Dağ deyip geçme babooo!
Dağ dediğin
Otu çöpü, börtü böceği
Çalısı çırpısı, deresi tepesi…
Ovası yaylası, suyu toprağıyla
Yani içiyle dışıyla, altıyla üstüyle
Yekvücut vuslata ermiş bir candır.
Yekvücut nasıl kişnerse atlar
Yekvücut bir uyanım
Yekvücut bir dayanım
Yekvücut bir sevinim
Yekvücut bir devinim
Yekvücut bir isyandır.
Ve çın kayalardan süzülerek katre katre
Nehirlerden akışarak demlene demlene
Uzak denizlere ses ve gülüş yollayan
Gümüşi ibrişim, kendi sesinden mest bir çağlayan
Yekvücut ve çırılçıplak bir “ayaklanan”dır.
As mucizesi diptedir:
Dağ dağa sırtını dayar;
Fay faya yaslanışarak
Dağ dağın kavını soyar.
Dağ dağın kaysağını kille ve mille yağlar!
Dağ dağın en tenha yarasını ovar
En katmerli nasırını okşar…
Dağ dağla kucaklaşmaya hasrettir.
Dağ dağa kollarını açar
Ve dağlar birbirine dipten koşar…
Bu, elbet çok ciddi bir harekettir;
Yüzeyindeki abes görüntüyü ve seremoniyi
Ve insan çiğliğine dair ne varsa
Bir kımıldanışta silkeler üstünden
Yakasına bulaşmış bir toz gibi üfler savurur
Kepeği alınmış bir buğday gibi kavurur
Ve tüm arsız bıtırakları paçasından sıyırır
Sonra da nanik yapıp sırtüstü yatar…
Yağlı kaysaklar kavuşur birbirine
Derinleri yekvücut geçer iç içe…
Artık bağırları badaşık;
Bağırsakları dolaşıktır…
Dağ dağın “enel hak hali”nden anlar!
Aralarındaki karşılıklı bakışma
Sessiz sözsüz bir muhabbettir.
Nikahsız şahitsiz birbirine yakışma
Derinlikli doğurgan bir sohbettir.
Dağ dağın ilmidir.
Dağ dağın akciğer filmidir.
Ateşi çıkarsa eskaza
Zırnık yadıllık tıkılırsa gırtlağına
Ve öksürüp hapşırırsa taa böğürlerinden
Sabrının sonuna gelmiş bir at gibi azar;
Tanımaz üzengi müzengi, toka ayar
Tüm takım taklavatlarını insan puştunun;
Eyer palan, kayış kolan, gem yular
Sırtından bir çırpıda söker atar…
Dağ deyip geçme babooo!
Dağ sevenine aşığına rahmini açar…
Dağ dağın kaderi; alnının yazısıdır.
Dağ dağın körpecik sürmeli kuzusudur.
Koyaklarında yayılan koçu
Yalaklarından sulanan koyunu
Ve zirvesinde süzülen şahiniyle mutludur.
Dağları birbirine düşman bilen aymaz
Hadanın arsızın en azılısıdır.
Dağ dağdan el alır.
Dağ dağdan bel alır.
Dağ dağdan dil alır.
Dağ dağdan sel alır.
Dağ dağdan yel alır.
Diken batsa çiğdemin çiçeğine;
Dağ dağdan efkar alır, bun alır.
Dağ dağın gözünü oymaz.
Dağ dağın başına kıymaz.
Dağ dağın kızını soymaz.
Dağ dağdan şeref alır, onur alır, ün alır.
Dağ dağa tohum verir, gül alır.
Dağ dağın okuludur; haracı harcı yoktur.
Dağın dağa diyeti borcu yoktur.
Hiçbir dağın sevap yada günah dolduracak hurcu yoktur.
Dağ dağa arıyla rüzgarla polen salar
Der’ağzında yeşilgözlü çiçekleri döl alır.
Dağ dağdan cılga cılga yol alır…
Dağ dağın yazını güzünü alır.
Dağ dağın sazını sözünü alır.
Dağ dağın kaşını gözünü alır.
Dağ dağın alazını közünü alır.
Ve vazgeçilmez aşktır, dağın dağla
Kaysak kaysağa dokunuşması.
Yekpare bir tutkudur
Soğuk kışlarda vücut vücuda sokunuşması.
İşveli bir sevda çılgınlığıdır
Diplerinden ateş ateşe sökünüşmesi…
Tetik evzeyi öptüğünde derinde
Verildiğinde mercimek fırına
Ateş aldığında barut
Dağın dağla omuz omuza yekinişmesi…
Ya da azgın bir boğa gibi böğürerek
Savurup lavını; çıkarıp kızgın gazını
Kraterlerin sarmaşdolaş ıkınışması…
Püri pak ve bir o kadar da ak yorganını
Sarınıp namahremine billurlu karın
Üşümemek için birbiriyle sıkınışması…
Ve kalleş bir hançer gibi
Sırtlarına saplandığında insan canavarı
Yani şu dağlar sarmaşmasına yaban soytarı;
Ağaç ağaca
Dal dala
Kök köke
Rüzgar diliyle, kuş diliyle yakınışması
Boşa değildir…
Ve boşa değildir;
Yağmur eliyle
Toprak beliyle
Damarlarında aşkışan su diliyle
Anlaşması koklaşması; ışınışması
Ve son yozluktan, kömünalce sakınışması…
Oysa bir “söz anlamaz” murtadın çiğliğini emer dağ.
Canı yanan bir karıncanın çığlığını duyar.
“Kara-hel”den korkup yön şaşıran bir kıraç yılanının
Yanlış zamanda, yanlış kayanın yanlış yarığına pusunduğunu
Bir sezişte görür; ıstırabını anlar.
Ve özenle tutup sürüngeçlerinden
Gözü gibi koruyup canhavli badirelerden
Getirip koyar; yanlış yere yumurtladığı kuluçkasına…
Boşa değildir;
Kaysakların kaysaklarla “göz göze, diz dize”
Ağlaşması başlamadan hemen önce
Yıllanmış serin bir doğum sığınağında
El kadar eniklerini emziren bir sansarı;
“Sen artık tez elden başka dağa
Yer dansa başlamadan
Al enciklerini terk et burayı”
Çimdiğiyle uyarması kayırması…
Dağın dağa yalanı yoktur.
Dağın dağdan çalanı yoktur.
Dağın dağdan talanı yoktur.
Dağların sırtında palanı yoktur.
Dağların aç sefil kalanı yoktur.
Lakin şık servisi kurusa dere boyunda
Öksüz kalır; yetim kalır dağ;
En has, en hassas anadır
Ovasından ağlar
Yaylasından yas tutar
Yamaçları türkü yakar
Derelerin dilinden ağıt akar…
Çiçeksiz dağda
Yarımdır yörük kızının düğünü.
Gözesiz dağda
Bomboştur kürt gelininin güğümü.
Faresiz dağda, eksiktir yılan.
Tavşansız dağda, mutsuzdur tazı.
Domuzsuz dağda,
İninde hastadır kurt dadaları…
Memeleri soğulduğunda; kuruduğunda süt kanalları
Cılızdır; bir deri bir kemiktir yabanilikleri…
Anadır; elbet öfkelenir buna dağ
Magma olup öfkesi; hıncı burnundan patlar…
Dağ dağın ayanı aynasıdır.
Öfke de, sevinç de birbirine dolayımsız ulaşır.
Dağın dağdan beklentisi yoktur.
Dağın dağa cakası fiyakası
Özentisi bezentisi yoktur.
Dağ dağa payesi piyasası
İlentisi serzentisi yoktur.
Aynı göğü paylaşırlar; adil ve hakkaniyetle;
Aynı kapanmayı, aynı açılmayı
İlle de maviliğini; özgürlüğü…
Ve aynı güneşten içer
Ve ayrı dillerden döker
Aynı acıyla yanmış türküyü…
Aynı bulutları ağırlar kır başlarında
Ortaktır; şimşekleri de, yıldırımları da.
Aynı yağmurlarla çimer yunar arınır
Güz kızılı saçları…
Kendi ongun dereleri besleyip büyütür, ortak göllerini.
Aynı nehirlerle birleşip köpüre köpüre
Aynı denizlerde dalga dalga oynaşır mineralleri.
Aynı aydedeyi yutup karnına ortaklaşa
Göz şavkına kusar yakamoz kristallerini.
Muamması dilemması yoktur dağların;
Ne denklemi, ne ikilemi…
Yoktur gizi gizemi
Sırrı sırımı, yuları ipi…
Sadece tertemiz bir selamı vardır; bir şafak günaydını
Aşık dudaklara yakışan kutlu bir gülsuyu çisenmesi
Bir de engin yüreklerde demlenen, geniiiş bir gülümsemesi…
Dağ deyip geçme baboooo!
Dağ vuslata ermiş yekvücut bir candır
Her dağ “hamlıklar”ı aşmış insandır
O bazen kan revan, bazen can figan
Aşığına rahminden bebek doğuran fidandır…
Bazen çatık kaşlı, asık suratlı eğitmendir.
İlk dersi şöyle verir; at binene, kılıç kuşanana
“İlmü hal” eyleyene, adap erkan ve yol bilene:
“Nazım Usta’nın ‘mim’ koyduğu
‘Yekpare bir tekerlek’ gibi hep ileri
Devineceksin…
Yekpare bahar açan bir nevruz gibi
Sevineceksin…
Yekpare bulutların yağmurunu sağıp
Yekpare çağlayan bir çavlan gibi
Çevrineceksin…
Yekpare üst üste katlanan asırlar gibi
Devrineceksin…
Yekpare fırtınaları has inceliğinle savuşturup
Görkemine akıl ermez bir eke çınar gibi
Evrileceksin…
Nasıl ki ilk patlamadan sonra
Kabartma parşömenler gibi
Kat kat dışarıya açıldıkça soğuya soğuya
Tosbağa kabuğu kazandıysa gezegenimiz
Uçsuz uzayda ateşi nasıl yutup doyurduysa karnını;
Bu mucizede nasıl hayat bulduysa bilcümle mahlugaat…
Başka bir mucize ördüğünde ahvalin tuğlalarını
Yeni bir tazelenme gelip dayandığında kapıya
Yani yuttuğunu kusma kıvamına eriştiğinde dünya;
Körpe cenin kırdığında soğuk kabuğumuzu
Yani kafasını yumurtadan çıkardığında devrim;
Velev ki yepyeni bir ateşil patlamayla,
Şaşkınlığa mahal vermeyecek; ve “doğan”ı kucaklayıp
Hiç sorgusuz sualsiz; ve kırışmaksızın alnın
Devrileceksin…”
Not: Bu yazı üzerinde çalışılmak üzere “Dilsiz Düşler İsyanı” için yazılmış; “Ayaz’ın Zula Defteri”nden bir okumadır.
Muzaffer KoçKayıt Tarihi : 26.11.2010 09:24:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Muzaffer Koç](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/11/26/oy-kahin-daglar.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!