Sevdiklerini hırpalayan ürkek yakınlığını, cümlelerinin arasına serpiştirdiği müphem sessizliklerin, edepsiz şakaların, şefkatli yalanlarının, özel anlarda bakışlarını parlatan o ışığın arkasına gizleyen arkadaşım gittikten sonra sürekli sallanan bir gemiden karaya inen deniz sarhoşu gibi oldum. Anlattığı tuhaf hikâyelere eşlik eden acı sigara kokusundan kurtulmak için pencereyi açınca sonbahar gecelerinin yaklaşmakta olduğunu müjdeleyen serin bir hava doldu odanın içine. Üşümeyi özlemişim. Rüzgârla kabaran beyaz tüller, neşeli bir çocuk şarkısı söyler gibi salınmaya başlayınca keyfim yerine geldi. Bir sigara daha yakıp rastgele bir film seçtim kendime.
Daha filmin en başında, ‘Bu film Bernard Schlink’in kısa hikâyesinden uyarlanmıştır’ yazısını görünce, “eyvah, bela geliyor” dedim. Bu köşeyi takip edenler belki hatırlar. Benim yazara dair bir fikrim var. Anladığım kadarıyla artık Hollywood yapımcılarının da var zira keşfettikleri her hikâyesinden film yapıyorlar. Bilmeyenler için Schlink, yazar olmanın yanı sıra anayasa mahkemesi yargıcı ve sinemaya uyarlanan Okuyucu isimli çok satan romanın da yazarı. Onun insanın yüreğini kezzapla yakan hikâyeler yazmaya iten sebebin ne olduğunu tam bilmiyorum ama hukuk disiplininin ona yardımcı olduğu kesin. Bir arkeolog gibi kolayca dile gelmeyen duyguların en karanlık, dar geçitlerinde korkmadan dolaşabiliyor. İşin tuhafı da öyle ‘yüksek edebiyat’ yapmak gibi kaygısı yok. Olsaydı yapabilir miydi bilmiyorum ama işin o kısmı pek ilgimi çekmiyor. Hikâyelerinin fikri, kurgusu öylesine zekice acımasız ki, benim gibi ‘akıllı edebiyattan’ ziyade dilin zenginliğini sevenleri bile o sakin üslubuyla cezbedebiliyor.
FIRTINADA KÖKLERİ KOPAN BİR AĞAÇ GİBİ....
Doğrusu film öyle unutulmayacakların arasına girecek türden değil. Hikâyeyi bugünün teknolojik numaralarıyla besleyip biraz değiştirmişler. Her zaman olduğu gibi bu defa da beni filmden ziyade hikâye etkiledi. Dip sularda yüzüyormuş duygusu uyandıran film bittiğinde zihnim önce okyanusun derin suları gibi karardı, sessizleşti, sonra tuhaf görüntülerle ve sorularla uğuldamaya başladı. Evin içinde huzursuzca dolaşmaya başladığımda mavi matruşkalarımı gördüm. Bir tanesini alıp avucumun içinde sıktım. Onları çocukluğumdan beri çok severim. En küçüğünün içinden bile küçük bir toz tanesi kalana kadar yeni bir ahşap bebek daha çıkacağına inanırım. İçimizdeki ‘ötekilerin’ en küçük olanları hep bir yerlerde gizleniyormuş gibi gelir bana. Bakmaya korktuğumuz o gizli çekmecelerde belki de... Schlink, işte tam da oralarda pervasızca dolaşmayı seviyor.
İsmi ‘Öteki’ olan uzun hikâye yazarın Aşk Kaçışları isimli kitabından. Kitabı okuduğum halde bende iz bırakmamış olmasını biraz yadırgadım. Bu acayip hikâye, sonuna kadar sevişip, içtenlikle konuşabildiklerini anladığımız mutlu bir çiftin geçmişte kalan hayatlarının sonundan başlıyor. Karısının ölümünden sonra gelen bir mektupla adamın bildiğini sandığı hayat, ani bir fırtınayla kökleri kopan bir ağaç gibi savruluyor.
Şöyle düşünün isterseniz. Günün birinde o çok sevdiğiniz insanı herhangi bir nedenle kaybettikten sonra aslında onun sizin tanıdığınız adam ya da kadın olmadığını tesadüfen keşfettiğinizde ne hissedersiniz? Üstelik bu acı hakikatle yüzleşemeyeceğinizi, yalan bile olsa sizi diğerinden daha çok sevdiğini söyleyecek olanın sonsuza kadar konuşamayacağını biliyorsanız nasıl bir çaresizlik hissiyle kavrulurdunuz? Peki, ötekini de çok sevdiği halde sizi terk etmeyecek kadar duygularınızı küçümsemiş olduğunu anladığınızda yaralanmaz mısınız? Maalesef sorular bu kadar basit değil. Esas soru şu: “İnsanın o çok sevdiği kişinin başkasıyla birlikteyken farklı biri olması mı, yoksa aynı kişi olması mı daha kötü? Yoksa ikisi de birbirinden mi kötü? ” Bu soruları sorduğunuz vakit size ait olup da çalınmış olan o ‘mücevherin’ peşinden gitme isteği duymuyor musunuz? Korlu ateşlerde yanacağınızı bilseniz de sevdiğinizin ötekiyle tam olarak ne yaşadığının peşine düşmez miydiniz? Dibi görünmeyen kuyuya eğilip, o karanlık suyun aynasında kendinizde eksik olanın ne olduğunu görmek istemez misiniz? Yoksa siz hiç merak etmiyor musunuz ‘yakın’ olduğunu sandığınız insanın ‘ötekiyle’ nasıl mutlu olabildiğini? O halde yazının bu keskin dönemecinde kendisine ihanet eden ‘yalancılarla’ yollarımızı ayırıp, geride kalan ‘sağlam’ dostlarla yola devam edelim.
BİRLİKTE İŞLENEN GÜNAHLAR...
Kahramanımız, bir gün bu hastalıklı kıskançlığın geçmesini bekleyen herkes gibi sakinleşmeyi umut ediyor ama hiç geçmiyor. Her sabah yatağından kalkarken kendine bu hikâyenin peşine düşmemeyi telkin ediyor ama zehirli merakını dindirmediği için bunu hiç beceremiyor. Karısının aşığına o hâlâ yaşıyormuş gibi onu reddeden mektuplar yazıyor ama onu da öldüğüne ikna edemiyor. O da en az kendisi kadar sevdiği kadının sesini tanıyor çünkü. Adam ‘ötekinden’ aldığı her mektupla biraz daha sarsılıyor: “Lisa, yaşanmayan hayatın, yaşanmayan aşkın günahını taşıyoruz. Biliyorsun, birlikte işlenen bir günah, onu birlikte işlemiş olanları ilelebet bağlar. Seni birkaç yıl önce gördüm. Yaşlanmıştın. Kırışıklıklarını ve vücudunun yorgunluğunu gördüm. Sesinin nasıl tizleştiğini düşündüm. Ama bütün bunların artık bir yararı yoktu. Eğer olsaydı, seninle yine arabaya ya da trene atlar, çeker gider ve yeniden zamanımı gece gündüz seninle yatakta geçirirdim,”
Adam, ötekinin mektuplarını okudukça karısıyla böyle vakit geçirmediğini, hiç öylesine çekip gitmediğini ve daha pek çok dikenli ayrıntıyı düşünmeye başlıyor. Onda ötekini tanıma arzusu, basit bir kıskançlıktan çok daha kötü. O diğeriyle kurduğu o çok özel ‘dilin’ sırrına vakıf olmak istiyor. Karısı makyaj yaparken ona da göz kırpıyor muydu, ona sokulurken kulağına neler fısıldıyordu? Tam on iki yıl boyunca, kadını başka bir sevginin anlaşılmaz huzuruna sığındığında kendi hayatlarında parçalanıp dağılan neydi? Bu yakıcı soruların cevabını, karısının göl kenarındaki bir otel odasında çekilmiş çıplak ve masum fotoğrafları da veremiyor.
ONU DÜNYAYI GÜZELLEŞTİREBİLDİĞİ İÇİN SEVİYORDU
Sonunda karısını çok mutlu eden o adamı buluyor. Onun basit, palavracı, işe yaramız herifin teki olduğunu görüyor, kendisini tanıtmadan karısının kim olduğunu ‘aşağılık bir yabancıdan’ dinliyor. Başka birisinin hayatını izler gibi öfkelenerek, şaşırarak, üzülerek, tiksinerek karısının en mahrem duygularına dokunabilen adamı dinliyor ama ruhu huzur bulmuyor. Kendisine sorular sormaya devam ediyor. Lisa, gerçekten bu adamın anlattığı gibi neşeli bir kadın mıydı? Onunla birlikteyken daha mı mutluydu? Bu berbat sorular zincirinin en önemli halkasını araya giren anlatıcı kırıyor: “Ona verdiği neşe daha az değildi. Tersine tam da onun hantal ve mızmız yüreğinin alacağı kadardı. Lisa onu hiçbir şeyden mahrum etmemişti. Onun almaya muktedir olduğu her şeyi vermişti ona. Ötekinin söylediği gibi Lisa, palavracı adamı dünyayı güzelleştirebildiği için sevmişti. O ise sadece kendisine sunulanı görebiliyordu, onun altında gizli olanı değil.”
Her ilişki kendine has koşullarıyla farklıdır elbet. Dolayısıyla bu tür netameli mevzularda ahkâm kesmeyi sevmem ama ‘gözünün önünde duranlardan’ pek emin olanlara hatırlatmak isterim. İki insan arasındaki o özel ‘yakınlığın’ tarifsiz nedeni ve zor tercihler için ödenen bedeller bazen sandığımızdan çok daha derin ve ürkütücü olabilir. Bilerek veya istemeyerek arada biraz ‘dolaşmasına’ göz yumduklarınızın hangi koşullarda, neye rağmen ve ne tür yanıklarla eve döndüğünü böyle bir hikâye vesilesiyle biraz düşünün isterseniz. Zaten iyi yazılmış korkunç hikâyeler başka ne işe yarar ki?
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:58:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/oteki-hayatlarin-hikayeleri-ve-mavi-matruskalar.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!