yerine ‘Eski kafalı’” demisindir ama neyse”
-Evet, işe-güce öyle dalmışım ki gençliğimde, yaşamın yanımızda geçip gittiğini fark etmemişim.
-Anlıyorum, …çoğumuz gibi.
-“Çoğumuz gibi? ” Bunu şimdi bile fark etmeyenler çok.
-Ölene kadar fark etmeden yaşayanlar.
-Evet. Şey… Ne tür 4 boyutlu görüntülerden hoşlanırsınız?
-Biraz çağdışıyım bu konularda. Bazıları filmlerin içinde olmayı seviyor, bazıları ünlü birilerinin birebir görüntüsüyle karşılıklı oturmayı, sohbet etmeyi.
-Evet, duymuştum bazı ünlü kişiler fikir ve duygusunu satıyormuş. Sonra 4 boyutlu model görüntülerine bunlar yüklenip, yapa zeka ile programlanıp satılıyormuş.
-Bana sahte geliyor. Oysa son ürünlerde hiçbir aksama olmuyormuş. Aynen kopyalanan ünlünün davranışları, kayıtlarda olmayan sorulara bile onun mantık süzgecinde verilen cevaplarla çok gerçekçi bir ortam oluyormuş.
Hakan bir an anne ve babasının bu tür görüntülerini almadığına pişmanlık duydu. Özel olan, ünlü kişileri içermediği için ticari olamayan bu tür modellemeler çok pahalıya mal oluyormuş diye duymuştu. Önce içindeki özlemle bunu çok arzuladı, sonra da “Yeterince sahte bir dünyada yaşıyoruz zaten, bir de ölmüş olan sevdiklerimizle bu sahtekarlığı yapmak… olmaz, olmaz…’
-Daldınız Hakan bey.
-Aklıma, bu uygulamanın ters tarafları olabileceği geldi de. Mesela, görüntüsünü aldığı ünlü kişiye düşman biriyse. Ne bileyim, tokat atmak istediği birinin görüntü-duygu-düşünce modellemesini aldıysa.
-Görüntü-duygu-düşünce, güzel tanımladınız. Asıl ismi neydi C-Human, kopya insan ismi hiç cazip gelmemişti bana. Bahsettiğiniz konuda aksilikler olmuş. Tokat atmak gibi şeyler olamıyor tabi ama başta bu tür denemeler programlarda sorun yaratmıştı. Onu aştılar, müşterilerin görüntü içinden geçmesi, tokat atmayı filan denemesi, insanın olmaması gereken kısımdan çıkmasına kadar programda canlı unsurlarının sabit beklemesiyle aşılmıştı.
Çevrede dolaşıp, bir şeyler atıştıran Serdar, konuşmaya karıştı;
-Bunları aştılar ama görüntülerdeki kişiye hakaretler içeren olayların, tekrar kaydı daha büyük sorunlar oluşturdu. Mesela bazı kişiler 4 boyutlu görüntüleri, öyle tekrar çekim yapmışlar ve dağıtım yapmışlar ki şaşarsın. Ünlü kişileri gerçekten hakarete uğramış gösteren görüntülere davalar açıldı, gerçek olmadığı için sonuçsuz kaldı. Ünlü kişiler de, sattıkları modellemelerini iptal ettirmeye başladı. Tabi çok yüksek paralar vererek.
Hakan gülümseyerek baktı arkadaşına. Göz göze geldikleri bir anda Gül’ün kendisine bakmadığını fark edince, öfkeli bir bakışla çıkışı göstererek gitmesini işaret etti. Serdar hiç ikiletmedi;
-Aslında Gül hanımın 4 boyutlu görüntü arşivinden ne getirdiğini merak ediyordum ama bir işim aklıma geldi. Görüşmek üzere.
Serdar’ın çıkışından sonra, Hakan 4 boyutlu görüntülerini sundu, nostaljik şarkıları dinletti. Zevkleri kendisine benzeyen birini bulduğu için çok mutlu oluyordu. Gül’ün 4 boyutlu görüntüleri de harikaydı. Eski çağlarda, şehrin gürültüsünden kaçan romantiklerin sevdiği görüntüler vardı önce. Sonra Osmanlı zamanından İstanbul Mesire yerleri görüntüleri çıktı ortaya, üstelik mahcup aşıklar, mendil düşüren kızlar, şarkı söyleyen katipler ve faytonlarının başında söyleşerek bekleşen arabacılar.
Hakan, yıllarca bilimle içli dışlı olduğu halde, değişimin hızına şaşıyordu. 3 boyutlu görüntülerin mükemmelleştirildiği günlerde, ‘u teknolojinin sonu geldi’ diye düşünülmüştü. Fakat çok fazla kamerayla yapılan çekimlerle 4 boyutlu çekim denemelerinin başarısı çok kişiyi şok etmişti. İlkel insanların yaşadığı mağaraların çekimleri sunulmuştu ilk örnekte. Sorun, böyle görüntülerin, görüntü içinde gezinmeye imkân vermesi için geniş sahalarda sunulma ihtiyacıydı. Bunu, “Sen ilerlemezsen görüntü sana gelsin” gibi bir mantıkla, sabit seyircilere doğru görüntüleri yürütme tercihi ekleyerek bir miktar aşmışlardı. Fakat yine de durmamışlardı. Sonunda ileri teknoloji ve programlar sayesinde kaydedilen görüntüler içinde gerçek zamanlı hareket eden, nerdeyse ‘Yaşıyor’ denebilecek sanal karakterler oluşturmuşlardı. Bunu öyle abartmışlardı ki, yaş sınırı koydukları bazı vahşi doğa görüntülerinde, karşılaşan sanal karakterler birbiriyle mücadele ediyordu. Bir kuşun bir tilkiyi yakalama çabası gibi görüntüler önce hoş gelmişti ama bir insan karakterinin, vahşi hayvanlı bölgeye geçmesi ve parçalanması ortalığı karıştırmış ve bu tür görüntülerin satışına, seyredilmesine yaş sınırları getirilmişti.
Hakan, görüntüleri seyrederken, mesire yerinden dolaşmaktan, uzaktan uzağa gelen şarkı seslerinden ve sonunda diğer seslerin azalıp, çeşitli yönlerden verilmiş Ezan sesinin kulaklarına süzülmesinden çok hoşlanmış, çok duygulanmıştı.
-Bu görüntüleri ilk defa görüyorum. Özellikle insan modelleri çok gerçekçiydi. Sizden kopyasını istememin mahzuru var mı?
-Hayır, aksine bu görüntüleri seven biriyle karşılaşmak, paylaşmak çok hoşuma gitti.
Hakan şok ile mutluluk arasında gidip geliyordu. Bu çağda, kendisi gibi zevkleri olan, üstelik şimdi yıkılmış eski binalarla, fabrika artıklarıyla dolu, yeşilliğin kalmadığı anavatanından bir bayanla karşılaşmak mutluluğunu da şaşkınlığını da artıyordu. Sonunda dayanamadı, hizmetçi robot Şeri’nin getirdiği meyve suyu kadehini alıp, misafirine bizzat sundu. Bunu yaparken de, özellikle Gül’ün ellerine dokunarak, ‘4 boyutlu bir kandırmacanın içinde miyim? ’ diye de kontrol etti.
Hayır bu aldatmaca olmazdı. Gerçek olamayacak kadar mükemmel olan bu güzellik tamamen buradaydı. İçinde yıllardır unuttuğu duygular, kalbinin atışını hızlandırmıştı. Kalp atışının hızlanmasıyla rengi değişmeye başlayan bilekliğini, sağlık merkezine uyarı sinyali göndermek üzereyken kapattı. Bilekliği ile konuşur gibi mırıldandı, “Sen ne anlarsın! Bu hastalık değil, Aşk.”
Gül ile oturup şiirler okudular. Şarkılara sıra geldiğinde ise arada bazı şarkıları rica etse de, kendisi söylemeyip, sadece Gül’ün billur sesinden dinlemeyi tercih etti. Kısa zamanda ortaya çıkan bu samimi, romantik ortamla mest olmuştu. Yıllardır içinde saklı şarkıları, romantik şiirleri böyle sesi de kendi de güzel bir bayanla paylaşmak yüreğinin kuş misali çırpınmasına yol açmıştı. Yıllardır sakinlikten kendisini unutturmuş kalbiyle konuşur gibi içinden “Kusura bakma kalbim, öleceksek de mutluluktan ölürüm” diye düşündü.
Gül, aklına gelen güzel şiirleri okuyordu;
- Bırakıp gittin beni yaralı
Ah gittin de kime yaradı
Buldun mu söyle benden iyisini?
Hâlâ gözlerinde hüzün,
bırak gerisini.
Bu şiir üzerine, eski kitapları sakladığı bölümü açtı. Kısa bir aramadan sonra “Bırakıp gittin beni yaralı” adlı kitabı bulup getirdi.
-Bunun en sevdiğim şiir olduğunu çok az kişi bilir.
Hakan bir an durakladı, şüpheyle; “Serdar da biliyordu. O mu söyledi size? ”
Gül gülümsedi; “Hayırdır, sanki bu şiiri okumam suçmuş gibi konuştunuz. Eski bir gönül yarası mı var? ”
-Hayır canım ne suçu, estağfurullah. Sevdiğim şiirlerle karşılaşınca şaşırdım sadece. ‘Gönül yarası’ bu devirde bu duyguyu anlayan değil, manasını bile bilen kalmamıştır, sanıyordum.
-Haklısınız, duyguların öldüğü bir çağdayız. O kitaptan başka sevdiğim şiirler de var. Mesela “GÜN OLUR”. Okumamı ister misiniz?
Hakan, önce başıyla onayladı, sonra; “Memnun olurum”
- Bir kasvetli rüzgâr eser,
ölmek gelir aklıma...
Gün olur;
meyve vermez dallarım
yaşamadan,boşa geçer yıllarım
peş peşe yıkılır da umutlarım
ölmek gelir aklıma...

Hakan, hüzünlü duygular içinde dalmıştı. Gül, şiirler okuyor
Robot olduğu halde, kendisine bakmasından rahatsız olduğu Şeri’yi köşeye çekilip, yüzünü de duvara dönmüş halde durmasını emretmişti. Yine o halde duran Şeri ayağa kalktı, izin istedi;
-Efendim.
-Evet Şeri?
-Arkadaşınız Serdar bey sizle görüşmek istiyor, bağlantıyı açayım mı?
-Tamam.
Şeri, Hakan’ın karşısına geçti, göğüs bölgesindeki ekranda Serdar’ın görüntüsü belirdi.
- 3 boyutlu görüntü aramasına geçmedin ya hala yazıklar olsun.
-Bu bana yetiyor.
-Sana yetiyor da, seninle antik bir iletişimle görüştüğümü görenler, beni de gelişimden, teknolojiden uzak sanıyor.
-Bunu söylemek için mi bağlantı istedin.
-Evet, iyi günler, hoşça kal… Şaka şaka. Arkadaşlar, seni özlediklerini söylediler. Ben de beraber gitmeyi teklif ettim.
Hakan, Gül ile geçen büyülü zamanın, misafir gelmesiyle biteceğini düşünüp, bu ziyaret konusundan rahatsız oldu.
-Tamam, yarın bekliyorum.
-Ne yarını yahu, hemen geliyoruz. Arkadaşlar araçlarına bindiler bile, beni bekliyorlar.
-Ama…
-Tamam, anlaştık.
Serdar, Hakan’ın itiraz etmesine izin vermemek için bağlantıyı hemen kapatmıştı. Gül, Hakan’ın üzüntüsünü görünce, “Sorun değil, onları ben de tanıyorum.” Dedi.
Daha cümlesi yeni bitmişti ki, Şeri gelenler olduğunu haber verdi ve içeri almak için izin istedi.
Kalabalık bir arkadaş grubu içeri girdi, selamlaştılar. Yanlarında koca koca paketler vardı. “Bunlar ne” diye sordu Hakan. Serdar;
-İçlerinde yiyecek var, arkadaşlar içeri geçip hazırlasın.
-Şeri hazırlardı.
-Şeri mi! Bunun modeli neydi. Aman aman istemez, o paslarına baktırmaya fabrikaya gitsin. Arkadaşlar, siz geçip hazırlayın. Gül lütfen sen de yardımcı ol.
Gül itiraz etmeden içeri geçti.
Serdar, neşeyle iş yerinden bahsediyordu;
-Danışmanlığın devam ettiği halde, epeydir iş yerine uğramıyorsun ya…
-Evet. Artık yorgun hissediyorum kendimi. Görüntülü iletişimle desteğim yetiyor diye düşünüyorum. Bildiğim kadarıyla zaten bana ihtiyaçta pek kalmadı. Ücret istemediğimi bildirip, fahri danışmanlığa geçeli de aylar oldu.
-Konu ücret değil tabi ki, ihtiyacın da olmadığını biliyoruz. Fakat senin fahri danışmandan üstün bir yerin var kalbimizde. Sen onursal danışmanımızsın.
-Teşekkür ederim.
Çalışma arkadaşlarına, yarı şaka, yarı sitemli bir bakışla bakarak;
-Gerçi ben de yaşlandım, ben de bırakacağım yakında ama gençler beni de çabuk unutur. Neyse, son ürünü görmeni çok istedim.
-Son ürün mü?
-Evet. Yeni robotumuzun özellikleri çok farklı. Oooo… pastamız da gelmiş.
Hakan, mutfağa götürülen büyük paketlerin içinde, parça parça pasta olduğunu şimdi anlamıştı. İnsan boyunda, kocaman bir pasta yanlarına getirilmişti.
-Hayırdır, bu pasta ne için?
-Şirketten sana bir hatıra.
-Pasta mı hatıra.
-Ha doğru ya sen pastayı sormuştun. Ben pastayı demiyorum. Şirket yönetimi, emeklilik hatırası olarak sana, yeni yaptığımız robot’tan sana bir tane ayırdı.
-Şeri bana yetiyor.
-Hayır, bu yeni robot Şeri gibi çöp tenekesi değil. Sana arkadaş olacak birisi. Modellemesinde bizzat çalıştım. Senin ilkel zevklerini bile ona yükledim. Ona bayılacaksın. Robotlardan hoşlanmadığını bildiğim için, transistorlerle insan derecesinde ısınan yapay deri bile düzenledik.
Serdar, arkadaşlarına döndü, alkışlamalarını işaret etti, sonra dev pastaya doğru dönerek konuşmasına devam etti;
-İşte kendisi son teknoloji, zevkleri ilkel robotumuz…
Hakan’ın meraklı bakışları altında, dev pastanın ortasındaki kağıt yırtıldı ve robot ortaya çıktı. Serdar bağırmaya devam etti;
-Hakan’a tüm kalbimizle yeni robotu. Şey… Androitini, Gül’ü sunuyoruz.
Hakan, dev pastadan çıkan son aşkına acıyla baktı… Kalbini tutarak yere çömeldi.
Serdar, “Bana numara yapma dostum, kalbinde sorun olsa, bilekliğin sinyal verirdi. Olamaz, bilekliğin nerde. Yetişin, yetişin”
Hakan, sırt üstü yere yığıldı. Şeri, müdahale için çabalarken, Serdar o telaşlı anda bir an Gül’ün yüzünü gördü. “Niçin böyle bakıyor. Bunun teknik modellemesinde, ‘Üzgün bakma’ modu eklemiş miydik? ” diye düşündü.

YAZAN: Ahmet Ünal ÇAM [email protected]

YAZILIŞ TARİHİ: 29/30-Ocak-2009

Ahmet Ünal Çam
Kayıt Tarihi : 9.2.2009 11:53:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Ahmet Ünal Çam