Yalnız Bey, soyu hanedanlara dayanan soyun son temsilcisidir. Dedesinin dedesinin büyük dedesinden kalma birkaç iş hanı, bir konak geçimini sağlamaya yetiyor da artıyor bile o nedenle çalışmasına hiç de gerek yok.
Yalnız Bey’in gençliğinde Hanedan soyundan gelmesine duyulan özenti hoşuna gitmiyor değildi, fırsat buldukça hanedan soyundan geldiğini vurguluyor çevresindekilerin gıptasına omuz kabartıyordu. Hanedan soyundan gelme üstünlük sıfatını ve mal varlığını bir başkası ve başkaları ile paylaşma durumunda azalacağına ve yok olacağına inandığı için evlenmeye de karşı olmuş ve hiç evlenmemişti.
Yaş ilerledikçe Yalnız Bey, yalnızlığının farkına varmış yalnızlığını giderme adına sorumluluk yüklemeyen, yasalara karşı suya sabuna dokunmayan ne kadar dernek varsa hepsine üye olmuştu. İlk önce Bana Neciler Derneği’ne üye oldu. Sonra Sana Neciler Derneği, ardından, Tekere Çomak Sokanlar Derneği, Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği, Yosunları Yaşatma Derneği, İlahi Taktir Cemiyeti, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği, Şakşakçılar Derneği, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği, Kürtajcılar Pürtajcılar Derneği, Leylekleri Çiftleştirme Derneği, Kaplumbağaları Yumurtlatma Derneği, Avutanlar Derneği, Avunanlar Derneği, Burnundan Kıl Aldırmayanlar Derneği, Keline Kıl Ektirtenler derneği, Karda Yürüyenler Derneği, Sapıkçılar Dayanışma ve Destekleme Derneği, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği, Eşeğe Ters Binenler Derneği, Deveye Hendek Atlatanlar Derneği, Uzaylılarla Dayanışma Derneği, Barışı Çökertenler Savaşı Hortlatanlar Derneği, Yandım Anam diyenler Derneği, Yananı Allah Görür Diyenler Derneği,, Anasını Alıp Gidenler Derneği, Sapsız Baltalar Derneği, Pabucunu Ters Çevirenler Derneği Çatısızlar Bacasızlar Derneği… Dernek dernek….. Kaç derneğe üye olduğunu kendisi bile bilmiyordu tek bildiği, dernekler adına aldığı kupalar, plâketler… Dernek yetkilileri ile çektirmiş olduğu resimler, bir de gazetelerde kendisi ile çıkan haberler, her birini çerçeveletir, evine her gelene tek tek gösterir, her biri adına saatlerce açıklamalar yapar. Bunlar Yalnız Bey’in ömründe tattığı en büyük mutluluk kaynakları…
Yalnız Bey’in hayat üçgeninde arada bir röportaj verdiği gazeteciler, dernek yetkileri bir de aksatmadan görüştüğü doktoru yer almaktadır. Bunun dışında bütün günlerini, dolaşmaktan bıkıp usanmadığı konağının bahçesini dolaşmakla geçirir.
Yalnız Bey, sabahleyin her gün olduğu gibi güneş doğmadan uyandı. Aşçısını çağırarak aşçısına, kahvaltı hazırlamasını emretti. Aşçısına, ‘’ Sen kahvaltıyı hazırlayana kadar ben bahçede dolaşıp bir temiz hava alacağım.’’ dedi. Bir de kahvaltıda bıldırcın yumurtası pişirmesini söyledi ve çıktı konağından dışarı. Güneş doğmadan bahçeyi dolaşmanın uğruna inanırdı. Kuş sesi ile birlikte titreşen her gül tomurcuğunu kendisinin uyandırdığını sanıp mutlu olurdu.
Yalnız Bey, konağın kapısından ilk adımı atar atmaz karşısında yere serilmiş erik dalları ile göz göze geldi, olanca hızı ile kırılan dallara koştu. Dallar kırılmış erikler etrafa saçılmış… Kırılan dalları eline aldı fırlattı, aldı fırlattı… Hem dalları fırlatıyor hem ‘’Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum.’’ diyerek kendi kendine söyleniyor, son dalı fırlatıyor, güllere yöneliyor. O da ne! Güller talan… Yalnız Bey, Yalnız Bey değil, oldu Şaşkın Bey… Güllere bakıyor, güller ona bakmıyor, kimi boynu bükük, kimi yoluk. Yalnız Bey, etrafa bakıyor, her gördüğü talan, gökyüzüne bakıyor, gökyüzü; bulut yüklü, üstüne düştü düşecek. Kendi kendine ‘’Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum, güller yolunuyor ben görüyorum, ben saçımı başımı yoluyorum. Olmaz böyle, olmaz böyle! ’’ diye diye konağın kapısına geldi. Konağın kapısını yarı açtığında aşçısının ‘’Yalnız Bey, Yalnız Bey! Bıldırcın yumurtaları çalınmış.’’ dediğini duymasına fırsat kalmadan sağ eli kalbinin üstüne gitti, olduğu yere yığılıp kaldı. ‘’ Tansiyon hapımmm’’ diyebildi. Aşçısı hapını getirdi, Yalnız Bey, hapını yutmaya çalışırken aşçısı elinde getirdiği ıslak havlu ile Yalnız Bey’in terini silmeye çalışıyor. Ter sildikçe artıyor, aşçı siliyor, Yalnız Bey sağanak yağmur gibi yağdırıyor… ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’ sanki yer gök aynı cümleyi sayıklıyordu. Yalnız Bey’in beynindeki yankı, çarpanların katlarına katlanıyor. ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’… Cümle tekrarlanıyor, yalnız beyin soluk alışverişi artıyor. Aşçı telaşlı… ‘’ Yalnız Bey, sakin olun, Allah göstermesin kalbiniz durur, olan eriklere olsun.’’ demesine kalmadan Yalnız Bey, ‘’Erik deme çıldıracağım! ’’ dedi. ‘’ Bıldırcın yumurtası çalınmış.’’ Yankısı gitti yerini bir film şeridi gibi gözleri önüne serilen kırılmış erik dalları, yolunmuş güller aldı. Film şeridi tekrar tekrar üstüne derken Yalnız Bey, kısa sureli uykuya daldı. Uykuda da rahat yok. Film rüyasında tekrarlıyor. Yalnız Bey, ‘’Mazbut! ’’ feryadı ile uyanıyor, başlıyor söylenmeye, ‘’ Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum. Güller yolunuyor ben görüyorum. Bıldırcının yumurtası çalınıyor, ben görüyorum. Bıldırcın boğazlanıyor ben görüyorum. Güya konağın bekçisi var, her ay tıkır tıkır maaşını alıyor, bir lira eksik alsa kıyameti koparıyor. Şimdi ben ona sorarım kıyamet nasıl kopartılıyor. Avazı çıktığınca bağırır,’’ Mazbut! Mazbuttt! Mazbut, gelir, hazırolda divanpençe:
- Emredin efendim!
- Erikler yolunmuş, bütün dalları kırılmış, görmedin mi?
- Gördüm efendim, kırılan dalları tek tek topladım. Topladığım dalları da kurutup yaksın diye Süliman Amcaya verdim.
Mazbut’un sakin hali ve vermiş olduğu cevaplar Yalnız Bey’in sinir kat sayısını bir kat daha arttırıyor. Yalnız Bey, sesinin olanca şiddeti ile:
- Bu nasıl görmek, dallar kırılmadan göreceksin!
Mazbut, gayet sakin:
- Gördüm efendim, dün dallar kırık değildi.
Yalnız Bey’in ağzından nerdeyse salyalar akacak, dişlerin gıcırtısını duyan, köpekler kemik yiyor sanacak. Yalnız Bey, ses tonunu arttırmak istese de ses tonu artmıyor, ses kısıldı bağırmaktan. Mazbut’un işiteceği şekilde:
- Dalları kırık, kırık değil görmeyeceksin, dalları kıranı göreceksin.
Mazbut sakinliğini koruyor, aynı sakinlikte:
- Dalları kıranı görmedim efendim.
Yalnız Bey, yumruklarını sıkıyor, dişlerini sıkıyor, bakışları ile Mazbut’u parçaladı parçalayacak:
- Güller kopartılmış, onu kopartanı da görmedim deme sakın.
Mazbut, ayarlı makine olsa aynı sakinliği koruyamaz, sakinlik aynı:
- Demeyeceğim efendim.
Yalnız Bey, aldığı cevaba sevinmiş gibi bu defa farklı bir ses tonu ile:
- Güzel, demek ki gördün gülleri kopartanı.
Mazbut aynı sakinlikte:
- Gördüm efendim.
Yalnız Bey, bu defa kızgınlık ölçüsünü kaybettiği yerden yakalayarak:
- Bir de gördüm diyor, olmadı bir de yardım etseydin.
Mazbut aynı sakinlikle:
- Ettim Efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığını bir mertebe ilerleterek:
- Çıldıracağım! Kimdi kopartan, nasıl yardım ettin? Söyle deli etme beni!
Mazbut gayet sakin:
- Gülleri kopartan bendim efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığı bir mertebe daha arttırarak:
- Nee! Sendin haa! Söyle, gülleri niye kopartın?
Mazbut, aynı sakinlikte:
- Söylüyüm efendim.
Yalnız Bey:
- Söyle diyorum sana, söyleee!
Mazbut sanki bahçe turunda, aheste aheste dolaşıyor, dolaşırken:
- Efendim, yoldan yeni evli bir çift geçerken ilk defa böyle bir bahçe gördüklerini çiçeklerin kokusuna bayıldıklarını söylediler. Ben de koklamaları için bir demet koparttım kendilerine takdim ettim.
Yalnız Bey, yumrukları sıkıyor, dişleri sıkıyor; sinirden kesik kesik sözcüklerle:
- Be- been, sana tak- takdim etmeyeceğim hatta ke-keseceğim, maaşından keseceğim.
Mazbut’ta sakinlikten taviz yok:
- Kesersiniz efendim, isterseniz kesik kesik verin, ben onları yapıştırıp bakkal çakkal birine yuttururum.
- Kes karşılık vermeyi.
Mazbut bu defa mazlum rolüne bürünüp boynunu bükerek:
- Kestim efendim. Kesmezsem maazallah kellemi kesersiniz
Yalnız Bey, sinir mertebelerinden iki üç basamak inerek:
- Bıldırcın yumurtalarına ne diyeceksin, onu merak ettim.
Mazbut bilgiç bir eda ile:
- Yımırta mı? Arka sokaktaki kadının gelişme engelli bir çocuğu varmış, doktor bıldırcın yımırtası yemesini söylemiş, zavallının yımırta alacak parası yokmuş. Yımırtaların hepsini topladım ona verdim.
Yalnız Bey, sinir basamaklarından birkaç basamak atlayarak:
- Her parası olamayanı ben mi düşüneceğim. Biri de gelip oturacak evim yok dese bu koskoca konağı mı vereceğim.
Mazbut yine mazlum rolünde:
- Öyle deme efendim, zenginin parası, garibin duası.
Yalnız Bey, sinir basamaklarının sona dayandığını, daha doğrusu kendisinin bittiğini anlayarak:
- Sus! Bir de akıl vermeye kalkma. Çık! Bahçe kapında bekle. Doktorum gelecek bekletmeden odama getir.
Mazbut, ‘’ Emriniz olur efendim.’’ diyerek çıkar, kapıda beklemesine gerek kalmadan doktorla göz göze gelir. Anında Yalnız Bey’in kapısını çalar. Yalnız Bey’in sinir basamakları harekete geçer, ‘’Yine ne var? ’’ diye bağırır. Mazbut her zamanki sakinlikte ‘’ Doktorunuz geldi efendim.’’ der. Yalnız Bey, ‘’Kaç kez söyleyeceğim doktorum geldi ise bekletme al içeri.’’
Doktor, gayet güler yüzlü, içeri girmeden kapıdan başlıyor konuşmaya:
- Sizi gayet iyi gördüm efendim, maşallah, Allah nazardan saklasın.
Yalnız Bey, hasta çocuk rolünde, isteksiz ifadelerle:
- İyi değilim doktor.
Doktor:
- Önce bir muayene edelim, anlarız sebebini. (Nabzını ölçer.) Nabız atışı gayet iyi. (Kalp atışını dinler) Kalp atışı gayet iyi. (vücut ısını ölçer) vücut ısınız da iyi. Peki iştahınız nasıl?
- Ye ye doymuyorum doktor.
- Sindirim, kabızlık, gaz…
- Vallahi doktor on dakika bir tuvaletteyim hiçbir sorun yok. Ben gece uyku uyuyamıyorum.
- Peki, şikâyetiniz nedir?
- Gündüz bir dakika yerimde duramıyorum hep sinir hep sinir… Gece uyku uyuyamıyorum.
- Sebep?
- Doktor ben çevreci biriyim. Tema Vakfı tarafından yüzlerce ödül aldım. Bu konağın bahçesinde bitkinin her türlüsü, meyvenin her çeşidi, evcil, yabani hayvanın her türü var. Bütün bunları huzur için yapıyorum gelin görün ki huzur yok. Bir bakıyorsunuz eriğin dalı kırılmış, bir bakıyorsunuz gül dalından kopartılmış, kümesten yumurta çalınmış. Bir keresinde kümesten tavuk çalan birine silahla ateş ettim, komşuları akıl vermiş davacı oldular. Yasalarımız yasa değil, neymiş efendim silahla sadece yatak odasında ateş edilirmiş. İşe bak, işe! Benim bildiğim yatak odasında ateşli silah kullanılmaz. Neyse lafı uzatmayalım altı ay hapis geldi. Para cezasına çevirdim, para bir şey değil, sinir yapıyor. Doktor konuyu değiştirme adına gözüne ilişen kupaları, plâketleri sorar, sorduğuna pişman olur. Yalnız Bey, başlıyor anlatmaya, ‘’ Doktor Bey, bu plâketi Bana, Bana Neciler Derneği verdi. Hükümet yeni bir yasa çıkartmış. ‘’Sevgililere Bakışma Vergisi Düzenleme Yasası’’ Kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben, bana ne dedim. Dernek bu plâketi verdi. Bu kupa Sana Neciler Derneği’nden, Hükümet Yabancı Uyruklulara Mülk Edindirme Yasası çıkartmış yine kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben önüme gelene sana ne, parası olan alır dedim. Hükümetin kulağına gitmiş, hemen Sana Neciler Derneği’ni harekete geçirmiş. Şu görmüş olduğun karpuz küre, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği tarafından verildi. Türkiye’de daha karpuz fideleri yeni dikilirken ben özel uçakla Madagaskar’dan karpuz getirdim, malum bizim basın böyle haberleri manşetten verir. Bu kupayı leylekleri Çiftleştirme Derneğinden aldım. Şu karşıda gördüğün ağaç leyleklerin çiftleşebileceği en doğal ortam olarak seçildi. Şu kupa Tekere Çomak Sokanlar Derneği’nden, Bu plâket Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği’nden, 0 plâket Yosunları Yaşatma Derneği’nden, Bu İlahi Taktir Cemiyeti’nden, O mu? O, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği’nden, Bu timsah rozeti, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği’nden, Bu oyuncak Şakşakçılar Derneği’nden, bu tokmak, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği’nden, bu neşter Kürtajcılar Derneği’nden… Doktor bayılmadı ise de bayılmasına az kaldı denebilir. Gözler daldı dalacak. Beyin söylenilenleri algılamıyor, sadece her söze kafa inip kalkıyor. Doktorun son algıladığı cümle,’’ Doktor Bey, çıldırmanın son ketesindeyim anlıyor musunuz? ’’ Doktor birden kendini toparladı konuşmanın da bittiğini anlaması ile bir canlılık belirtisi hareketlendi. Kısa öz anlaşılır cümlelerle Yalnız Bey’in sorusuna cevabı yetiştirdi,’’ Sizi gayet iyi anlıyorum Yalnız Bey, siz ve sizin gibileri yalnızlık denizinde gemisini bir müddet yüzdürebilir, yalnız sonunda mutlaka rotayı şaşırırlar.’’ Yalnız Bey, şaşkın bakışlarda sorar, ‘’ Anlamadım Doktor Bey.’’ Doktor, ‘’Anlaşılmayacak bir şey yok efendim, insanların güzellikleri paylaşacak dostları olmalı yoksa kafayı üşütmeleri tıbbî bir gerçek olmasa da kaçınılmaz bir gerçek.’’
Yalnız Bey’in sayıkladığı ‘’ Erik dalı, bıldırcın yumurtası’’ gitti, yerini; ‘’ deniz,
rota, üşütük’’ aldı. ‘’ Üşütük, Üşütük, üşütüükkk! ’’…
İNSANLIĞIN BEDELİ OLMAZ
Muzdarip Bey, annesi ve babasını hiç tanımadan hayata atılmış hayatın son basamaklarına tırmandığı son günlere kadar baba da olamamıştı. Babalık duygusunu tatmamış tattırmamış biri. Yetiştirme yurtlarında büyümüş, azim ve çabaları sonucu en yüksek mevkilere gelmiş en sevdiği kızla evlenmiş ve mesut bir hayat sürdürmüştü. Ta ki eşini kaybedene dek keyfine diyecek yoktu. Eşini kaybettikten sonra kendini tamamen sosyal yardım kuruluşlarına adadı. Kiminde kurucu oldu, kiminde maddi destekçi, kiminde en aktif üye. Zamanının nerdeyse tamamını Çocuk Sevenler Derneği’nde geçiriyor, çocuklarla oynamak, onları güldürebilmek hoşuna gidiyor; onların başını okşayıp baba sıcaklığını hissettirebilmenin maddî yardımdan daha fazla yararlı olduğuna inanıyordu. Maddî destek verdiği kuruluşlar da vardı. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Sokak Çocukları Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar maddî destek verdiği kuruluşlar arasında yer alıyordu. Sosyal yardım kuruluşlarına maddî destek ve kimsesiz çocukları bağrına basmanın dışında kimsesiz yaşlılara da oldukça duyarlıydı. Arada bir hediyeler alarak İhtiyar Huzur Köşeleri Derneği’ne gider oradaki yaşlıların tek tek gönlünü almayı başarırdı. Muzdarip Bey, parasının olduğu gibi zamanının da çok azını kendisine ayırırdı. Baharın esintisi kendisinde bir dolaşma hissi uyandırmıştı. Kim bilir belki de gençlik günlerini anımsayacaktı. Hiç yapmadığı şekilde özenerek giyindi, aynanın karşısına geçti, tekrar tekrar baktı; uygun bulmadığı gömlek, pantolon değiştirdi, değiştirdi… Aynanın karşısında ‘’tamam’’ dedikten sonra çıktı dışarı…uzdarip, caddede her gördüğü kişiyi yıllarca görmediği dostunu yeni görmüşçesine tepeden tırnağa süzüyor, yüzlerine gülümsüyor, göz göze geldiklerine selam veriyor. Selama kimisi hiçbir tepki göstermiyor, kimisi karşılık veriyor, kimisi de ‘’ bu nerden çıktı şimdi.’’ der gibi ters ters bakıyor. Ötüşen kuşlara bakıyor, bulutlara bakıyor, caddeden her gecen arabaya bakıyor, her birine el sallıyor.Muzdarip Bey, parka giriyor, güllere bakıyor, gülleri kokluyor, fıskiyelerden fışkıran suyun her damlasına dokunuyor. Yerdeki her karıncayı tek tek izliyor, her biri ile sohbet ediyor. Banka oturuyor. Oturuş, o oturuş… Artık hiçbir şey görmüyor, duymuyor, tek duyduğu kasığındaki sancı. Eli ile ovuyor, elini bastırıyor… Ağrı gittikçe artıyor. Ağrıdan kıvranıyor… Önünden sarmaş dolaş geçen geçene, hiç biri dönüp acıdan kıvranana bakma gereği duymuyor. Muzdarip Bey, kafasını kaldırır kaldırmaz ‘’HOSPİTAL…….’’ Levhasını gördü, içinden ‘’İyi olacak hastanın doktoru ayağına gelirmiş, şükür yakında hastane varmış.’’ dedi. Oturduğu banktan kalktı, derince bir nefes aldı. Gözü HOSPİTAL’da başladı yürümeye daha dorusu sürünmeye… Kıvrana kıvrana, inleye inleye ‘’HOSPİTAL…….’’ın kapısından içeri girdi. Danışmada bir bayan, bir yandan tırnaklarını törpülüyor, bir yandan sakız çiğniyor. Sakız çiğnemedeki mahareti gözden kaçmıyor. O küçücük ağızdan çıkıp şişen balonu çıkartıp al ağzından koy hastanenin bir köşesine, şişme yatak olur ya da tutun ucundan İstanbul’un semalarına açılırsın. Muzdarip Bey, görevli bayana yaklaştıkça yaklaştı. ‘’Şak, şak’’ eden sakız patlamaları nerdeyse kulak zarını patlatacak. Muzdarip Bey, ‘’ Acıya dayanamıyorum, ne olur yardımcı olun.’’ Diye çığlık attı. Görevli, umursamaz lakayt tavırlarla ‘’Bağırma, sağır yok karşında, ver kimliğini.’’ diye karşılık verdi. Muzdarip Bey kimliğini verdi. Görevli sol eli ile saçlarını dalgalandırıyor, sağ işaret parmağı ile Muzdarip Bey’in Kimlik No’sunu tek tek girdi. Muzdarip Bey’e ‘’25 Tl fark üçreti ödemeniz gerekiyor.’’ dedi. Muzdarip Bey:
- Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. Şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
- Beyefendi mevzuat el vermez.
- Mevzuat el vermesin, doktor bir el atsın yeter.
- Mevzuat Beyefendi, mevzuat.
- Mevzuatı karıştırmayın işin içine.
- Beyefendi, mevzuat hep işin içinde.
- İzin vermeyin.
- Mevzuat bu, izin mizin dinlemez.
Tartışmayı duyan başhekim gelir. Gözü ne hastada ne de görevlinin görevinde. Kral edasında:
- Ne oluyor burada?
Görevli:
- Beyefendi muayene olmak istiyor.
- Bırakın olsun.
- Beyefendi ücret ödemiyor.
Başhekim, Muzdarip Bey’e döner. Muzdarip’in acıdan kıvrandığı hiç mi hiç dikkatini çekmez. Bildik sorusunu sorar:
- Niçin ücret ödemiyorsunuz?
- Anlatayım efendim. Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. (sağ kasığını tutarak) şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
Başhekim görevliye dönerek ‘’ Beyefendiye senet düzenleyin, sonra da muayenesini olsun.’’
Görevli:
- Tamam efendim.
- Senedin miktar kısmını boş bırakın.
- Anlaşıldı efendim.
Görevli başhekimden gizlediği sakızı tekrar sahneye koyarak başlar senet düzenlemeye… Bir yandan karıştırılan dosyaların çıkarttığı ses bir yandan çiğnenen sakızın, pat’’ sesleri… Bir müddet sonra (Muzdarip Bey’in dermanının, sarpının son sınırına dayandığı müddet) Muzdarip Bey ’e senedi imzalamasını söyledi. Muzdarip Bey, senedi imzalamasına imzalayacak gel gör ki senede bir türlü ulaşamıyor. Senede uzandıkça uzanmaya çalışıyor, görevlide kesintisiz ‘’şak, şak’’ sesleri. Muzdarip Bey arada bir düşecek oluyor, danışma kabinine tutunarak kalkıyor. Bir hamle, iki hamle derken onuncu hamlede senede ulaşabildi. Senedi imzaladığında ağrısını unuttu. Sanırsınız’ Muzdarip Bey’ in zoru senedi imzalayabilmek. Şükür senet imzalandı. Görevli vizite kâğıdı Muzdarip Bey’e uzattı, baloncuklar yapmaya devam ederken eli ile saçlarını dalgalandırmayı ihmal etmedi. Muzdarip Bey, dayanamadı sordu, ’’ Ben nere muayene olacağım Hanım Kızım? ’’ Görevli, görüntüsünden hiçbir taviz vermeden yine umursamaz tavırlar içerisinde ‘’ Beyefendi elinizdeki kâğıtta yazar.’’ Muzdarip Bey, ‘’ A kızım kâğıda bakmaya dermanım var mı, görmüyor musun halimi? ’ dedi.’ Görevli, ‘’ Beyefendi, 2. Dâhiliye’’ Muzdarip Bey, 2. Dâhiliyenin yerini sormaya cesaret edemedi. Koridor girişine kadar zorlanarak yürüdü. Koridor girişinde polikliniklerin yerini belirten açıklayıcı levhalar vardı, tek tek hepsine baktı. 2. Dâhiliye… 2. Dâhiye; 2. Katta yazıyor, çare yok, ikinci değil 5. Kat ta da olsa sürüne sürüne çıkacaktı.
Muzdarip Bey, elinin biri ile merdiven korkuluklarından tutuyor, biri ile kasığını. Üç basamak çıkıyor, üç dakika dinleniyor, tekrar üç basamak, tekrar üç dakika… Son basamaktan ayağını çektiğinde bekleme süresi hayli uzadı, yorgunluk üç günlük yoldan gelmişliğin biraz fazlası. 2. Dâhiliyeyi bulmak zor olmadı, sırada beklemek fazlası ile zor. Beklemede geçen her bir dakika; saate, güne bedel. Sıra kendisine geldiğinde derin bir nefes aldı. Sanki sorunu bekleme sırasının sonunu erişebilmekti. Sıranın sonunu getirdi, sevinçten ağrısını unuttu. Doktora vizite kâğıdını uzattı. Doktor,’’Şikâyetiniz nedir? ’’ diye sordu, Muzdarip Bey sağ kasığını göstererek ‘’ Doktor Bey, şuramda dayanılmaz bir ağrı var.’’ Doktor, ‘’ Ne kadar süredir var ağrınız? ’’ diye sordu. Muzdarip Bey’, ‘’ Yaklaşık iki saatten beri.’’ diye cevapladı. Doktor, ‘’ Bir muayene edelim anlarız sebebini, uzanın sedyeye.’’ dedi., Muzdarip Bey sedyeye uzandı, doktor önce mide üstünden bastırdı sordu,’’ acı var mı? ’’ Muzdarip Bey, ‘’yok’’ dedi, sonra, sol kasık, sağ kasık, cevap yine ‘’yok’’. Doktor sağ kasığın alt bölgesine bastırdığında Muzdarip Bey’den ses çıkmadı çıkmamasına yalnız dişlerden çıkan çatırdı çatır bir depremi andırır derecede, bedeninin kıvrılması depremde göçük altında kalmışlıktan daha ezik, daha büzük… Doktor, ‘’ Acı var mı? ’’ diye sormaya gerek duymadı, Muzdarip Bey’i n acıyı hissettiğini dişlerinin çatırtısından, kıvranmasından fazlası ile anlamıştı. Muzdarip Bey’e film çektirip getirmesini söyledi. Muzdarip Bey, 2. Kata çıkışını anımsadı, anımsadı çünkü röntgen; I.katta idi. İki kat; oldu gözünde dört kat, inecek tekrar çıkacaktı. Zor işti doğrusu. Çare yok ilk adımı atması ile hissettiği ağır yorgunlukla başladı yürümeye… Bu defa inişte basamakları saydı. İlk bölümde on basamak. Basamak sayışı işe yaradı; on, dokuz, sekiz… Basamak sayısı azaldıkça sıkıntısı azalıyor, ağrıları hafifliyordu. 2. Kat bitti. Bir on, bir on daha derken I. Kat da bitti. Şükür röntgende sıra yoktu. Filmi çektirdi. Filmin on dakikada çıkacağı söylendi. On dakika beklemek sıkıntısız geçti, merdivenlerden iniş yorgunluğunun dinlenmesene vesile oldu. Film çıktı. Muzdarip Bey filmi aldı bu defada merdinin basamaklarını sayarak başladı merdiven basamaklarını çıkmaya. Bir on, bir on matematikte olduğu gibi eşit olmuyor; yorgunluk her basamakta bir kat daha artıyor, yorgunluk ağrıyı bastırıyor, yorgunluk ağrıyı unutturuyor. Son nefes son solukta merdiven basamakları bitti.
Muzdarip Bey, filmi doktora uzattı, doktor ilk bakışta ‘’Apandisiniz var, ameliyat edeceğiz, önce siz yazacağım tahlilleri yaptırın, sonra sizi hastanede konuk edeceğiz, yarına da ameliyat ederiz.’’ dedi. Muzdarip Bey, ‘’ Ağrım! ’’ diyebildi. Doktor, ‘’Siz tahlilleri yaptırın, yatış işleminden sonra hemşireler size ağrı kesici bir iğne yaparlar, ağrılarınız hafifler.’’ dedi.
Muzdarip Bey, merdivenleri yine saymaya başladı. Laboratuar da ne yazık ki I.katta idi.
On, dokuz, sekiz… On, dokuz, sekiz…
Bir kan tüpü kan, bir kan tüpü kan daha, bir kan tüpü kan daha… Tahlil işlemleri tamam. Bu defa sonuç bekleme yok. Sıra yatış işlemleri; evrak al, evrak götür evrak kayıta. Evrak kayıt adı üstünde kayıt ediyor, kayıt etmiyor bekletiyor, bekle babam bekle. Muzdarip Bey, bayıldı bayılacak. Bayılmadı, düşmedi, ayakta. Ağrı unutuldu, gözler saatte, kaç dakika geçti geçecek… Dakikalar sayılırsa bırakın bir saati yarım saat olmadı. Muzdarip Bey’e sorsanız saatler, olmadı bir gün der. Kayıt tamam. Şimdi Sıra 10 Numaralı hasta koğuşunu bulmakta. 10 numaralı koğuş yan binada. Çık dışarı, dön köşeyi, geç karşıya, I. Kat hasta koğuşu hasta koğuşu olmasına da acil vakalar. Çık II.kata; II. Kat hariciye, çık III’e, III; ortopedi. Çık IV.kata; şükür IV. Kat; ‘’Dahiliye’’ 10 Numaralı koğuş koridorun sonu. Dört katı çıkan Muzdarip Bey, koridorun sonuna mı yürüyemeyecek bir solukta yürüdü. Kendisini yatağa atması görmeye değer, daha kapıdayken fırlattı kendini yatağa; nerdeyse ranza kırılacaktı. Çok geçmeden hemşire geldi, ağrı kesici iğnesini yaptı ve çıktı. Hemşirenin çıkması ile Muzdarip Bey daldı uykuya. Ne kadar uyudu bilinmez, tek bilinen uykunun en tatlı yerinde kapısı çalındı, hasta bakıcı yemeğini getirmişti, Muzdarip Bey, ağrıdan yorgunluktan yemeği çoktan unutmuştu, yemeği görünce aç olduğunu hissetti, ilk kaşıkta yemeğin tadını, son kaşıkta doyma hissinin mutluluğunu hissetti. Yemeğin üstüne bir su. Yemek, su, yorgunluğu unutturdu. Kendine güvenebilse kantine inecek bir de çay içecekti, gözü yemedi kantine inmeyi. Kolay olanı vurup kafayı uyumaktı; öyle yaptı Muzdarip Bey.
Sabah kahvaltını yaptıktan sonra, ameliyat için odadan alınmasını bekledi. Bekle, bekle… Arada bir saate bakıyor, bir saat, bir saat. Saatler geçiyor gelen giden yok. Kapısı açıldı. Kapının milim hareketinde Muzdarip Bey’de bir telaş. Almaya mı gelmişlerdi? Hayır, gelen odacı öğle yemeğini getirmişti. Muzdarip Bey yemeğini yedi bu defa kendinde kantine inip çay içme gücünü bulduğunu hissetti. Gidemezdi ya kendisini almaya gelirlerse… Beklemenin en kötüsü süreyi bilmeden beklemekmiş bekleye bekleye öğrendi.
Muzdarip Bey’in odasında sessiz bekleyiş. Dışarıda doktorlarda bir telaş bir telaş… Hastanenin Başhekimi hastaneye gelişte arabası ile bir tırın altında kalmış. Araba hurda. Başhekimde kırık çıkık fazlası ile… İç kanama, dış kanamanın haddi hesabı belirsiz. Kanamalar durduruldu. Dikiş, pansuman tamam. Kırıklara sıra gelmedi. Başhekimin kan kaybı fazlasının fazlasındaydı.
Muzdarip Bey, Başhekimle ilgili olduğunu sonradan örendiği anonsu duydu, ‘’ Dikkat, dikkat! Hastanemiz personelinden biri için çok acil 0 Rh+ kana ihtiyat vardır. Kan verebileceklerin danışmaya başvurmaları rica olur. Tüm hastane personeli ve hastalara duyurulur.’’
Anonsu duyan laborant Başhekimin bulunduğu ameliyathaneye koştu, apandis ameliyatı olacak hastanın kanının 0 Rh+ olduğunu söyledi. Başhekim kontrolü kendi elinde bulundurma düşüncesi ile hastayı yanına çağırttı.
Hasta bakıcılar, doktorlar, meraklılar 10 numaralı koğuşta. Muzdarip Bey, telaşta, heyecanda, bilgi veren yok. Asansörler açılıyor, çıkmak bilmeyen merdivenler saniyesinde iniliyor. Dakikalar dolmadan Muzdarip Bey, Başhekimin karşısında. Karşısında bir gün önce kükreyen aslan edasındaki Başhekim gitmiş yerini kapana sıkışmış bir yaratık çaresizliğinde yardım için yalvaran bakışlarda bir Başhekim…
Onca doktor ve Başhekim. Muzdarip Bey, şaşkın… Başhekimin huzuruna niye getirilmişti? Şaşkınlığı fazla sürmedi. Başhekim hazine bulmuş sefil sevincinde gözlerini ışılatarak direk konuya girdi:
- Muzdarip Bey, kan nakline ihtiyacım var, uygun kanın sizde olduğunu öğrendim. Bir ünite kanınızdan verirseniz bedeli kaç para ise öderim.
Muzdarip Bey, hiç düşünmeden sakin tavırlar içerisinde emin bir ifadeyle ‘’
Efendim, kanım insan kanı. Bir insana hizmet edecekse, insanlığın bedeli olmaz.’’ dedi.
Onca kalabalıkta çok az sayıda yüzler asıldı, maskeler düştü; zahmetlide olsa mahcubiyet duygusunu gösterebildi.
KÜLTÜRÜMÜZÜN MAYASI NASRETTİN HOCA
Hortu Köyü bir ilke şahit olmuştu. Görülmüş bir şey değildi, ilk defa doğarken gülen bir bebekle karşılaşmak. Doğarken gülen bebek, üç ayda konuşan bebek, sekiz ayda yürüyen, onuncu ayda koşan bebek… Üç yaşında konuşması ile herkesi hayrete düşüren bebek…
Köyün, çevre köylerin dilden dile konuştuğu büyümüş de küçülmüş dediği Nasrettin altı yaşına girdiğinde annesi oturtur karşısına:
- Oğlum sen büyüdün. Seni bir sanata vereceğim.''Sanat altın bileziktir.''derler. Sanat öğreneceksin. Koluna altın bilezik takacaksın. Köyde bir demirci, bir berber, bir de terzi var. Söyle bakayım! Sen ne olmak istersin?
- Terzi olmak isterim anne!
-Tamam oğlum. Terzi, teyzemin oğlu. Seni dövmez. Güzel de öğretir. Ustalar, mesleğini çıraklara kolayca öğretmez. Sen dur. Ben hemencecik konuşup geleyim. Sen bugün başla. Bir gün, bir gün.
.- Tamam, anne sen git. Ben, şuracıkta beklerim.
Anne, ehramını örtünür terziye gider. Nasrettin, yalnız kalır. Kendi kendine konuşur:
‘’Ben terziliği öğrenebilir miyim? Ya elimi dikersem... (iki elini birleştirir tutar.) Elimi böyle tutarsam, iğneyi nasıl tutacağım? Demek ki iki elimi böyle dikme şansım yok. Diksem diksem (sağ eli iğneyi tutar, sol başparmağını, işaret parmağı ile birleştirir.) böyle dikerim.’’
Anne terzi ile görüşmüş, terziden beklediği cevabı almıştır, sevinçle eve gelir:
- Tamam, oğlum hemen gidiyoruz. Dur! Önce seni bir okuyum. Sana dua edeyim ki tez elden öğrenesin.
Yavrucuğum! Gurban olduğum Allah'ım, barmaklarına guvvet versin. Gözceğizine fer versin. Böyyük sabırlar versin. Allah'ım yolunu açık etsin.Gısmetlerini, gazancını bol eylesin.
Anne, oğul el ele tutar, terziye giderler. Terzinin dükkânına girerler. Anne:
-.Selamünaleyküm Veli Efendi.
.-Aleykümselâm, Elife Bacı
-. Öp oğlum Veli Amcanın elini!
Nasrettin terzinin elini öpme ile öpmeme arası öper daha doğrusu öpme taklidi yapar.
Terzi:
- El öpenlerin çok olsun yavrum. Sen cin gibi bir çocuğa benziyorsun. Cinliğini başka yerlere vermezsen mesleği çok çabuk kaparsın. Amma cinliğe verirsen kapamazsın.
Elife:
- Veli Efendi, çocuk sana emanet. Eti senin, kemiği benim. Bana müsaade.
- Müsaade senin, Elife Bacı. Gözün arkada kalmasın. Senin çocuğun, benim çocuğum sayılır.
Anne, oğlunu emin ellere teslim etmenin gönül rahatlığı ile eve döner. Nasrettin artık terzi çırağıdır.
Terzi:
- Nasrettin, al şu süpürgeyi dükkânı süpür. Bir çırağın, günlük yapacağı ilk iş dükkânı süpürmek. İkinci iş, ustasının ağzına bakmak.
- Veli Amca! Siz dikişi ağzınızla mı dikiyorsunuz?
- Tövbe tövbe..! Elimle dikerim tabi ki.
- Niye ben elinize bakmıyorum da ağzınıza bakıyorum?
- Söyleyeceklerimi duyabilmen için ağzıma bakacaksın. Şimdi bak bakıyım ağzıma.
- Bakamam amca?
- Bak yavrum! Çırak ustasına karşı gelmez. Bak diyorsam, bakacaksın?
- Bakamam amca!
- Bak diyorum! Niye bakamıyor muşsun?
- Ağzın açık değil ki ağzınıza bakayım.
Terzi, Sinirden ne yaptığını bilmez. Ağzını açabildiği kadar açar:
- Al bak o zaman!
-.AA! Amca, sizin on üç tane dişiniz yok.
-.Allah Allah... Ula oğlum! Bir bakmada nasıl saydın on üç dişi?
- O ne ki Amca! Ben bir bakışta gökte kaç yıldız olduğunu sayıyorum.
Terzi, kendi kendine konuşur: ‘’ Bu çocukla işim zor. Annesinin hatırı olmasa iş kolay, vurursun bir tepik, koyarsın kapının önüne.’’ Nasrettin’e döner:
—Sen şimdi ged. Yarın sabah ibibikler ötmeden gel.
- Amca ibibiktir bu. Kaçta öteceğini ben nereden bileceğim?
- O zaman güneş doğmadan gel! Bana da amca demeyeceğen. Usta deyeceğen tamam mı?
- Usta kısmı tamam da güneşe ben karışamam, koskocaman güneş… İstediği zaman doğar.
- Sen git. Annene söyle; Ustam benim güneş doğmadan dükkânı açmamı söyledi.’’ de yeter.
Nasrettin ertesi gün güneş doğmadan dükkâna gelir, dükkânı açar. Süpürgeyi alır eline, gözü kumaşlara takılır. Süpürgeyi bırakır. Kumaş topunun birini alır:
-Terziler bu kumaştan niye kuşun kanadı gibi kanat dikmiyor? Dikseler insanlar da kuş gibi uçsa… Vallahi herkes alır. Terziler de zengin olur. Demek ki terziler zengin olmayı istemiyor.
Nasrettin, kumaşı kollarına kanat yapar, dükkândan bir baştan bir başa uçma taklidi yapar.
Vakit epey geçer. Ustası gelir:
- Oğlum! Ben sana gün doğmadan gel demedim mi?
- Dedin usta!
- Niye gelmedin?
- Geldim usta!
- Geldiysen niye dükkânı süpürmedin?
- Düşünüyordum usta.
- Dükkân süpürmenin nesini düşünüyorsun! Alırsın süpürgeyi şöyle eline, süpürürsün.
- Usta, ben onu düşünmüyordum.
- Ya neyi düşünüyordun?
- Terziler Bu kumaştan kuşkanadı dikse ne olur? ’’ diyordum.
- ….. olur. Tövbe tövbe.. Sen beni günaha sokacaksın. Al şu süpürgeyi, süpür şurayı!
Nasrettin dükkânı süpürür. Nasrettin dükkânı saat başı süpürür. O gün dükkân süpürmekle akşam olur. Nasrettin evine gider.
Nasrettin, ilk gün meslek öğrenme sevinci ile işe başlamıştı. Günler geçti, dükkân süpürdü. Haftalar geçti dükkân süpürdü, aylar geçti dükkân süpürdü.
Nihayet altı ay sonra terzi, Nasrettin’e dikiş söktürür.
O gün akşam annesi Nasrettin’e:
- Oğlum, altı aydır terzi yanına gedip giliyon. Söyle bakıyım ne öğrendin?
- Anne, ettiğin dualar sayesinde altı ayda dikiş sökmeyi öğrendim. Ömrüm yeterse dikiş dikmeyi de öğrenirim.
- Anlaşılan sen terzi olamayacaksın, yarın ben seni medreseye göndereceğim. Orada okuyup ‘’Din Âlimi’’ olursun.
Ertesi gün Nasrettin medrese tahsiline başlar. Bir haftada kıraat, altı ayda Kuran’ı hatmeder. Bir yıl, iki yıl- üç yıl derken Nasrettin ‘’ Din Âlimi’’ olur.
- Nasrettin kendi medresesini açar, ders vermeye başlar.
. Nasrettin Hoca, ilk gün Elif- Bey’i anlatır. Ders bitimi akçeleri toplar. Kesesine koyar.
Bir hafta sonra ders okuma dersi…
Öğrenciler gider Nasrettin Hoca paraları sayar:
—Bir akçe, İki akçe… Yüz akçe. Gidiyim pazara kendime iyi bir eşek alayım.
Nasrettin Hoca pazardan eşeği alır. Eşeğe ters biner.
Halk:
- Hocam eşeğe ters binmişsin!
- Binmişsini var mı? Bindim!
- Niye ters bindin o zaman?
.- Eşek önden gelenleri görüyor. Ben de arkadan gelenleri göreyim.
Nasrettin Hoca evine gelir, eşekten iner kendi kendine konuşmaya başlar:
‘’ Eşeği aldığın zaman, önce bineceksin. Seni düşürmüyorsa, yola da iyi gidiyorsa iyidir. Seni düşürüyorsa, yola da iyi gitmiyorsa geri vereceksin. Şimdilik iyi, bir de yükte denemeli. İyi de, ne yüklemeli? Oduna gitmeli.’’
Hanımına seslenir:
- Hanım, Hanım!
- Huu! Ne var Hoca Efendi?
- Baltayı getir! Oduna gideceğim.
Nasrettin Hoca, baltasını alır, eşeğine biner, ormanın yolunu tutar, ormana varır, eşeğe yükleyecek kadar odunu keser, eşeğe yükler. Eşeğinin kulağına:
—Sen, şu yoldan eve gideceksin ben ormanı dolaşacağım. Bakarsın bir keklik, bir tavşan yakalarım. Akşama ziyafet çekerim.
Nasrettin Hoca, dereleri tepeleri dolaşa dolaşa köye gelir, umut ettiği avı bulamamıştır. Eşeğe odun yüklemeyle kendini avutur. Hanımına eşeği sorar. Hanımı:
- Eşeği ben mi sana soracağım, sen mi bana soracaksın?
- Yahu, ben eşeğe odunu yükledim eve gelmesini söyledim, ben biraz avlanmak istedim.
- Hoca Efendi, eşek senin dediğini anlar mı?
- Anlar anlar.
—Demek ki ben önce gelmişim. O, adı üstünde eşek.
Nasrettin Hoca, bir müddet bekler... Eşeğin gelmeyeceğini anlayınca arkadaşını çağırtır:
—Hanım, ben yoruldum, Hasan’a söyle, Çakal Deresi’ne kadar gitsin, eşeği arasın.
Hasan eşeği aramaya gider, vakit geçtikçe geçer, akşam olma vaktine yaklaşır. Eşek yok, Hasan yok. Bu defa Hoca Nasrettin Hasan’ı aramaya çıkar. Çakal Deresi’ne kadar varır. Baksa ki Hasan bir yandan ıslık çalmakta, bir yandan türkü söylemekte. Hasanan’a:
- Hasan sen ne yapıyorsun?
- Eşeği arıyorum Hocam.
Nasrettin hoca iççinden,’’Demek ki el, elin eşeğini, türkü söyleyerek ararmış.’’ der
eşeği kendisi aramaya başlar, bıraktığı yerde bulur. Eşeğe:
—Sen, daha bıraktığım yerde otluyorsun. Madem otlayacaksın, biraz da kendi aklını kutlan şuralarda otla. Bak, çayırlara çayırlar; yemyeşil.
Nasrettin Hoca, Hasan’ı çağırır: ‘’ Hasan, eşeği buldum, seni kaybedip bir de seni aramaya gelmeyim, gel birlikte gideceğiz.’’ Hasan gelir, önde odun yüklü eşek arkada Hasan, Hasanın ardında Nasrettin Hoca yola koyulurlar...
Odun yüklü eşek sağ salim eve gelmiştir artık. Nasrettin Hoca, eşeğin yükünü indirir, hanımına seslenir:
-Hanım, odun geldi kasaptan ciğer alıp geliyorum, bir güzel pişir yiyelim.
Nasrettin Hoca, ciğeri getirir, hanımına verir. Hanımına: ‘’ Ben köy odasına gidiyorum, sen ciğeri pişir, ciğer pişene kadar ben gelirim.’’der ve köy odasına gider.
Hanımı, kızını komşularına yollar: ‘’ Teyzelerini çağır bize gelsin.’’
Komşuları gelir. Nasrettin Hoca’nın hanımı:
—Komşular, Hoca Efendi ciğer getirdi, bir yalan uydurabilirseniz o ciğeri size yedireceğim. Böylece kursağınız da bir et görsün.
Zöhre:
- Ben buldum yalanı. ‘’Ciğeri kedi yedi.’’ deriz.
- Ay kız aklınla bin yaşa emi! Madem yalan hazır, elimizi çabuk tutalım Hoca gelmeden ciğeri yok edelim.
Hanımlardan biri ateşi yaktı, biri ciğeri doğradı, biri pişirdi, biri sofrayı hazırladı hep birlikte yediler derken son lokmada Hoca’nın ayak sesi duyuldu. Kadınlar bin telaşla ortalığı topladı, sessizce köşelere oturdu. Hoca geldi, başköşeye bağdaş kurup oturdu:
—Hanım, getir ciğeri, yiyelim.
—Hoca Efendi, ciğeri kedi yedi.
—Kediyi getir, o zaman.
Hanımı kediyi getirir.
Nasrettin Hoca:
- Koş kızım, sen de kantarı getir.
Kızı kantarı getirir. Hoca Kediyi tartar. Kedi bir okka.
Nasrettin Hoca:
—Kedi bir okka. Ciğeri kedi yediyse, ciğer nerde? Bu ciğerse kedi nerde?
—Vallahi onu kediye sorun Hoca Efendi.
—Ben, sana sormasını, sorarım da günaha girmekten korkuyorum. Seni Allah’a havale ediyorum.
Hanımı ağlayarak:
— Ben gidiyorum.
—Nereye?
— Havale ettiğin yere.
—Bırak sen o yeri… Evin yolunu bilip, geri gelemezsin.
Hoca’nın hanımı evin yolunu bulup geri döner mi bilinmez, tek bilinen ağlayarak evden çıktığıdır.
Aradan aylar geçer Hoca’nın hanımı eve dönmez. Eve dönmeme sebebi, evi bulamaması mıdır, yoksa Hoca’ya kızgınlığı mı bilinmez.
Halktan biri:
- Hoca Efendi, Dün sizin hanımı aşağı mahallede görmüşler, ev ev dolaşıyormuş.
- İnanmam!
Halktan başka biri:
- Geçen gün de bizim mahallede görmüşler.
- Yemin de etseniz inanmam.
- Yemin ederiz Hocam!
.- Şimdi burada kaç ev var, bilen var mı?
Beyaz sakallı biri:
- Ben varım Hocam!
- Veledi Hüseyin sen misin?
—Evet Hocam.
—Sen söyle, o zaman kaç ev var?
— On yedi Hocam!
Benim hanım evden çıkalı üç ay oldu. Dedikleri gibi ev ev dolaşsa, on yedi günde bir de benim eve uğrardı.
Hoca hanesi iki kişiliktir; bir eşeği, bir kendisi. Hoca, ibadet saatlerinde ibadetini yapar, ders saatlerinde dersini verir, artan zamanda eşeği ile dertleşir. Evden çıkarken eşeği ile vedalaşır, eve gelişte eşeği ile hasbıhal eder.
İlk horoz sesinde uyanan Hoca, kendisinden önce eşeğinin yiyeceğini vermek istedi, ahıra yöneldi. O da ne? Eşek yok. Hoca:
.- Komşular! Eşeğim çalınmış gören duyanınız var mı?
İlk gelen komşusu:
- Hoca, kapıyı kilitlemiş miydin?
.- Kilitlemedim.
- O zaman suç senin. Kilitlemiş olsaydın böyle olmazdı.
.- Bu hırsızın hiç mi suçu yok?
- Yoktur Hocam!
Eşeği ile dertleşen Hoca, eşeğin yokluğunda kendi kendine konuşmaya başlar: ’’ Hanım gitti. Eşek gitti… Bırak gitmesini, gitmesine gitsin de, cemaat; hanımını bırak, bir eşeğine sahip çıkamadı diyecek. Ne yapmalı biraz para bulup bir hanım, artan paraya da eşek almalı. İyi de nerden bulmalı? Buldum! Göle yoğurt mayalayacağım. ‘’
Hoca, elinde kepçe, yoğurt mayası, gölün yolunu tutar. Köyün meraklıları takılır peşine… Kepçeyle yoğur mayasını göle döker, başlar karıştırmaya…
Köyün meraklıları:
—Hocam, hayırdır?
—Hayır, hayır. Göle yoğurt mayalıyorum.
- Hocam, göle maya tutar mı hiç?
- Tutmayacağını ben de biliyorum.
- Biliyorsun da niye mayalıyorsun?
- Ben ya tutarsa diyorum.
Göle yoğurdu mayalayan Hoca, Öğle namazı için camiye geldiğinde yine köyün başka meraklıları:
- Hocam duydun mu?
- Neyi?
— Senin boz eşek, Mısır’a kadı olmuş.
- Bak sen şu yüce Allah’ın işine… Ben hep bu eşekte bir şey var diyordum. Ben, çömezlere ders anlatırken, kulaklarını dikip, dikkatli dikkatli dinliyordu.
Her sözü hikmet bilinip dilden dile dolaştırılan Hoca, Hakkın rahmetine kavuştuktan yıllar sonra araştırmacılar şöyle bir not düşer tarihin sayfalarına:
’’Fıkraları’nın en büyük özelliği; hem düşündürücü olmasının yanında ders verici olmasıdır. Hayat mücadelesinde aklın ve bilginin önemine işaret eder. Kısa ömrümüz içerisinde bir birimizle iyi geçinmez gerektiğini vurgulayarak toplumsal dayanışmayı savunur. Hoca, bazı insanların zenginlik, şöhret gibi geçici şeylere gereğinden fazla değer vermesini alaycı bir üslupla eleştirir. Onun fıkralarının kahramanı; eşeği, hanımı, mahallenin çocukları, esnafı, komşuları… Bu kahramanlar bugünkü dönemde de var olabilecek kahramanlar. Bütün bu özellikler Nasrettin Hoca’yı ölümsüz kılar. Nasrettin Hoca, topluma vermek istediği bilgiyi; eşek aramada arkadaşlık dostluk ilişkisi, eşek alımında ticaretin kuralları, eşeğin kadı oluşunda eğitimin inceliği gibi fıkraları içerisinde kimseyi kırmadan ustaca vermeyi başarmıştır. Nasrettin Hoca’nın bütün fıkraları incelendiği zaman; sadece bir güldürü ustası olmadığını her alanda bir bilge olduğunu görürüz. Bugünkü kültürümüzde, toplumsal değerlerimizde, bilgide, bilimde Nasrettin Hoca’nın mayası var. O sadece gölü değil, kültürümüzü de mayalamıştır.
SOSİS ALİ
Türkçe Öğretmeni ilginç bulduğu öyküleri sınıfa getirir bizzat sınıfa kendisi okurdu. Öyküyü okurken adeta kendinden geçer, dış dünya ile bağlantıları keserdi. Öyküyü okumadan önce sınıfa gerekli uyarıları yapar, sınıfın kendisini dinlemeye hazır olduğuna kanaat getirdiğinde kendisini okumaya kaptırırdı.
O gün daha kendisi sınıfı uyarmadan tüm sınıf dersi kaynatma bahanesine koro halinde:
- Öğretmenim biz sizin okudunuz öyküleri dersten daha çok seviyoruz, bugün bize ne okuyacaksınız?
Öğretmen kendisini havaya kaptırdı, ‘’ Arkadaşlar, bugün size Amerika’da gerçek yaşanmış olayı konu alan bir öykü okuyacağım. Öykü azmin başarmadaki gücünü göstermesi açısından önemli bir örnek o nedenle hepinizin çok dikkatli dinlemesini isteyeceğim. Benim, bakışlarınızdan kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını çok iyi anladığımı bilmenizi isterim. Kimin dinleyip dinlemediğini soru sormadan bakışlarından anladığımı anlamışsınızdır. Öyküyü okurken gözüm üstünüzde olacak, en iyi dinlediğini tespit ettiğim öğrenciye soru sorup sözlü notunu ona vereceğim. Unutmayın en iyi dinleyen aynı zamanda en iyi anlayandır. Anlaşıldı mı? ’’ dediği anda tüm sınıf:
- Anlaşıldı Öğretmenim!
Öğretmen daha öyküyü okumaya başlamadan bütün öğrenciler bir zafer kazanmış sevinci ile birbirine bakışmaya başladı. Yüzlerinden kazanmış olmanın sevinci yansıyordu. O da yetmedi zafer işaretleri kalkıyor, iniyordu. Öğretmen öyküyü çıkartana kadar yer değişikleri yapıldı. Gerekçe hazır; ‘’ Öğretmenim, sizi daha iyi dinleyebilmek için ön sıraya geçtim, yanımdaki arkadaş konuşturuyor onun içinin ben arka sıraya geçtim, ben sağa, ben sola geçtim. Kısacası yer değiştirmeyen tek öğrenci kalmadı. Öğretmen içinden, ‘’ Uyarı nasıl da işe yaradı, not vereceğimi duyunca nasıl ciddiye aldılar.’’ diyordu.
Öğretmen, öyküyü okumaya başladı. Öykünün ilk cümlesinde kendini kaptırdı, sözcükleri olanca gayreti ile vurguluyordu. Tüm sınıf muhabbete çoktan başladı. Kimi kaş göz işareti yapıyor, kimi resimler gösteriyor, kimi işaretleşiyor, kâğıtlar yazılıp elden ele dolaşıyor öyle ki öğretmen bir cümleyi okuyana kadar kâğıt en arka sıradan, ön sıraya ulaşıyor yazılarak en arka sıraya dönüyordu.
Koca sınıfta dinleyen bir tek Ali vardı, o da öyküyü değil arkasındaki sırada oturan arkadaşlarının konuşmalarını dinliyordu. Arkasındaki sıradaki arkadaşlarının muhabbeti teneffüste birbirlerine çekecekleri ziyafetin muhabbeti… Yiyecekler, içecekler sayıldıkça Ali’nin içi gidiyor, ağzının suyu akıyordu. Ali konuşmaları daha iyi duyabilmek için arkaya yaslandıkça yaslanıyordu. Gözleri ile de öğretmenini takip ediyordu. Bu durum öğretmeninin dikkatini çekti. Ali’nin dinlediğini sanarak gözleri ile tasdik etti. Ali’nin tüm gayreti konuşulanların tek bir sözcüğünü kaçırtmamaktı. Arkadaki arkadaşının biri yanındakine soruyor:
- Kaç paran var?
- 20 lira.
- Ben de 30 lira var.
Ali, ‘’ 20 lira, 30 lira… 20 lira; 40 simit, tüm sınıfa yeter ayran dersen öyle.30 lira; 30 lira bir hafta yeter neler alınmaz ki…’’ diyordu.
30 lirası olan, 20 lirası olana ’’ Bugünkü ziyafetler benden. Yarında sen ısmarlarsın, söyle bakalım ne yemek istersin? ’’ diyordu. 20 lirası olan:
- Hamburger.
- Yanda içecek?
- Cola.
- Light mı, cappy mi?
Ali içinden, ‘’ Çocuklara bak, hem hamburger yiyorlar, yanda da cola. Bir de soruyorlar, light mı, cappy mi diye. Yuh be! ’’ diyordu.
Öğretmen, okumasını sürdürüyor, arada bir Ali’ye göz kırıyordu. Ali’nin kulağına öykünün sadece bir noktası takılmıştı. Öyküde hamam da üç gen iddiaya giriyor, üç genç hamamda giyeceklerini bırakacaklar, elbisesiz dışarı çıkacaklar ve bu şekilde hayatta kalma mücadelesi verecekler. Üç yıl sonra kim üç bin dolar biriktirse iddiayı o kazanacak, kaybedenler beş yüz dolar kazanana vereceklerdi. Ali hamburger muhabbetini dinlemeyi bıraktı, dolar hesabına daldı, kendi kendine ‘’ Üç bin dolar biriktirenin parası olacak, parası olmayan nasıl beş yüz dolar versin, neden parası olan olmayana vermiyor? ’’ diyordu. Bir an arkada ki arkadaşlarının konuşmalarını anımsadı, arkadaki arkadaşlarının parası var kendisinin yoktu. Parası olan olana ikramda bulunuyordu. Bugüne kadar sınıftan bir arkadaşı kendisine bir şey ısmarlamamıştı ama bir başkasına yani parası olana hep ısmarlamışlardı. Demek ki bu işler böyle oluyor. Para yiyecek, para içecek, ziyafet, dost, para, para… Ah Napolyon, Ah!
Ali, arka sıradaki arkadaşlarının muhabbetine kendini yine kaptırdı. Arkadaki arkadaşının biri öbürüne teneffüs ziline kaç dakika kaldığını soruyor, öbürü yirmi dakika kaldığını söylüyor, bu defa öbür teneffüste neler yenileceği, bir öbür teneffüste neler yenileceği, bir sonraki gün ne yenileceği sıralanıyor, liste uzadıkça uzuyor; hamburgerler, poğaçalar, açmalar, salamlar sosisler, tostlar, meyveliler, gazlı içecekler, lightler, cappyler…
Ali’nin iç çekişi hat safhada, ağzı sulandıkça sulanıyor, kafa geri gidip gidip geliyordu. Kendini tamamen unutmuş salamların, sucukların içine dalmıştı. Kendini tutamasa bağıracaktı, ‘’Gelsin, salamlar, sucuklar, coca colalar.’’
Öğretmenin öykü okuması bitti. Bütün öğrencilerin gözü öğretmene yöneldi. Öğretmen mutlu oldu, öyküyü okumayı iyi ettiğine inandı, öyküyü yorumlamaya başladı:
- Arkadaşlar, öyküyü hepinizin can kulağı ile dinlediğini gördüm hepinize teşekkürler. Öyküde azmeden insanların neleri nasıl başarabileceklerini gördünüz. Azim, azim. Azim başarının göbek adı. Başarmak için önce başaracağınıza inanacaksınız sonra azmedeceksiniz. Yılmayacaksınız. Tabi ki öncelikle neyi başaracağınızı bilmeniz gerekir. Hedef, hedef… Hedefsizlik rotasız gemiye benzer.
Bütün sınıf koro halinde’’ Haklısınız Öğretmenim, öyküyü çok beğendik bir daha okur musunuz? ’’ diyordu.
Öğretmen, ‘’ Arkadaşlar, öykü bir defa okunur, öyküde önemli olan mesajı alabilmektir, içinizde mesajı alamayan var mı? ’’ diye sorduğunda, bütün sınıftan ‘’ yok’’ cevabını aldı. Bunun üzerine konuşmasına devam etti:
- Arkadaşlar, ben mesajı hepinizin aldığına eminim verdiğiniz cevapta kuşkum yok. Bence Ali arkadaşınız mesajı almanın yanında öyküyü bire bir yaşadı. Ben arkadaşınızı kutlarım, öyle güzel dinledi ki öykünün bir cümlesini bile kaçırmadı. Dinleyici, okuyucu beğendiği olay yazılarında kendini kahramanların yerine koyar, onlarla birlikte sevinir, onlarla birlikte kızar, Ali de aynen öyle yaptı; zaman zaman yerinden fırlayacak gibi oldu, zaman zaman kendisini frenlemiş gibi ya da kendisine karşı bir saldırıdan kendini koruyacak gibi geri çekti. Gözlerini hedeften hiç mi hiç ayırmadı. Demek ki Ali’nin de elde etmeyi çok istediği bir şey var? Nedir Ali elde etmek istediğin şey?
- Sosis Öğretmenim.
Tüm sınıfta bir kahkaha, öğretmen şaşkın… Birden Ali’nin kendisi ile alay ettiğini düşünerek Ali’yi azarladı, çıkardı not defterini bir de sıfır verdi. Bu defa Ali Şaşkın…
Ali, ne öğretmenine anlatabildi, ne arkadaşlarına, arkadaşlarının yediklerine nasıl iç çektiğini. O dersten sonra Ali’nin adı Sosis Ali kaldı.
KÖRPE UMUTLAR
Beyinin ölümü Gülfidan Hanım’ın omzuna dağ gibi bir sorumluluk yığmıştı. Bu sorumluluk her gün yığılıyor, yükseliyor, altında; Gülfidan Hanım inim inim iniliyor. Gülfidan Hanım, eziliyor, günden güne rengi soluyor, saçlar beyazlaşıyor, sırt kamburlaşıyor; gençliğinden en ufak bir güzellik belirtisi kalmıyor, hayal dersen çoktan terk edip gitmiş. Gülfidan Hanım’ın tek düşüncesi oğluna babasının yokluğunu hissettirmemek, ona güzel bir gelecek hazırlayabilmek.
Gülfidan Hanım, beyinden kalan emeklilik maaşını, çarpıyor, bölüyor; topluyor, çıkartıyor. Maaş düşük olmasına düşük, hesaplamalar bir o kadar çok… Çarp böl, çıkart; bir türlü bitmiyor hesaplar. Maaş ev kirasına yetiyor yetmesine ne eksik ne fazla. Denklemin bilinmeyenleri uzadıkça uzuyor; mutfak masrafı, faturalar, Ömercan’ın okul masrafları, giyim kuşam, sağlık yol parası…
Gülfidan Hanım, ev temizliğine gidiyor. Gülfidan Hanım, buldukça evinde parça başı iş üretiyor. Gülfidan Hanım yemiyor, Gülfidan Hanım giyinmiyor; dişini sıktıkça, sabrını zorladıkça denklemin bir bilinmeyenini çözüyor.
Gülfidan Hanım, her gün bir yetenek geliştiriyor; kısalmış, daralmış etekleri kesiyor ekliyor; pantolon dikiyor. Pantolonları kesiyor etek dikiyor. Adı değişik giyinmeyse o da değişik giyiniyor. Yemek kalıntılarından en ilginç çorbalar yapıyor, ekmek kırıntılarından en ilginç köfteler, pastalar…
Gülfidan Hanım denklem uzmanı, Gülfidan Hanım dekoratif, aşçı, terzi, temizlikçi, bekçi, koşucu, montajcı. Her gün yetenek üstüne yetenek, meslek üstüne meslek ekliyor.
Gülfidan Hanım’ın diğer sınıf annelerine benzer yanı, Ömercan’a giydirdikleri, Ömercan’ın beslenmesi, verdiği harçlıklar.
Ömercan’ın giyiminde arkadaşlarından fazlalığı var, eksiği yok, beslenmesinde fazlalık var eksik yok, harçlıklar dersen o da fazlasıyla. Ömercan, okulun düzenlediği; tiyatro, gezi, sportif aktivitelerin hepsine eksiksiz katılıyor.
Ömercan, sınıfın örnek öğrencisi. Ömercan, Sınıfın en çalışkanı. Takdir üstüne takdir alıyor. Gülfidan Hanım’ın keyfine diyecek yok. Ömercan başardıkça babasının eksikliğini hissettirmediğine, annelik babalık görevini eksiksiz yerine getirdiğine inanarak mutlu oluyor. Mutluluk arttıkça yeni yeni denklemler kuruyor, yeni yeni denklemler çözüyor. Uyumuyor, oturmuyor, koşuyor oradan oraya…
Yeni denklem: Ömercan’a bilgisayar. Denklemin bilineni Bilgisayar, bilinmeyeni nasıl alınacak? Sonuç= Bilgisayar alınacak (?) Bilgisayar alınacak hem de yılbaşı hediyesi olacak.
Gülfidan Hanım, o gün oğlunu farklı öptü, başını göğsüne yasladı, okşadı, okşadı ve oğluna:’’Oğlum yılbaşı hediyesi olarak sana bilgisayar alacağım.’’ dedi. Ömercan’da tepki sadece şaşkın bir bakış. Bakışlara Gülfidan Hanım anlam veremedi. Gülfidan Hanım’ın bakışları daha şaşırtıcı oldu: ‘’Oğlum, sen bilgisayara sahip olmak istemiyor musun? ’’ Ömercan, sessizce ’’ Sen bilirsin anne.’’ diyebildi. Gülfidan Hanım, oğlunun sevinç çığlıkları atmasını bekliyordu. Boynuna sarılıp öpmesini bekliyordu. Bir annenin tüm çabası çocuğunu mutlu edebilmektir. Bir annenin yıkıldığı an; çocuğunun mutlu olduğunu göremediği andır. Gülfidan Hanım da o anı yaşadı; olup bitene anlam veremedi. Daldı bir an başka dünyalara. Ömercan, sessizce odasına çekildi.
Ömercan, odasında sanki film izliyordu. Filmde annesi kendisini okula götürüyor, annesi okul çıkışı almaya geliyor. Kar fırtına olanca şiddetinde. Annesinin ayakkabısı yırtık, annesinin paltosu yok; soğuktan tir tir titriyor, dondu donacak… Ömercan’da bot, mont, başlık, kaşkol, eldiven; giyim tam teşekkül. Ömercan, kendi kendine: ’’ Ben bu kadının oğlu muyum? Bu kadın benim annem mi? Bu kadın benim annemse giyecek ayakkabısı yokken bana bilgisayar almasına benim vicdanım nasıl razı gelir, ben nasıl sessiz kalabilirim? ’’ Ömercan, saçlarını yoluyor, Ömercan, dişlerini sıkıyor; nerdeyse var gücüyle ‘’Hayır’’ çığlıkları atacak. Sıkıntıdan, sinirden terliyor, terini eli ile siliyor. Terin biri geliyor biri gidiyor. Olacağı yok, Ömercan lavobaya gidip yüzünü yıkıyor. Annesi soruyor: ‘’ Ne oldu oğlum? ’’ Ömercan: ’’Hiç’’ diyor sadece. Ömercan, çekiliyor yine odasına uzun süre aynı filmi tekrar tekrar izliyor. Yorgun bittiği an dalıyor uykuya. Uykuda aynı sahneler… Sahneler tekrar üstüne tekrar. Ömer sabahleyin uyandığında savaştan çıkmış halde. Yürümeye takatsiz. Çaresiz; okula gidecekti. Sebepsiz okula gitmemek olmaz.
Ömercan, okula gitti. Ömercan bitkin, Ömercan, sessiz. Dördüncü ders öğretmeni Türkçe dersinde; ‘’Gerçekleşmesini istediğiniz en büyük hayaliniz nedir? ’’ sorusu üzerine yazı yazmalarını istedi. Ömercan, cümleyi okudu. Ömercan, sanki sınıftan başka dünyalara taşındı, daldı, daldı… İçinden: ‘’En büyük hayalim, annemi yeni bir ayakkabı, yeni bir palto ile görebilmek diye yazamam ki…’’ diyordu. Ömercan, yine aynı sahneleri izlemeye başladı. Ömercan’ın dalgınlığını gören öğretmeni yanına kadar gelerek. ‘’ Ömercan, senin hayalin yok mu? ’’ Ömercan; ‘’Var öğretmenim.’’ Öğretmeni: ‘’Varsa işte onu yazacaksın bu kadar düşünmeye gerek yok.’’ dedi. Ömercan: ’’ Tamam öğretmenim.’’ dedi.
Ömercan, kâğıda tek bir cümle yazdı: ’’ Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ İkici ders öğretmen sınıfın en güzel yazanı olarak Ömercan’ı alkışlattı. Ömercan’ın yazdıkları üzerine bir ders konuştu: ‘’ Ömercan’ı örnek alın. Her anne babanın tek dileği çocuklarına verdiği emeğin karşılığını başarı olarak görebilmek, onların en mutlu oldukları an; sizin başarınızı gördükleri andır. Ömercan, başarıyı annesine fazlası ile gösteriyor, bu durumdan annesinin mutlu olmadığını düşünmek bile imkânsızdır. Ömercan’ın, yaptıklarını yeterli görmeyip ‘’Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ Yazması kararlılığını, daha büyük başarılar sergileyeceğini göstermektedir, ben arkadaşınızı kutlar bir kez daha alkışlamanızı istiyorum. Sınıf alkışlıyor, Ömercan, tepkisiz. Öğretmeni, Ömercan’ın sakinliğini olgunluk göstergesi olarak algılayıp Ömercan’ı bir kez daha kutluyor, bir kez daha alkışlatıyor.
Ömercan, sınıfta olanları annesine anlattı. Annesi mutlu oldu, oğlunu kutladı. Mutlu olması gereken Ömercan’ken Ömercan’ın durgunluğu annesini şaşırttı. Oğlunu sıkıntılı gördü. Oğluna sordu: ‘’ Oğlum öğretmeninin yazdıklarını beğenmesi, kutlaması, sınıfa alkışlatması hoşuna gitmedi mi? ’’ Ömercan:’’Belki’’ diyebildi. Annesi: ‘’ Belkisi var mı? Her insan başarısının başkası tarafından takdir edilmesini ister. Eminim ki sınıfta bütün arkadaşların senin yerinde olmak ister. Hepsi senin yerinde olmak için can atmaktadır.’’ dedi. Ömercan içinden: ‘’Benim de onların yerinde olmak istediğimi bir anlatabilsem.’’ diyordu.
Evde annesi, okulda öğretmeni, arkadaşları; ‘’Ömercan, senin bir sıkıntın mı var? ’’ Her defasında ‘’ yok, hiç, bilmem’’ gibi anlamsız cevapları tekrarlamak Ömercan’ı fazlası ile sıkıyor, sıkıntısının katlanmasına neden oluyordu.
Yılbaşı yaklaşmış, televizyon kanalları Noel Baba haberleri sunmaya başlamıştı. Annesi oğluna: ‘’ Oğlum ister misin Noel Baba kapımızı çalsın? ’’ Ömercan: ‘’Noel Baba, kapımızı niye çalsın, nasıl çalacak? ’’ Annesi: ‘’Oğlum çocuklar en çok istedikleri hediyeyi yazar posta kutusuna atar. Noel Baba kapı kapı dolaşır o dilekleri toplar, onlar içerisinden seçtiklerine yılbaşı sürprizi yapar. Sen de yaz bakarsın bir yılbaşı sürprizi yaşamış oluruz.’’ Ömercan, bir an düşündü. İçinden: ‘’Neden olmasın’’dedi. Nihayetinde bir oyundu. Oyunu annesi başlatmıştı. Oyunun kuralına annesi de uyacaktı. Annesine yazacağını söyledi, odasına çekildi. Kâğıdı, kalemi aldı eline, en güzel şekli ile yazdı: ‘’ Sevgili aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’
Gülfidan Hanım, oğlunu okula bıraktıktan sonra ilk işi posta kutusuna bakmak oldu. Eline aldığı zarfı açtığında: ‘’ Sevgili Aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’ yazısını gördüğünde şaşkına döndü. Oğlunun sıkıntısının kaynağını öğrenmişti bir de oğlunu mutlu edebilmek için önce kendisinin mutlu olması gerektiğini.
Ömercan, artık durgunluk sergilemiyor, ‘’ Sıkıntın mı var sorularına’’ maruz kalmıyor. O sadece yılbaşına kalan günleri sayıyor, yılbaşının gelmesini iple çekiyor.
Yılbaşı gecesi Gülfidan Hanım, sofrayı oğlunun sevdiği yiyeceklerle donattı. Oğluna karşı her günkü sevgi gösterileri, her günkü gibi hizmetler. Saat: 00,0’da olacaklardan habersizmiş gibi bir bekleyiş, saate bile gözünün ucu ile bakıyor.
Ömercan, heyecanlıydı. Ne kadar gizlemek istese de heyecanını gizleyemiyordu. Saat:00.0’da olacakları bilmiyordu. Sık sık saate bakışı gözden kaçmıyordu.
Saat: 00.0’a yaklaştıkça anne oğulun heyecanı dorukta. Kalp atışları saatin tik takları ile yarıyor, kalp atışları saatin tik taklarına karışıyor…
Saat: 00.0 kapı zili çalıyor. Her zil çalışta kapıyı açan Gülfidan Hanım, yerinden kıpırdamıyor. Ömercan, fırlıyor kapıya; kapıda Noel Baba, elinde hediye paketleri. Ömercan, buyur ediyor içeri. Hediye paketleri açılıyor, en güzel ayakkabı; annesi giyiyor sevinç çığlıkları atıyor, ikinci paket açılıyor; en güzel palto; giyiyor Gülfidan Hanım, geçiyor aynanın karşısına, dönüp tekrar tekrar oğlunu öpüyor. Üçüncü paket açılıyor; Ömercan’a küçük bir hediye. Ömercan, bir an düşünüyor. Anne atılıyor: ‘’ Üzülme senin hediyen sabah geliyor, bilgisayarın siparişini verdim. Ömercan, çifte mutluk yaşıyor. Ömercan, annesini öpüyor, annesi Ömercan’ı…
Anne oğul o gece uyudular mı mutluluktan uçuştular mı belli değil…
YETER Kİ UMUTLAR YİTİRİLMESİN
Türkçe dersinde sınıf beşer kişilik gruplara ayrılmıştı. Her gruba bir kitap verilmiş, her grup kendi arasında işbölümü yaparak bir sunum gerçekleştirecekti. Sunumun sonunda birinci gelen grup, kitapla ödüllendirilecek ayrıca en yüksek ders içi performans notu alacaktı. Grupta: I. kişi kitabı bulacak, II. - III. kişi okuyup özetleyecek, IV. kişi kitabı tanıtacaktı. V. kişi ise kitapta en ilginç bulunan yeri dramatize edecekti. Hazırlık için bir hafta süre verilmişti.
Umut grubu, kendi arasında iş bölümü yapmış dramatize işini Umut’a vermişti. Sunumunu yapacakları kitabın adı: ‘’ Yeter ki Umutlar Yitirilmesin’’ di. Umut, sınıfın komedi dükkânı olarak anılırdı. Sınıfta, sınıfı güldürmek harici hiçbir etkinlikte yer almazdı. Bu görevi de seve seve almıştı. Diğer gruplar Umut nedeni ile ‘’Umut Grubu’’nu şanslı görüyordu.
Bir haftanın sonunda, 4.ders Türkçe dersinde sunum başladı.
Birinci grubun, sunumu ile salon alkıştan inledi. Ardından ikinci üçüncü grup derken okul çıkış saati çoktan gelip geçmişti. O gün ilk defa rutin uygulamaların dışına çıkıldı. Müdür yerinden kalkmadan not yazdı: ‘’ Öğrencisinin evine gelmemesini endişe edip telefonla arayan velilere bilgi verilsin, okula gelen veliler salona yönlendirilsin.’’’ Notu en yakınındaki müdür yardımcısına verdi. Müdür yardımcısı dikkat çekmemek için elinden gelen gayreti göstererek salondan çıktı. Odasının önünde ilk karşılaştığı veli Umut’un annesi idi. Umut’un annesine göre Umut’un 10 dk’ eve geç gelmesi yeni bir vukuattı. Hele yarım sat geç gelmesi felaket demekti. Umut’un annesi gerçeği öğrendiğinde yüreğine bir su serpti. Gelmişken oğlunu bekleyip birlikte gitmeyi uygun buldu. Müdür yardımcısının yönlendirmesi ile salonun yolunu tuttu. Salonun kapısından içeri ilk adımını attı. Salon baştan sona dolu... Konuşulanlar, alkışlar ilgilendirmiyordu kendisini. Gözleri köşe bucak oğlunu arıyordu. Bir türlü bulamadı oğlunu. Çekinmese ‘’ Umut, oğlum nerdesin? ’’ diyecekti, olmadı soracaktı, öğretmene, müdüre; ‘’ Oğlum nerde? Çaresiz konuşmaların bitmesini bekleyecekti.
Sırada ‘’ Umut Işığı Grubu’’
İlk dört ders var olan Umut, ortalıkta yok. Öğretmen, gruptan; Umutsuz sunum yapmalarını istedi. Umut Grubu tedirgin…
Umut grubu, Umut’un eksikliğinde sunumlarını sunmaya başladı.
Grubun Sözcüsü Alev:
- Arkadaşlar; ‘’Yeter Ki Umutlar Yitirilmesin’’ bizim grup adımız olduğu gibi aynı zamanda tanıtacağımız kitabın adı. Yazarı İbrahim Şahin. İbrahim şahin, bütün başarıların umuda bağlı olduğunu ortaya koyarken umudunu yitirenlerin, hiç umudu olmayanların yaşam şartlarının zorluğu karşısında yenilgi üstüne yenilgi aldıklarını, yenilgiler sonucu hayata küstüklerini, gözler önüne seriyor. Bizler grup olarak belirleyeceğimiz her hedefin bize bir umut ışığı olacağına inanıyoruz. Hedefimiz okullarda elde edeceğimiz başarılarla kendi geleceğimizi belirlemek; içinde bulunduğumuz topluma yararlı hizmetlerde bulunabilmektir. Ben sözü Alev arkadaşıma veriyorum.
Alev:
- Arkadaşlar, İbrahim Şahin kitabında bizi sadece çanta taşıyan olarak görmüyor, tek bir birey olarak görmüyor; geleceği aydınlatacak ışığın kaynağı olarak görüyor. Tek bir kıvılcımın, tek bir ışığın bütün toplumu aydınlatabileceğini en ilginç örneklerle bize sunuyor. Biz bu kitabı okuduktan sonra kendi içimizdeki keşfedemediğimiz gücü keşfettik; gücümüzün bize yeteceği gibi yüzlere, binlere güç katacağı inancına vardık. İçinizdeki gücü keşfetmeye var mısınız?
Salondan ‘’varız’’ alkışları….
Alev: ‘’ Ozan arkadaşımız kitabı tanıtmaya devam edecek.’’
Ozan:
- Arkadaşlar, İbrahim şahin, bütün büyük başarıların küçük basit merdivenlerden ilerleyerek kolayca elde edildiğini vurguluyor. Ona göre öğrencilik hayatı da hedefe, başarıya götüren merdivendir. 1. Sınıftan başarı ile başlayan bir öğrencinin, aynı başarılarla sınıf sınıf atlayarak öğrencilik hayatını tamamladığında en yüksek hedefe erişebileceğini belirtiyor. Hedef basamaklarında birini atlayarak diğerine geçiş yoktur örneğin 7. sınıfı okumadan 8.sınıfa geçmek gibi. Doruktaki başarı için merdivenin önemsiz basmağı yoktur. Lisedeki bir başarı için; içinde bulunduğumuz basamağın önemi olabileceği gibi. Kısacası birçoğumuz bugünkü basamağın önemini kavrayamadık, daha önceki dönemlerde olduğu gibi. Önemli olan her basamakta yeni bir basamak oluşturabilmektir. Çıkacağımız merdiven basamaklarını yükseltebilmektir. Başarıya giden yolda bir merdiven ve bir ışık; başarının olmazsa olmazları.
İbrahim Şahin, ‘Kitapta umudu bir yıldıza benzetmiş. Umudu kaybetmek ışığın söndüğüne inanmak ve karanlığa bürünmektir’’. İfadesinden sonra III. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kayıp, o zaman siz karanlığa mı büründünüz?
Ozan:
- Merak etmeyin, kitapta o sorulara da cevap var. Kapanan her kapı, umuda açılmış yeni bir kapıdır.
II. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kapınız hepten kapalı.
- Salondan sadece Umut’un arkadaşları gülmeye başladı. Leyla Öğretmen devreye girip susturdu. Salon sakinleşince, Alev devreye girdi:
- 10 sayısının 3’e bölümünü ele alalım: Böldükçe bölünür. Umut onun gibidir. Böldükçe bölünebilen, çarptıkça çoğalabilen… Yeter ki bölebilelim, yeter ki çarpabilelim.
II. Grubun sözcüsü:
- Onun için mi sizin Umut her an her yerde, dersin her anında… (Bu ders hariç) Sınıfta bütün sıralarda, dışarıda bütün duvarlarda Umut yazılı. Nerede bir olay, orada Umut…
Öğretmen yine devreye girdi: ‘’Arkadaşlar, Umut arkadaşınız yanlış davranış sergileyen bir arkadaşınız olabilir. Sunumu bir tek kişiye indirgemeden sürdürürsek şu ana kadar sergilemiş olduğunuz olağanüstü güzellikteki sunuma gölge düşürmemiş olursunuz.’’
I. Grubun sözcüsü (Tuğba Yıldırım) :
- Öğretmenim, arkadaşların anlattıklarına saygı duyarım. Amacım, Umut arkadaşımızı kötülemek, konuşmacı arkadaşın anlattıklarına karşı gelmek değil. Sunumlarımız uzadı. Bizi izleyen arkadaşlarımızdan sıkılanlar biraz gülsün diye Umut arkadaşımızın olmamasını ‘’Umut yitirmek olabilir mi? ’’ şeklinde sorarak sunumu tek düzelikten çıkarıp tartışma havası vermek istedim. Ben Eminim ki ‘’Umutlar Yitirilmesin’’ grubu Umut arkadaşımızın yokluğunu hissettirmeyeceklerdir.
Leyla Öğretmen, Tuğba’ya konuşması için teşekkür etti. Ozan’a döndü: ‘’Sözlerini tamamla.’’ dedi.
Ozan:
- Bizler ’Umutlar Yitirilmesin’’ grubu olarak önce kendimizi, sonra toplumu aydınlatmaya ant içtik. Kendini ışık kaynağı olarak gören, toplumu aydınlatabileceği olan arkadaşlarımız bizimle ant içmeye var mı?
Salondan alkış sesleri ile birlikte ‘’ Varız, Varız! ’’ Ozan söyledi salondaki öğrenciler tekrarladı: ‘’ Önce kendimizi, sonra toplumu aydınlatmaya ant içeriz.’’
Sıra dramatize bölümüne geldi, Umut yok.
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
- Oh ohh! umut
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
- Korkak umut
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
- Kaçak Umut
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
-Umut ışığı söndü
Birincilik suya düştü
Oh ohh! umut
Oh ohh! umut
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Ah ahh! Umut
Bizi tuzağa düşürdün
Bize arkadaş değilsin artık
Okuldan kaçtın, bizden de kaç artık
Grubun dört kişisi Umut nedeni ile kendilerini yarışmayı kaybetmiş görse de öğretmenin açıklayacağı I. Grubu merak ediyordu. Umut’a kızgınlık, gözlerle Umut’u arayış…
Öğretmen Leyla, I.’lik için Gruplara alkış isteyecekti. Mikrofonu aldı. Salondaki öğrencilerin gözlerinin içine bir baktı; gözlerindeki ışığı, değişimi; tek tek görmek istedi. Kapı açıldı, Umutla göz göze geldi. Umut içeri girdi. Yine sadece Umut’un arkadaşlarından alaycı bir bakış; gülümsemeler… Öğretmen sordu:
- Sen niçin zamanında gelmezsin? Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?
Umut’un annesi kendine hâkim olamadı: ‘’ Hay ağzına sağlık öğretmen hanım. Bana Müdür yardımcısı yarışmada görevli olduğunu söyledi. Ben buraya onun için gelmiştim, buraya gelip gözlerimle görmesem, bana yarışmada olduğunu söyleyecekti.’’ Nöbetçi öğretmen susmasını söyledi. Herkes merakla Umut’un vereceği cevabı bekliyordu.
Umut:
- Öğretmenim, benim görevim: ‘’ Umutlar yitirilirse ne olur’’ onu göstermekti. Umutların yitirilmesi bundan güzel anlatılamaz ki… Burada beş grup var, bir grup kazanacak; dört grup kaybedecekti ama hiç biri umudunu kaybetmeyecekti. Böyle bir durumda sadece bizim grup umudunu da kaybedecekti ve ben ömür boyu arkadaşlarımın sevgisini. Ben onu sergilemek istedim. Burada yarışmayı kaybetme durumunda ki kaybedersek arkadaşlarımın sevgisini kaybetmeyeceğim. O duygu yeter bana. Karar sizin.
Öğretmenin şaşkınlığını gören Umut konuşmasını sürdürdü:
- Siz beni bugüne kadar dersi dinlemeyen, hiçbir etkinliğini yapmayan, dersten kaçan olarak tanıdınız. Artık o ben, ben değilim. Ben bugünden sonra yeni bir benim. Umuttan umuda koşan, Umut. Yılmayan, umuda doymayan Umut… Bu konuşmamı bizim grubu birinci yapmanız için yapmıyorum, artık küçük hedeflerin sadece büyük umutlara bir basamak olduğunu biliyorum. Ben o basamağı çoktan geçtim. Öğretmen şaşkınlık içerisinde: ‘’Bu büyük değişim kararının sebebi nedir? ’’ diye sorduğunda:
- Öğretmenim, kitapta depremde göçük altında kalan bir çocuğun bir ömür değil, bir gün değil, sadece bir dakika daha fazla yaşama umudu ile 17 gün nasıl çığlık attığı ve 17 gün sonra göçük altından çıkınca hayata nasıl dört elle sarıldığı yüreğimi parçaladı, rüyalarıma girdi. Eşini kaybeden birinin, eşinin öldüğünü bir daha geri gelmeyeceğini bile bile çocuklarına her gün: ‘’Akşama babanız gelecek.’’ demesi, her kapı çalışta gelecek umudu ile kapıyı açması… Çocuklarını babasızlık duygusundan uzak büyütmesi… Kendinin yalnızlık duygusundan uzak yaşaması…
Son cümle aldı götürdü öğretmeni farklı dünyalara.. Yanağında iki damla yaş belirdi.
Umut konuşmasını sürdürdü:
- Bugün hiç farkına varmadığımız bayrağın, okullara gelip gitmenin, yıllar önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında bir tek umut ışığı ile nasıl dalga dalga büyüdüğü, bugünlere gelindiği anlatılmış. Annem babam, benden vatanı kurtarmamı istemiyor. Göçük altından çıkmamı istemiyor. Karnemde ‘’bir tek beş’’ görmek istiyorlar ve ben onu gösteremedim. Düşündüğümde bir tek beş almayı başarabileceğime inandım, bir de öğretmenlerimden ‘’bir tek’’inin sevgisini kazanabileceğimi. Okuduğum kitap bana bunu gösterdi ayrıca; ‘’bir tek’lerden koskoca bir dünyanın oluşabileceğini…
Bu sözlerden sonra Umut’un annesi ne öğretmen engelini, ne müdür engelini düşündü. Fırladı oturduğu yerden sahneye, haykırdı: ‘’ İşte benim Umut diyeceğim Umut, işte benim oğlum diyeceğim Umut! ’’ dedi; bastı Umut’u bağrına; öptü, kokladı… Salona döndü: ‘’ Bir annenin, çocuğundan duymak istediği en büyük sözleri duydum, bugün burada. Anneleri en mutlu eden an, çocuklarının başarılarını gördüğü andır. Diğer konuşan çocukların anneleri burada olsa onların da aynı duyguları duyacağından eminim. Yine eminim ki onlar da duyacaktır; duydukları an aynı duyguları tadacak ve doya doya öpecektir.
Öğretmen Leyla:
- Öğretmenlerin de en mutlu olduğu an öğrencilerin başarılarını gördüğü andır; öğrencilerinde gördüğü büyük değişimi gördüğü andır. Öğrencilere verdiklerini geri aldığı andır. Bütün konuşmacı arkadaşlarınız bugün burada bize o duyguları yaşattı. Konuşmacılar içerisindeki Umut’taki olumlu değişiklikler asıl alkışlanması gereken bir başarı diyorum. Diğer gruplar alınganlık göstermez, sizler de uygun görürseniz ‘’ Umut Işığı Grubu’’nu I. seçelim.
Diğer grupların onayını alan Leyla Öğretmen, ‘’ Umut Işı Grubu’’nu ‘’Birinci’’ ilan etti. Uzun süren ‘’Umut, Umut! ’ tempoları ve alkışların ardında Umut’a dönerek, ‘’ Sevgisini kazanmak istediğin tek öğretmenlerden ilki ben oldum ve ilk 5’i veren öğretmen. Sen çoğulların peşinde koş bugünden sonra. Senin çoğulları yakalayacağından, koskoca bir dünya kuracağından eminim.’’ dedi.
Böylece o gün orada, kim bilir hiç sönmeyecek kaç ‘’Umut’’dun fitili ateşleşmişti...
Kayıt Tarihi : 13.1.2016 19:41:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İbrahim Şahin 2](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/01/13/oyku-2-4.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!