Ormanların Uğultusu Ve Knut Hamsun

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Ormanların Uğultusu Ve Knut Hamsun

Takvim yalanlarının en güzeli ilk gün sanılan o ‘ilk’ sabahtır bana göre. Kaçınılmaz gece yarısı öpüşmeleri ve mecburi ‘geçen yıl hesaplaşmalarından’ sonra günahları unutmak ister gibi tüketilen içkilerin ağırlığıyla çöken bezginlikle evlerine kapanan insanların aksine, sabahın o bozulmamış saatlerinde hayata karışmayı severim. Yokuşlardan aşağı tıkır tıkır yuvarlanan ‘akşamdan kalma’ şişelere, dalgınların tersinden yakıp attığı sigara leşlerine, boş caddelerde vınlayan taksilere, kulağı zımbalı köpeklere, hayatın biraz daha eskidiğini hatırlatan kuru dallara, usulca aydınlanan süt mavisi gökyüzüne, yalpalayan sarhoşlara, parkta uyuyan evsizlere, rengârenk çöp yığınlarına, bazen kaldırım kenarında yatan tek bir ayakkabıya bile öyle bakakalırım. Bana zamanın eridiğini hatırlatan, o gürültülü geceden ziyade onun solgun izleridir nedense. O ilk sabah, hayat, abartılı makyajı akınca hakiki ifadesi beliren güzel bir kadın gibi görünür gözüme.

Bu yazıya böyle bir sabah yürüyüşünün sonrasında başladım. Şehrin tenha caddelerinde yürürken, içimde geçen hafta gittiğim bir dağ köyünden kalan puslu anlara ait resimler dolaşıyordu. İnsan zıtlıkların sırrından beslenerek hayatta kalabilen mucizevi bir varlık, dedim kendime...

Acayip bir kırılma anı...

Daha birkaç gün evvel çamların döktüğü dikenlerden dokunmuş yumuşak, nemli, kızılımsı bir halıda uçar gibi yürüyorduk. Ormanların uğultusunu ilk kez duyuyormuş gibi ürperdim. Lodos değişik otların kokusuyla çok uzaklardaki yabancı dağların, ormanların, denizlerin ruhunu da getirmiş gibiydi. Sessizliğin içinden deli bir orman kuşunun çığlığı yükselince ürküp hızlı adımlarla yürümeye başladık. O ıssızlıktan fena halde korkuyor, korktukça tabiatın esrarından daha çok etkileniyordum. Yosun tutmuş hasta ağaçların küflü gövdesine, yaralı hayvanlara, acı çeken insanlara dokunup şamanlar gibi onları iyileştirebileceğimi sandım bir an. Şehrin kalabalığı ve orada yaşayanların savunduğu değerler büsbütün önemsizleşti. Aniden düşen bir kozalağın yarattığı küçük bir şaşkınlık bile büyüleyiciydi. Zaman esneyince duygular da eğilip bükülüyordu. Her türlü vahşetin tanığı olan tabiat uyurken iç geçiren kadınlar gibi sakince mırıldanıyordu. Gamsız değillerdi, bilgece susuyordu ağaçlar. O zaman içimde hiç durmadan gevezelik yapan öteki kadın da aniden sustu. En yaralayıcı hayal kırıklığı bile manasını yitiriverdi sanki. Arkadaşıma sebebi müphem ‘kırılma’ ânını anlatmak istedim ama beceremem diye vazgeçtim. Âşık avcıyı hatırlayınca ‘Pan’ diye fısıldadım kafası bozuk siyah bulutlara, ak sakallı dağlara.. Knut Hamsun, Pan’ı yazmaya nasıl ve hangi koşullarda karar verdi bilmiyorum ama böyle acayip bir kırılma ânı olabilir, diye düşündüm sonra.

Hamsun’a ne olmuştu

Pan okuduğum en sert ve aynı zamanda en merhametli aşk romanlarından birisiydi. Teğmen’in hikâyesini ormanın uğultusuyla hatırlamam boşuna değil. Hikâyenin anlatıcısı olan Teğmen Glahn, şehir hayatından sıkılıp ormanda inzivaya çekildiği günleri okuyucuya ayrıntılı notlarla aktarır. Şehirde zaman durgundur, geçmek bilmiyordur halbuki ormanın şefkatli ruhu ona zamanın sakince süzülüp gittiğini söyler. Kulübesinde ormanı dinleyen avcı yalnızlığından hoşnuttur aslında ama ara sıra indiği kasabada tanıştığı insanların hoyratlığı, karşılıksız sevdalar, yeknesak hayat ritmini altüst eder. O artık başka bir adamdır!

Hamsun, köylerin sadeliğini, sıradan hayatların karanlığını, tabiatın kendisini şefkatle hatırlatan sihirli gücünü şehvetle anlatmayı seven bir yazar. İnsanın içini böylesine şiirsel bir sezgiyle görebilen bir yazarın ölene kadar Nazilerle işbirliği yapması korkunç görünüyor. Tam da bu yüzden onu sadece yazarlığını değil, kimseye gösteremediği kabuklu yanını da hep merak ettim. Hiçbir sebep geçmişine mazeret kabul edilemez elbet ama acayip bir şey olmuştu sanki. Biliyoruz, yazılar yazarlarına pek benzemez ama böylesine keskin bir zıtlığın mantıklı değilse de merak edilmesi gereken bir sebebi olmalıydı. Sefalet ve yoksullukla geçen gençlik, yazmak istediği halde çok uzun zaman postacılık, ayakkabıcılık, hamallık yapmak zorunda kalması, Amerika’da karnını doyurmak için ağaç kesmek gibi günü birlik işlerde çalışması, açlık yüzünden yazamayacak kadar hastalanması, Amerikan emperyalizmine şiddetle karşı çıkması, zorla akıl hastanesine kapatılması vs. bunların hiçbiri tatmin edici sebepler değil bence. Hatta tam tersine yaşadığı o korkunç yıllar onu dünyada meşhur eden Açlık romanını yazmasına yardımcı olmuştu. Yazdıkları o kadar hakiki görünüyordu ki kitabı okuyanlar uzun süre yemek yemekte güçlük çekmişti. Peki, romanlarında böylesine ‘kırılgan’ olabilen bir adam insanlığın utancı olan bir düşünce sistemini neden kabullenmişti. Bunun gerçek nedeni onunla birlikte geçmişin karanlığına gömüldü. Edebiyat tarihçileri hâlâ milyonlarca okuru olan Nobel ödüllü bu huysuz yazarın katliamı kabullenişini onun ‘deliliğiyle’ izah ediyordur belki.

Ben aradığımın gölgeli bir parçasını hayat hikâyesini okurken buldum. 25 yaşındayken aniden ağzından kan gelince gittiği bir doktor ona hızla ilerleyen bir vereme yakalandığını ve sadece bir ay ömrü kaldığını söylemiş. O da ‘öleceksem Norveç’te öleyim’ deyip memleketine dönmüş. Sonra nasıl bir iradeyle o hastalığı yenip 93 yaşına kadar yaşadığını hiç kimse bilmiyor. Ölüme bu kadar gençken yaklaşan bir yazar adayının o anda ne hissettiğini fena halde merak ediyorum.

Dünyanın kühnü...

Pan’ı bu vesileyle hatırlayıp tekrar okumak bana yazmanın benzersiz hazzını hatırlattı hakikaten. Hamsun aynı zamanda işte böyle bir yazar. Yazıyı seven hiçbir yazarın onu reddedebileceğini, Pan’ı okuyan hiçbir okurun insan ruhundaki o yarılmayı anlatan karşılıksız aşk hikâyesinin acı sesini, şiirsel atmosferini kolayca unutabileceğini sanmam doğrusu.

Toprağın bereketine inanan Hamsun’un avcısı ormanda sakin bir akşamı anlatıyor: “Akşam geç vakte kadar uzanıp pencereden bakıyorum. Bu zaman toprağın, ormanın bir peri nuruyla örtüldüğü zamandır. Gözlerimi duru denize dikmiştim, dünyanın künhüyle karşı karşıyaydım sanki; kalbim derinden derine bu çıplak öze karşı çarpıyor, onunla kaynaşmışa benziyordu. Tanrı bilir, diye düşünüyordum kendi kendime, ufkun neden bu akşam leylak ve altın rengine büründüğünü.”

Sert bir hikâye...

Hamsun’un efsanelerle beslediği bu çarpıcı romanın gücü, yumuşak bir sevecenlikle yücelttiği tabiatın içinde zamanı unutabilen çocuksu bir ruhtaki derin kırılmayı, sert bir hikâyeyle anlatabilmesinde saklı bence. Sevgilisinin yüzünde unutuluşunun izlerini görünce dakikaların üzgün ve yavaş geçtiğini söyleyen teğmen, kendisini her koşulda seven başka bir kadının ölümüne sebep olunca sayıklar gibi konuşur: “Ben seni gömdüm Eva... Seni düşündükçe içimden pembe, dolgun bir hatıra geçiyor; gülümseyişini düşündükçe üzerime Tanrı’nın rahmeti serpiliyor. Sen her şeyini verdin, her şeyini verdin sen, kendini hiç zorlamadan çünkü gerçek hayatın mutlu çocuğuydun sen. Ama benden bakışlarını bile esirgeyen ötekiler, benim bütün düşüncelerime bile sahip çıkabiliyorlar. Niçin? ” Avcının ötekiler dediği, sevdiği kadın ve onun ait olduğu topluluk.

Pan, yetersizliğin, ümit etmenin, bir insanı çaresizce sevmenin, yalnızlığın, uçsuz bucaksız ormanların, tabiatla insan ilişkisindeki eşsiz ahenginin romanı.

Bu romanın hazin duygusunu ormandan döndükten sonra etrafı altın tozlu bir haleyle çevirili gümüşten bir ayın altında yeni yılı kutlayan kalabalıkta tekrar hatırladım. Sonra ormandan şehre dönen avcının köpeği Aisipos’a söylediklerini ‘ilk sabahın’ mahmurluğuyla kendime fısıldayınca tuhaf bir ferahlık hissettim: “Değersiz bir okul çocuğu uğruna oyalanıyor, hayatını karartıyorsun; gecelerin ıssız rüyalarla dolu. Ve başının etrafında durgun, boğucu bir rüzgâr. Geçen yıldan kalmış, kokmuş bir rüzgâr. Oysa beri yanında gök, harikulade mavi, titremekte; dağlar seni çağırmakta. Hadi gel Aisipos, gidelim.”

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:45:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan