Onun Ümmetinden Ol Şiiri - Nihat Malkoç

Nihat Malkoç
1595

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

Onun Ümmetinden Ol

YÜRÜYEN KUR’AN: HZ. MUHAMMED(SAV)…
NİHAT MALKOÇ

“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhabbetsiz Muhammed'den ne hasıl?”

O gelmeden evvel zulüm kol geziyordu dört bir yanda. İnsanlar helvadan putlar yapıp onlara secde ediyor, acıktıklarında da onları afiyetle yiyorlardı. Zalimler, mazlumları acımasızca eziyordu. Zayıfları ezen, güçlüleri kayıran sözde bir hukuk vardı. Kız çocukları babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyordu. Kadınlar insan yerine bile konulmuyordu.
O, aşırılıkta sınır tanımayan böyle bir toplumu düzeltmek üzere zor bir zamanda gönderildi. Kızını diri diri toprağa gömen Ömer’den, adaletin timsali olan, İslam halifesi Ömer’i çıkardı. Kur’an’ın nuruyla zifiri karanlıkları aydınlattı, taşlaşan kalpleri yumuşattı. Hukuku zorbaların elinden alıp, Kur’an hükümlerine göre hükmeden adil insanlara teslim etti.
Onun yeryüzünü şereflendirmesiyle içki, kumar, fuhuş ve faiz gibi cahiliye adetleri son bulmuştur. Can, mal ve namus emniyeti sağlanmıştır. O, ümmetini cahiliyenin zifiri karanlığından kurtarmak için mum misali erimeyi göze almıştır. İnsanlığın huzurunu sağlamak ve iki cihan saadetini temin etmek için gecesini gündüzüne katmıştır.
Müşrikler, atalarının dinlerini devre dışı bırakan Peygamberimize kin ve nefrette sınır tanımıyorlardı. Fakat o, emrolunduğu vazifeyi ifa etmede kararlıydı. İki cihan serveri Efendimiz, tebliğin önündeki engelleri aşmakta ısrarcıydı. Müşrikler ona akla gelmedik hakaretlerde bulunuyorlardı. Hatta bir gün onu öldüresiye dövmüşlerdi. Bir tevhid eylemi olan namaz, müşrikleri çileden çıkarıyordu. Bir keresinde Resulullah Efendimiz namaz kıldığı sırada onun mübarek sırtına içi pislik dolu bir deve işkembesini atmışlardı. Fakat o, İslam davasının zafere ulaşması için bütün bu yapılanları sineye çekmiş, zalimleri Allah’a havale etmişti. O, tüm engelleri aşarak İslam’ın yerleşmesinde Allah’ın inayetiyle muvaffak olmuştu.
Nübüvvet zincirinin son altın halkasıydı âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(sav)… O, diğer peygamberler gibi belli bir zümreye değil, bütün insanlığa gönderilmişti. Onun bir farkı da kendisinden sonra bir elçi gelmeyecek olmasıdır.
Onun 23 yıllık risalet hayatı, Hakk’ı ve hakikati hâkim kılmak mücadelesiyle geçmiştir. Başta ehlibeyti olmak üzere, hiç kimseye ayrıcalık tanımamıştır. Adalet ne gerektiriyorsa onu yapmıştır. Vaktiyle Mahzum Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir kadına Hz. Peygamber’in verdiği cezayı düşürmesi için, kadının akrabaları Rasûlullah’ın çok sevdiği Üsame’yi aracılık etmesi için gönderirler. Efendimiz, aracılık eden Üsame’ye kızar. “Kızım Fatıma da olsa, mutlaka cezalandırırdım.” diyerek adil oluşunu ve kararlılığını belirtir.
O zorluklara talipti. Fakat ümmeti için hep kolaylıklar dilerdi. Yüce Rabbimiz “Andolsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(1) buyurarak Resul-i Ekrem’in ümmetine olan ulvî sevgisini ve muhabbetini dile getirmiştir.
Kur’an’ın verdiği evrensel mesajı doğru okuyup anlayabilmemiz için öncelikle Resul-i Ekrem’in örnek hayatına bakmak lazım. Zira o yaşayan Kur’an’ın müşahhas bir numunesiydi.
Hz. Muhammed(sav) müminlerin annesi Hz. Aişe’nin deyimiyle “Yürüyen Kur’an” dı. Zira o, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmıştı. Bu yüzden onun hayat çizgisinde hiçbir eğrilik gösterilemez. “Doğrusu Allah Resulü sizler için Allah’a ve ahiret gününe umut besleyen ve Allah’ı sürekli hatırda tutan herkes için güzel örnek teşkil eder.”(2) ayeti bu hakikati gösterir.
Peygamberimiz bizim gibi bir beşerdi. Yani “insan peygamber” di. O da bizim gibi yerdi, içerdi, evlenirdi, çocuk sahibi olurdu. Yeri gelir tebessüm eder, yeri gelir gözyaşı dökerdi. O, Kur’an’ı doğru anlama, hakkıyla ve layıkıyla yaşama noktasında insanlığın şahikasıydı. Bu doruğun ötesi yoktu. “Sen en üstün bir hayat tarzına sahipsin”(3) ayeti bunun ilahî tescilidir. Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda ondan başka bir kapıyı çalmaya hacet yoktur. Bu hususta o bize yeter. Ondan başka model arayanlar hüsrana uğramaya namzettir.
Rabbimiz “Kim Resûl’e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur”(4) buyurarak “Habibim” dediği Resulüne itaati kendisine itaatin ön şartı kabul ediyor. Bu ne büyük bir muhabbettir.
Hacerü’l-Esved’i yerine koymada hakemliğine başvurulan kâinatın gözbebeği Muhammed’ül-Emin’di, bunu kendisine inanmayanlar da kabul ediyordu. Müşrikler, onun getirdiği ilahî mesajı tartışsalar da, kişiliğini hiçbir zaman tartışmamışlardır. Onu öldürmeye gelenler bile onda hayat bulmuştur. O, şefkat ve merhamet abidesiydi. Başkalarına yük olmayı sevmezdi. Koca İslam devletinin başkanı olmasına rağmen yeri gelir kendi söküğünü diker, eşlerine yardım ederdi. Bu konuda da en güzel ve en ideal eş modeli ondan başkası değildir.
Fahr-i Kâinat Resul-i Ekrem Efendimiz, başkaları gibi nimete değil, daima külfete talip olmuştur. Maddî ve manevi en ağır yüklerin altına hep kendisi girmiştir. Ümmetinin kurtuluşu için Rabbine niyazda bulunmuştur. Zengin olmamasına rağmen cömertlikte sınır tanımamıştır. Yemekten çok, ikramdan keyif almıştır. Paylaşmanın en güzel örneklerini vermiştir. Elinde ne varsa hemen çıkarmıştır. Biriktirmek gibi bir alışkanlığı olmamıştır.
Onun yol haritası Kur’an’dı. O, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmıştı. Bundan dolayı Resulullah’a uymak bir anlamda Kur’an’a uymaktır. Ondan yüz çevirmek de Kur’an’dan yüz çevirmektir. Zira o, Kur’an’ın cisimleşmiş hâliydi. O, Allah’ın emirlerini en iyi yaşayan, yasaklarından da en çok sakınandı. Onun sabrı Eyüp’ten mülhem, taşları çatlatacak cinstendi. Davasında sebatlıydı. Tevazuda toprak gibiydi. Bağışlayıcılığı ve merhameti emsalsizdi.
O, yerlerde ve göklerde övülen Muhammed(sav)’dir. Bütün erdemler onun şahsında toplanmıştı. Fedakârlık onda ganiydi. Şefkat, merhamet, hoşgörü ve cömertlik onu üstün kılan hususlardan sadece birkaçıdır. Onun birçok güzel vasıfları mevcuttur. “rahmeten li’l-âlemîn (âlemlere rahmet olan), hâtemü’n-nebiyyîn (peygamberlerin sonuncusu), sultanü’l-enbiya (peygamberlerin sultanı), seyyidü’l- mürselîn (bütün peygamberlerin efendisi), seyyidü’l- kevneyn (dünya ve ahiretin efendisi), resûlü’s- sekaleyn (insanların ve cinlerin peygamberi), kân-ı irfan (irfan kaynağı), kân-ı kerem (cömertlik pınarı) gibi güzel sıfatlar onundur.
Hatemü’l-enbiya, sadece biz insanlara değil, cinlere de peygamber olmuştur. Onun nuru kâinatı çepeçevre kuşatmıştır. O, kendisini Taif’te taşlayanlara bile merhamet etmiş, helak olmaları için değil, kurtuluşları için Rabbine niyazda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: “Hayır, onlar bilmiyorlar umarım ki Allah onların soylarından Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan ve yalnız Allah’a kul olacak nesiller meydana getirir”
Zıvanadan çıkan insanlığın, kurtuluşa götüren ilahî tebliğe kulak asmaması Efendimizi fevkalade üzmüştür. O, insanlığın gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiştir. O, bir çocuğun ağlamasını duyunca, “gözümün nuru” dediği namazını kısaltacak kadar merhametliydi. O en büyük inkılapçıdır. Önder aramak isteyenler onun ılıman ikliminde soluklanmalıdır.
O, bir hadis-i şeriflerinde “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız, o emanetler Allah'ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.” diyerek gidilmesi gereken kutlu yolun rotasını ümmetine açıkça göstermiştir.
Ahir zaman ümmeti olan bizler, huzura yelken açmak için onun mübarek sünnetine dört elle sarılmalı, onun gösterdiği hakikat yolundan gitmeli, tavır ve davranışlarımızda onu model edinmeliyiz. Ancak bu şekilde kurtuluşa ve selamet sahiline ulaşmış oluruz.
Allah’ın sevgisini kazanmak Resulullah’a tabi olmaktan geçer. “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (5) ayeti bunun bariz delilidir.
Onu her şeyden çok sevdik, bundan sonra da sevmeye de devam edeceğiz. Çünkü o, kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın sevgilisi, âlemlerin yaratılmasının en büyük sebebidir. “Ey Habibim, sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım!” sözünün muhatabıdır o…
Dipnotlar: 1) Tevbe Suresi 128. Ayet, 2) Ahzab Suresi 21. Ayet, 3) Kalem Suresi 4. Ayet, 4) Nisa Suresi 80. Ayet, 5) Âl-i İmran Suresi 31. Ayet…

ULU ÖNDER HZ. MUHAMMED(SAV)’İN ÖRNEKLİĞİ
M. NİHAT MALKOÇ

Hayatın hayatiyetini kaybettiği, insanî hissiyatın çürümeye yüz tuttuğu kokuşmuş bir zamanda ve zeminde bir güneş doğdu Mekke çöllerine. Yüreklerin çölleştiği yerde bir vaha gibi ümit serpti yaralı bilinçlere. Çorak gönül tarlaları güledurdu. Güllerin rayihası yayıldı kokuşmuş Mekke sokaklarına. Güzel çirkini kovdu. Tenhalarımız onun billûr sesiyle şenlendi. Ağız dolusu tebessümüyle yüzlere bahar neşvesi geldi. Gelişiyle dünya yeniden kuruldu sanki. Âdem’le başlayan, Nuh’la ikinci dirilişini yaşayan dünya, üçüncü kez dirildi sanki.
Kanadı kırıklara kanat, terk edilmişlere sığınak oldu Abdullah’ın yetimi. Maneviyattan yoksun, yanık yüreklere su serpti nübüvvet çeşmesinden. Yüreğindeki engin sevgi ve merhamet bütün mazlumları çepeçevre kuşattı. Garibanın yaşını yaş etti gözlerine. Zira o, hamuru sevgiden yoğrulandı. Kendisini delicesine sevenlerle, kendisinden ölümüne nefret edenlerin arasında yaşamaya mecburdu. Yanında olan bazı bahtsızlar onu anlayamasa da, çok uzaklardan onu anlayan ümmetler geldi ayağına. Bu belki de ilâhî rahmetin tecellisiydi.
Hayatın öznesidir âlemlere rahmet olarak gönderilen kutlu Nebi. Muhammedsiz bir hayat, muhabbetsiz bir hayattır. Alabildiğine kuru, alabildiğine yozdur böyle bir hayat. Onsuz hayat nerden baksan bayattır. Onun getirdiği mutlak hakikatlerle tanışmayan evler malikâne değil, metruk bir viranedir. Onun sevgisinin girmediği yürekler imara muhtaçtır, acınılasıdır.
Peygamber sevdalısı Koca Yunus’un deyimiyle o, “Adı güzel kendi güzel Muhammed”dir” “On sekiz bin âlemin Mustafa’sı”dır. Mübarek sureti Mekke ufuklarına yansıyandır. Çorak gönül bahçelerine gül tohumları ekendir. Kokusunu tomurcuk güllere verendir. Vahyin gür sesiyle sonsuzluğu kuşatandır. Kutlu mesajıyla tüm zamanları ihya edendir. O, örnek hayatıyla ve mübarek kabr-i şerifleriyle Medine’yi kutlu kılandır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(sav), Yunus Emre’nin tabiriyle “yaratılanı yaratandan ötürü hoş gören’ engin gönüllü bir insandı. Onun gözünde bütün insanlar birbirine eşittir. Veda Hutbesi’nde buyurduğu gibi “Kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”
Hz. Muhammed(sav) ümmetinin sarsılmaz, kutlu bir önderiydi. O, ümmetini felâha erdirmek için gecesini gündüzüne katmış, bu uğurda çırpınırken gün gelmiş aç susuz sabahlamıştır. “Tebliğime karşılık sizden herhangi bir şey beklemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine aittir.” diyerek üstün ahlâkını bir kere daha örnek davranışıyla göstermiştir.
Resulullah her konuda ümmetine önder ve örnek olmuştur. Bilindiği üzere Efendimiz doğmadan önce, babası Abdullah, doğacak çocuğunu dünya gözüyle göremeden bu fâni dünyadan göçmüştü. Altı yaşına geldiğinde de biricik annesi Âmine Hâtun vefat etmişti. Böylelikle bu acının üstüne bir acı daha eklenmişti. O artık hem yetim hem de öksüzdü. O, dünyaya yetim olarak geldiği için, çocuk yaşta annesini yitirip de öksüz kaldığı için yetim ve öksüzleri çok iyi anlardı. Yetimlerin hep yanında ve yakınında olurdu. Eşlerinden Ümmü Seleme’nin dört, Ümmü Habibe’nin bir yetim çocuğuna gözü gibi bakmıştır. Medinelilerden İslâm dinini ilk kabul eden kişi olan Es’ad b. Zürâre’nin üç yetim kızıyla da evlâtları gibi ilgilenmiştir. Bunlarla sınırlı kalmayıp imkânları nispetinde bütün yetimlere ve öksüzlere kol kanat germiş, onları koruması altına almıştır. O, bu konuda da bir rehber ve önder olmuştur. Hayatını İslâm’a adayan, ‘ene’ değil ‘ente’ diyen, ümmeti için yaşayan, ümmetinin dertlerini kendine dert edinen bir peygambere ümmet olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır.
Peygamber Efendimiz adaletin rafa kaldırıldığı cahil bir topluma uyarıcı olarak gönderilmiştir. Bu toplumda zenginler fakirleri eziyor, haklarını gasp ediyordu. Böyle bir cemiyette yapılması gereken ilk iş, adaleti tanzim ve tesis etmekti. Zira adaletin olmadığı bir toplumda huzur ve güven de ol(a)mazdı. İşe buradan başlamalıydı. Nitekim öyle de yaptı.
Hz. Muhammed(sav), bir adalet timsaliydi Müslim, gayri müslim ayrımı yapmadan herkesin hakkını gözetir, hakkı sahibine verirdi. Çünkü onun mürebbisi Kur’an’dı. Tabir caizse Allah’ın eğitiminden geçmişti. “Ey inananlar! Sizin, anne-babanızın ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti gözetin. O kişi zengin de olsa, fakir de olsa Allah’ın hakkı (olan doğru adil karar vermek) herkesten öncedir. Sakın boş heveslerinize, arzularınıza uymayın ki adaletten uzak düşmeyesiniz. Eğer hakikati çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 135) ayetini getiren bir peygamberin adalete teslim olmaması düşünülebilir mi? “Onların arasında hükmettiğin (idarî karar verdiğin) zaman adaletle karar ver. Allah adaletli davrananları sever.” (Maide 42) hükmünü tebliğ eden son Peygamberin adaletinden zerre miktarı şüphe edilebilir mi?
Günümüzde yüce İslâm’ın kadınlara bakışı en insanî bakıştır. Hz. Muhammed(sav), kadın hak ve hürriyetleri konusunda da en büyük rehberimiz ve önderimizdir. Kadınların cinsel obje ve vitrin malzemesi olarak kullanıldığı günümüzde, güya onlara sınırsız bir hürriyet sunma peşinde koşan sözde feministlerin ondan öğreneceği çok şey vardır. Zira o, insanlığın ilk evrensel insan hakları beyannamesi olan Veda Hutbesi’nde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.”
Resulullah örnek bir komutandı. Öyle ki kendisine düşman olan nice büyük komutanı saflarına katmıştır. O zamanın imkânlarıyla nice savaşı kazanmış, İslâm’ın hareket sahasını alabildiğine genişletmiştir. Bunu yaparken kılıcın gücünü değil, sevgi ve samimiyetin gücünü kullanmıştır. Öncelikle insanlara güven vermiştir. Onun için “el-emin” sıfatıyla anılmıştır. Dostu da, düşmanı da onun bu vasfını hakkaniyetle teslim etmiştir. Onun, bir kez bile olsa, yalan söyleyebileceği, gerçekleri saptıracağı, kendisini hakkıyla tanıyan ve henüz inat batağına saplanmayan hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemiştir. O, kullandığı ikna yöntemleriyle kanın su gibi akmasını önlemiştir. Bunu Mekke’nin fethinde açıkça görebiliriz.
Hz. Muhammed(sav) doğruluktan hiç ayrılmadı. O, peygamberliğini ilân etmeden evvel, Kureyş’in ileri gelenlerini Ebu Kubeys Dağı’na çağırarak onlara şu soruyu sormuştur: “Şu dağın ardında bir ordu var desem inanır mısınız?” Kureyş’in ileri gelenleri: “Evet inanırız, sen hep doğru söyleyen bir kişisin.” dediler. Bunun üzerine o mübarek insanın ağzından şu sözler döküldü: “O halde mademki benim doğru sözlü olduğuma inanıyorsunuz, sizi ve beni yaradan Allah’ın beni size peygamber olarak gönderildiğimi tebliğ ediyorum” Bu kutlu, (kimilerine göre) müjdeci sözler, bazılarının haramla inşa ettikleri makamlarını, yalan üzere kurulan itibarlarını yerle bir edecek cinstendi. Artık faizcilik yapamayacaklardı. İnsanlara “kölelik” adı altında zulmedemeyeceklerdi. Sınırsız cariyeleri olamayacaktı. Zulüm üzere inşa ettikleri iktidarlarını kaybedeceklerdi. Onun için bu sözlere şiddetle karşı çıktılar.
Hz. Muhammed(sav) insanlık tarihinin en büyük psikoloğuydu. Büyük bir öfke ve şiddetle kendisini öldürmeye gelenleri teskin ederek gerisin geri döndürüyordu. Tabir caizse onu öldürmeye gelenler onda hayat buluyordu. O, öfke ve şiddetten kuduran insanlığa bir huzur ve sükûn limanı olmuştu. İşte size o günlerden canlı bir sahne… “Mekke’nin fetih günüydü. Bir adam Resulullah’ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu. Resulullah da adamın bu hâlini gördü ve dönüp seslendi: ‘Titremene lüzum yok, ben kral değilim’ Ve ardından dedi ki; Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben.” Böyle insanî bir yaklaşım gösteren bir peygamberin getirdiği dinden ve kitaptan kim şüphe duyabilir ki?
Hz. Muhammed(sav)’i İslâm’ın sadece bir tebliğcisi olarak görmek, onu yeterince anlamamaktır. Zira o, Hicret’ten sonra kurulan İslâm Devleti’nin ilk devlet başkanıydı. Liderlik, idarecilik ve ikna kabiliyeti yüksekti. Öyle olmasaydı cahiliye bataklığına saplanmış bir milletten dünyaya ve tüm zamanlara örnek olabilecek bir ashab-ı kiram çıkaramazdı.
Ortalığın putlarla dolu olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanı hayal edin. Şirk, yürekleri zifiri karanlığa gömmüş. Her taraf salya sümük. Böyle bir zamanın çetin şartları göz önüne alınınca bunun ne kadar büyük bir başarı olduğu açıkça görülür. Demem o ki farz-ı muhal Kur’an göklere çekilseydi Hz. Muhammed(sav)’in örnek hayatından yola çıkılarak İslâm tekrar inşa edilebilirdi. Zira o, Kur’an ahkâmının en somut hâliydi.
Hz. Muhammed(sav), Allah’tan getirdiği ilâhî hakikatleri öncelikle yaşayan, sonra da ümmetine yaşatan örnek bir peygamberdi. O, intikama muktedir iken affetmeyi seçerek farkını göstermişti. Ulu Önder Hz. Muhammet(sav)’i Hz. Ayşe validemize soranlara o şöyle cevap vermiş¬tir: “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? Onun ahlâkı/yaşayışı Kur'ân’dı.”
Günde beş vakit minarelerimizden okunan kutlu ezanlarda “eşhedü enne Muhammeder Resûlullah” ifadesi geçiyor. Bunun anlamı: “Şehadet ederim ki Muhammed(sav) onun(Allah’ın) elçisidir” demektir. Böyle bir ifadeyi diliyle söyleyip kalbiyle tasdik eden Müslüman, nasıl olur da arzularını ilâhlaştıranların peşinden gider? Onu önder kabul etmek lâfta kalmamalıdır. Bireysel ve toplumsal hayatımızı onun getirmiş olduğu Kur’anî ilkelere göre tanzim etmeliyiz. Hâl ve hareketlerimizle ona lâyık bir ümmet olmalıyız.
Müslümanlar için yegâne hayat önderi Resulullah’tır. O, müminler için kâfi bir örnektir. Onun izinden gitmeyenler hiçbir zaman manevî düzlüğe çıkamaz. Onların huzurdan da nasipleri yoktur. Böyleleri hakikatten uzak, inkâr bataklıklarında bir ömür debelenip dururlar. Gönül tasını nübüvvet çeşmesinden doldurmayanlar, manevî susuzluklarını gideremezler. Ecnebi çeşmelerden içenler, ne yazık ki zehir içtiklerinin farkında değildir.
Yüce Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi ısrarla Kur’an’a tabi olmaya ve Hz. Muhammed(sav)’e itaat etmeye çağırıyor. Keza Resul’e itaat, yüce Allah’a itaattir. Yüce Rabbimiz Nisa Suresi’nin 80. ayetinde “Men yutiır resûle fe kad atâallâh” (Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur) diye buyurarak bu ilâhî hakikati teslim ediyor.
Üstad Necip Fazıl gibi “Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;/Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!” diyebiliyor muyuz? Onun getirdiği mutlak hakikatlere, eğilip bükülmeden, dimdik durarak teslim olabiliyor muyuz? Bütün kapıları kapayıp yalnız ona giden kapıyı açık tutabiliyor muyuz? Onun sevgisini kazanan ne kaybeder ki? Bir düşün...
Hz. Muhammed(sav) hatemü’l enbiyaydı. O, Kur’an ahkâmını en güzel yaşayan model insandı. İman onda, sabır onda, şükür onda, irfan onda, tevazu onda, iffet onda, merhamet onda, mesuliyet bilinci onda, hamaset onda, hamiyet onda, erdem onda, asalet onda, dik duruş onda, sevgi onda, vefa onda, mertlik onda, cömertlik onda, ziya onda, sadakat onda, liyakat onda, kelâm onda, selâm onda, ilim onda, şuur onda, hikmet onda, aşk onda, muhabbet onda, muştu onda, kulluk onda, irşat onda… Cümle güzellikler onda cem olmuş.
Günümüzde Kur’anî hayattan uzak düşen, ruhu nefsin cenderesinde ezilen, şeytanın sofrasın(d)a meze olan ve ahireti unutan gençliğimiz ne yazık ki sapır sapır dökülüyor. Şehvanî hisleri tatmin etmek, hayatın gayesi olarak algılanıyor. Batının batağında battıkça yükseldiklerini zanneden mukavvadan adamlar, gençlerimize rol model oluyor. Önümüzde Peygamberimiz gibi böyle mükemmel bir numune dururken başka örnekler arayama ne hacet var? Üstümüzde güneş varken idare lambalarından medet ummak kâr-ı akıl değildir.
Şairin dediği gibi “Yok bile yokken o vardı” Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratıldı. Müminlerin Resulullah’a olan hasretinin ateşini hiçbir termometre ölçemez. Onun yokluğu yüreklerde baldırandır. Çil yavrusu gibi dağılan, haysiyeti yerlerde sürünen, öz yurdunda parya muamelesi gören, öksüz ve yetim bir çocuğu andıran İslâm ümmeti onun nizamına bugün dünden çok daha muhtaçtır. O artık aramızda yok; ama onun getirdiği Kur’an hep var olacak. Yeter ki o Kur’an’ı evimizin duvarlarına değil, gönlümüzün gönderine asalım. Ne mutlu onu görüp de iman edenlere! Ne mutlu onu görmediği halde kalpten iman edenlere! Rabbim bizleri onun “livâü’l hamd” sancağı altında toplanan bahtiyar kullarından eyle!...

ŞAİR NÂBÎ’NİN RESULULLAH AŞKI
M.NİHAT MALKOÇ

O; kalemlerin yazmaktan, gönüllerin sevmekten usanmadığı bir nurdur, hatemü’l enbiyadır. Onun sevgisi yüreklere sığmayıp kâğıtlara taşmıştır. Tarih boyunca hiç kimse onun kadar sevilmemiş ve övülmemiştir. Zira o, sevgiye layık olanların tartışmasız bir/incisidir.
Onun sevgisi ve nuru arzı ve arşı kuşatmıştır. İnsanlığı, saplandığı bataklıklardan ve düştüğü gayya çukurlarından el verip kurtaran ondan başkası değildir. Onun maneviyat ikliminde, pörsümüş ruhlar diriliş muştusuyla kendilerini buldular, sözlerine sadık kaldılar.
O, enaniyet tahtında kendini bir şey sanan gafilleri, dalalet uçurumlarına düşmeden çekip alarak kulluk tahtına yükseltti. Rabbimiz ona “Yoldan sapmışları helak edeyim” dedi de o büyük Resul, bunu kabul etmedi; onları ikna etmeye çalıştı; ikna olanlar oldu, olmayanlar oldu. Neticede ikna olanlar ve onu ‘peygamber’ kabul edenler, cennette köşk sahibi oldular.
Gözleri küfrün kalın perdeleriyle perdelenen insanlık, onun dünyayı teşrif etmesiyle kör karanlıklardan kurtulup hidayet aydınlığıyla önünü görür oldu. O, insanların ellerinden tutup, onları Rablerinin şefkat ve merhamet iklimine taşıdı. Yürekler onun sevgisiyle gül bahçesine döndü. Diller ona salât ve selam nidalarıyla arındı, temizlendi, kendini buldu.
Kalemler onu yazmakla bitiremedi. O yazıldıkça ve anlatıldıkça daha çok keşfedildi; daha çok sevildi. İslam’la şereflenen milletimiz ona olan hasretini ve sevgisini mısra mısra nakşetti bembeyaz kâğıtlara; kâğıt bittiyse de ona duyulan derin muhabbet bitmedi, bitmeyecek… O, zaman yaşlandıkça gençleşecek; onun sevgisi yüreklerde yaprak yaprak açacak. ‘Güllerin ve gönüllerin efendisi’ sıfatına mazhar Resul olarak hep anılacak...
Türk edebiyatında asırlardan beri yazıla gelen zengin bir naat birikimi vardır. Divan edebiyatından, son dönem Türk edebiyatına kadar gelmiş geçmiş birçok şair, Peygamber Efendimize olan o derin sevgi ve muhabbetini şiir diliyle ifade etmeye çalışmışlardır.
Yüreği Hz. Muhammed(sav) aşkıyla dolup taşan şairlerden biri de, asıl adı “Yusuf” olan Urfalı Nâbî’dir. Onun mahlası “nâ”, “bî” iki olumsuzluk ekinin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu ifade bile onun engin tevazuunu göstermesi açısından dikkate değerdir.
1641’de Urfa’da doğan Nâbî, çocukluğunu sefalet içinde geçirmiş bir söz eridir; divan şiirimizin parlak yıldızlarından biridir. Kaynaklar, onun 24 yaşında İstanbul’a gittiğini söyler. O, burada eğitimine devam eder; kendini bilgiyle donatır. Bunun hikâyesi de meşhurdur:
“Nâbî, Yakup Halife isimli bir Kâdirî şeyhine talebe olur. Şeyh Yakup, talebesi Yusuf Nâbî'yi, kuzusuna bakmakla vazifelendirir. Kısa bir süre sonra çobanlıktan usanan Nâbî, kendi kendine nefs muhasebesi yaptığı sırada; ‘Ben bu yola Hakk’ı bulmak için başvurdum. Hocam benden safını bulamadı da, ders vereceği ve zikir yaptıracağı yerde, bana hep kuzusunu otlattırıyor. Bu iş ne zamana kadar sürecek?’ diye düşünür. Bu düşüncesi hocasına malum olur. Hocası derhal Nâbî’yi yanına çağırarak ona ‘Senin bir talebe gibi eğitilmeye ihtiyacın yok. Sen ilimden nasibini doğuştan almışsın. Çobanlık yaptırarak, seni denemek istedim. Seni ilmin deryası olan İstanbul’a göndermek istiyorum. Gitmek ister misin?’ der. Hiç beklemediği bu durum karşısında şaşıran Urfalı Nâbî; ‘İlmi fazlasıyla öğrenmiş yılların talebeleri dururken, benim gibi üç günlük bir talebenin yüzmeyi bilmeden ilim deryasına dalması nasıl olur?’ deyince, Yakup Halîfe; ‘Sadece şöyle olur.’ diyerek ilim nuru gözlerini Nâbî’nin gözlerine birleştirir. Nâbî, o anda ilmin birçok mertebelerini aşarak kemale erer.”
Nâbî daha sonra, bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep’e gider. Burada 25 yıl boyunca huzur ve refah içinde yaşar. Nâbî, ömrünün 25 yılının geçtiği Halep’te birçok esere de imzasını koyar. Yakın dostu Baltacı Mehmet Paşa’nın sadrazam olmasıyla tekrar İstanbul’da bulur kendini. Payitahtta ‘Darphane Eminliği’ ve ‘Başmukabelecilik’ vazifelerini ifa eder. “Seyit Nuh” takma adıyla besteler yapar. 1712’de İstanbul’da hayata veda eder. Mezarı Karacaahmet’tedir. “Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre/İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere” beyti, onun söz ustalığının göstergesi sayılan şiirlerinden sadece biridir.
17 ve 18. yüzyılın saygın divan şairlerinden biri olan Nâbî’nin Hz. Muhammed(sav)’e sevgisi her şeyin üzerindedir. Bu büyük sevgi, onu hacca gitmek için yollara düşürmüştür. Onun dillerden düşmeyen bu hac yolculuğunun hikâyesini sizlere aktarmak istiyorum:
Urfalı Şair Nâbî, zamanın paşalarından birinin iltifatına mazhar olur ve beraberce hacca giderler. O devirlerde hacca deve ile gidilmektedir. O zamanlarda develerin sırtına yüklenen, ‘mahmil’ ismi verilen, iki kişinin rahatça yolculuk edebileceği bir semer vardır.
Nâbî ile Paşa da böyle bir deveyle yolculuk eder. Nihayet bir seher vaktinde Medine topraklarına girerler. Nâbî, ‘Peygamberin kabrini ziyaret edeceğim’ diye heyecanlanır. Mahmilin öbür tarafında ise Paşa yatmış, uyuyor. Bu durum Nâbî’yi fazlasıyla rahatsız eder.
‘İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz.
Böyle yatmak hiç münasip olur mu?’ der ve bu heyecanla dudaklarından şu mısralar dökülür:
“Sakın terk-i edebden, Gûy-i Mahbubi Hüdadır bu
Nazargâh-i ilâhidir makam-ı Mustafa’dır bu.
Felekte mâh-ı nev Babu’s-Selâm’ın sîne-çâkidir,
Bunun kandili cevzâ, matla-ı nûr-u ziyâdır bu.
Habib-i Kibriyâ’nın hâb-gâhîdir fazilette,
Tefevvuk-kerde-i arş-i cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zâil,
İmadın açtı mevcûdât-ı çeşmin tûtiyadır bu.
Murâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metef-i kudsiyândır cilvegâh-ı enbiyâdır bu.”
Yüreği Peygamber sevgisiyle tutuşan şair Nâbî’nin içine doğan bu şiirin manası şudur: “Burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir. Cenâb-ı Hakk’ın nazar buyurduğu, Ravza-i Nebî’dir. Bu gökteki yeni ay, Bâbüsselâm kapısının yüreği, yanık âşığıdır. Ayın kandili, Cevzâ yıldızı bile ışığının nurunu ondan almaktadır. Burası, Allah (cc)’ın sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın arşının bile üstündedir. Bu toprağın ziyâsından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı, çünkü bu toprak, gözlere şifa veren bir sürmedir. Bu dergâha edep ölçülerini gözeterek gir; çünkü burası meleklerin tavaf ettiği ve peygamberlerin tecelli ettiği bir yerdir.”
Bu naat-ı şerif’i irticalen okuyan Nâbî’ye yol arkadaşı Paşa “Nâbî ne oldu, ne söylüyorsun?” der. O da yol arkadaşına şunları söyler: “Efendim, Peygamberimizin kabr-i sadetlerinin bulunduğu Medine şehrine geldik de, bazı şeyler hatırladım, bunları söyledim.”
Paşa da Nâbî’nin bu heyecanına katılır. Abdest alıp Medine sokaklarında Ravza-i Mutahhara’ya doğru yürürler. Bu esnada kulaklarına bir ses gelir; durup dinlerler. Gelen ses Mescid-i Nebevî’nin minarelerinden yükselmektedir. Sesi dikkatle dinleyince, biraz evvel Nâbî’nin söylediği mısraların, müezzin tarafından okunduğu anlaşılır. İyice duygulanırlar. Paşa Nâbî ye şöyle seslenir. “-Nâbî bu hâl nedir?” Nâbî de:””Bilmiyorum” der. Her ikisi de sükût ederler ve minarenin kapısına giderler. Müezzinin minareden inmesini beklerler.
Müezzin minareden inince: “-O söylediklerin ne idi, onları ne için söyledin, sebebi nedir” diye sorarlar. Fakat müezzin bir türlü söylemez. Ne kadar ısrar ederlerse de, “Söylemem, kafamı kesseniz de söylemem!” deyince: “-Ama”, der Nâbî, “Bunları biraz önce ben söyledim. Sana kim söyledi.” Bu sefer müezzinin tavrı ve şekli değişir heyecanla: “-Senin ismin Nâbî mi?” der. “Evet” cevabını alınca müezzin Nâbî’nin ellerine, Nâbî de müezzinin boynuna sarılır. Bu görülmeye değer, latif manzarayı seyreden Paşa, dayanamayıp: “Nereden bildin bunun isminin Nâbî olduğunu, Allah aşkına söyle!” der. Müezzin rüyasını anlatır: “Efendim, akşam abdestli olarak yatmıştım. Biraz evvel Peygamberimizi rüyamda gördüm. ‘Ya müezzin kalk, yatma. Benim âşıklarımdan biri, benim kabrimi ziyarete geliyor. Şu cümlelerle minareden onu istikbal et’ dedi. Ben de hemen kalktım. Abdest aldım. Peygamberimizin iltifatına mazhar olan âşık kimdir diye düşünerek minareye koştum.”
Peygamberin manevî iltifatına ve sevgisine mazhar olan Nâbî’yi rahmetle anıyoruz.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN CÖMERTLİĞİ
M.NİHAT MALKOÇ

Cömertlik insanî vasıfların önde gelenidir. Bu “sehavet, kerem, eli açıklık, ikram, ihsan, yardımseverlik” kelimeleriyle de ifade edilir. Cömertlikte esas olan, hiç şüphesiz ki Allah rızasıdır. Verirken Rabbimizin rızasını gözetmeliyiz. Verirken beklenti, gösteriş ve kibir gibi menfi duygular öne çıkarsa, yapılan bu işi cömertlik kavramıyla ifade edemeyiz.
Cömertliğin çeşitleri ve dereceleri vardır. Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertliğe “sehavet” diyoruz. Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertliğe İslam literatüründe “cûd” denmektedir. Sevgili Peygamber Efendimizin kayınpederi Hz. Ebubekir’in cihat için ordunun ihtiyaçlarını karşılaması buna örnektir. Bunların yanında bir de “îsâr” vardır. “Îsâr”, kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertliğe denir. Medineli Müslümanların, yani Ensar’ın yaptığı buna örnektir. Onlar Mekkeli Müslümanları Medine’ye çağırarak, ellerindeki her şeyi onlarla paylaşmışlardır. Onun içindir ki “îsâr” cömertliğin zirve noktasıdır, cömertlikte ondan ötesi yoktur. Rabbimiz bu yüce gönüllü insanların davranışlarını ve elde edecekleri mükâfatları şöyle anlatır:
“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: ‘Biz sizi sadece Allah rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız’ (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân Suresi Ayet: 8-11)
Kulluk için dünyaya gönderilen insanlar, bu dünyada elde ettikleri mallarla da sınanmaktadır. Yüce Rabbimiz “Mal ve servet insan için bir imtihandır.” (Zümer, 39/49-52) buyurarak bu hakikati vurgulamaktadır. Rabbimiz kimini zenginlikle, kimini de fakirlikle imtihan eder. Zenginin karşısına bir fakiri çıkararak onun tavrını sınar. Akıllı ve sağduyulu insanlar, Allah yolunda tasaddukta bulunur. Bazıları da veremez. Kişi, yoksula karşı takındığı tavra göre muamele görür. Bu, doğrusu mal sevgisi fazla olanlar için çok zor bir sınanmadır.
İnsanlar bu dünyaya şüphesiz ki mal biriktirmek için değil, imtihan edilmek için gönderilmiştir. Mal sevgisi kulun kalbini karartır; kula dünyaya geliş gayesini unutturur. Cömertlik, kararan ve kirlenen kalpleri temizler. Vermekle kişinin malı eksilmez, aksine bereketlenir; ummadığımız yerlerden rızık kapıları açılır. Bunun nice canlı örnekleri vardır.
Elindekileri paylaşmak dünyanın en asil duygusudur. Fakat bazıları için bu çok zordur. Varlıklı insanlar zekâtlarını verebilseydi dünyada muhtaç insan kalmazdı. Fakat unutulmamalıdır ki vermek de bir nasip işidir. Bu ulvi davranış herkese nasip olmaz. Bazıları can verir de, mal veremez. Onun içindir ki eskilerimiz “Mal canın yongasıdır” demişlerdir.
Rabbimizin sıfatlarından biri de cömertlik(el-kerim)tir. Bizdeki cömertlik Rabbimizin “el-kerim” sıfatının cüzi yansımasıdır. Asıl cömert; yeri göğü yaratan, kullarına karşılıksız nimetler veren Allah’tır. Cömertlik(Allah rızası için vermek), kişinin iman olgunluğuna da işarettir. Fakat cömertlikle israfı birbirine karıştırmamak gerekir. Cömertlik erdem olduğu halde, israf haram derecesinde kötü bir davranıştır. Rabbimiz bu konuda da bizi uyararak ölçüyü koymaktadır: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün elini açıp tutumsuz da olma! Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ Suresi, 29)
İnsanlar hakikatin ve kendileri için faydalı olanın ne olduğunu hakkıyla bilebilselerdi mal biriktirmekte değil, cömertlikte birbirleriyle yarışırlardı. Çünkü infak öteki dünyaya yatırım yapmaktır. Bu dünyadan göçtüğümüzde, geride bıraktığımız mallar hiçbir işimize yaramayacaktır. Halk arasında söylenen “ Ne verirsen elinle o gelir seninle” sözü bu gerçeği ortaya koymaktadır. Siz sağken muhtaçlara veremediyseniz, bilin ki siz öldükten sonra mirasçılarınız da sizin için vermeyecektir. Hatta bıraktığınız malları bölüşmekte birbirine gireceklerdir. Allah katında bol miras bırakanlar değil, düşkünleri gözetenler makbuldür.
İnsanoğlunun en asil duygularından biri olan cömertlik, Mevlana Celaleddin Rûmî’nin o meşhur yedi öğüdünden ilkidir. O, “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol” diyerek bütün insanların bu asil duyguya sahip olmasını istemiştir. Zekât, cömertliğin ve paylaşmanın İslam’da somutlaşmış hâlidir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ve onu bizlere ulaştıran kâinatın efendisi Hz. Muhammed(sav), cömertliği her fırsatta övmüş ve insanlara tavsiye etmiştir. Yüce Rabbimizin şu ayeti, bu hususta bize yol göstermektedir. “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.”(Bakara Suresi 2/267)
Rızkı veren şüphesiz ki Allah’tır. Onun içindir ki onun verdikleri onun yolunda sarf edilmelidir. Kişi bu hususta kendini aracı olarak görmelidir. Akıllı insanlar her şeyin bir imtihan sırrıyla gerçekleştiğini düşünerek, kendisine takdir edilen rızka razı olurlar. Kendisine çok mal verilenler, bu servetlerin birer emanet olduğu bilinciyle hareket etmeli, muhtaçların da bu nimetlerde haklarının bulunduğunu bilmelidir. Böylece bolca tasadduk edip mallarını manevi kirlerden temizlemelidir. Aksi halde ellerindeki zenginlikler bir gün uçup gidebilir.
Cömertliğin zıddı cimriliktir. Cimrilik bir davranıştan öte, ruhsal bir hastalığın dışa yansımasıdır. Bencilliğin en ileri noktasıdır cimrilik… Bu duygu, insanları toplumdan iyice uzaklaştırır. Toplumdan uzaklaşan insanlar da yalnızlığın girdabında sürüklenirler. Onlar ellerindekilerle her şeyi satın alabileceklerini zannetseler de sevgiyi asla satın alamazlar.
Asil bir davranış olan cömertlik peygamberlerin, özellikle de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed(sav)’in şiarıdır. Peygamberimiz her güzel davranışta olduğu gibi cömertlikte de en önde gidendi. Bu konuda onun seviyesine hiç kimse erişememiştir. Peygamberimizin amcası Abbas’ın oğlu, tefsir ve fıkıh otoritesi sayılan, önemli hadis ravilerinden olan Abdullah bin Abbas, Resulullah’ın cömertliğini şöyle anlatmıştır: “Allah’ın Resûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil Aleyhisselâm, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’an’ı arz ederdi. İşte bu günlerde, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50)
Dünya kuruldu kurulalı beri nice insanlar cimrilikte ileri gitmiş, nice insanlar da vermede sınır tanımamıştır. Bu yaşlı dünyamızın infak kahramanları, ilhamını Resul-i Ekrem Efendimizden almıştır. Hazreti Ömer’in büyük oğlu ve Peygamber Efendimizin (sav) hanımı Hz. Hafsa’nın kardeşi olan Abdullah İbn Ömer “Resul-i Ekrem’den daha cömert bir kimse görmedim” diyerek onun bu asil yönünü hakkıyla teslim etmiş. Gerçekten de yaşlı dünyamız Resul-i Ekrem Efendimizden daha cömerdini görmedi; bundan sonra da gör(e)meyecektir.
Atalarımız “Veren el, alan elden üstündür” diyerek vermenin erdemini özellikle vurgulamışlardır. Peygamberimiz de her zaman veren el olmuştur. O, aldıklarını da, vermek için almıştır. Yani bir anlamda verenle alan arasında muhkem bir hayır köprüsü olmuştur. O, kendisinden isteyenlere hiçbir zaman hayır diyememiştir. Kendisinde yoksa da başkalarından borç alıp vermiştir. Şair Hassân bin Sâbit Âlemlerin Efendisini methettiği bir şiirinde bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Teşehhüdü hariç, asla ‘Lâ’ yani ‘Hayır’ dememiştir. Şâyet teşehhüd olmasaydı ondan hiç ‘hayır’ kelimesi işitilmezdi.” (Bağdâdî, IX, 210)
Peygamberimizin elinde muhtaçlara verilebilecek herhangi bir mal olduğunda onları hemen dağıtırdı. Aksi halde birikmiş mallar onu rahatsız eder, uykularını kaçırırdı. İnsanlar yoksullukla kıvranırken, o nasıl olur da mal biriktirirdi ki… Biriktirmedi, bulduğunu ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı. Böylece onların gönüllerini fethetti, İslam’a ısınmalarını sağladı. O, Hz. Mennan’ın kendisine bağışladıklarını hiç bekletmeden ihtiyaç sahiplerine ulaştırmıştır.
Cömertlik Rabbimizin sevdiği bir huydur. Rabbimiz cömert insanları sever, kullarına da sevdirir; cimri insanların davranışlarını yerer. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Yalnız iki kişiye gıpta edilir: Biri, Allah’ın mal verip Hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimsedir. Diğeri de Allah kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yani ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15)
İnsanları Hak ve hakikat yoluna çağıran Peygamber Efendimiz dünyalıklarla arasına belli bir mesafe koymuştu. Onun sevmediği işlerin başında mal biriktirmek gelirdi. O, ömrü boyunca mal biriktirmeyi aklının ucundan bile geçirmemiştir. O, elindekiler birikmeden onları hemen muhtaçlara dağıtırdı. Bu davranış ona büyük bir haz verirdi. Aksi halde gözüne uyku girmezdi. O, biriktirerek değil, vererek mutlu olurdu. Onun kapısından hiç kimse eli boş dönmemiştir. Câbir b. Abdullah Resulullah’ın bu yönüyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Resulullah (sav) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, ‘hayır’ dememiştir.”
Günümüzdeki insanların rol model edindikleri kişilere baktığımızda çoğunun dünya ve onun içindekilerin peşinde koşanlar olduğunu görürüz. Oysa ruhlarını aç bırakıp midelerini tıka basa dolduranların, dünya peşinde koşanların hangisi mutlu olmuş ki?... Bu insanların izinden gidenler acaba nereye varır? Bunun düşünülmesi ve kılavuzun iyi seçilmesi gerekir.
Kâinat güneşi sevgili Peygamber Efendimize göre gıpta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir. Zira cömertlik ilahî yakınlığa ve muhabbete vesiledir. Cömertlik ruhların cilasıdır. O, “Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah’tan uzak, Cennetten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir” (Tirmizî, Birr, 40) demiştir.
Tanyerinin ağarmasından gece karanlığına kadar dünyalık biriktirenlere özenmemek gerekir. Şayet o kişiler ibadetlerine ayıracak zamanı kısmazlarsa ve de mallarını hak yolunda harcarlarsa mesele yoktur. Aksi halde onlara kazandıkları da hayır getirmeyecektir. Çünkü yaradılışımızdaki ve yaşayışımızdaki asıl gaye mal biriktirmek değil, Hakk’a kul olmaktır.
Bu dünya; yemek, içmek, keyif çatmak, eğlenmek yeri değildir. Hayatını bunlar üzerine bina edenler sakat bir bina kurmuş olurlar. Mal ve para peşinde koşup paradan harman yapanlar, paylaşmaya gelince burun kıvıranlar aslında kaybedenlerin ta kendileridir. Zira cimrilik iyi hasletlerimizi öldürür. İslam âlimi, mutasavvıf ve müderris Gazali der ki: “Malı olmayan kişide hırs değil, kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil, cömertlik olmalıdır.” İlmin kapısı Hz. Ali ise ne güzel söylemiş: “Îman bir ağaç gibidir: Kökü yakîn, dalı takva, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir.” Demek ki cömertlik iman ağacının meyvesidir. Bir insan Müslümanlıkla şereflenmiş, cömertlik cilasıyla da cilalanmışsa o Hakk’a yakındır.
Peygamber Efendimiz dünyalıklara hiçbir zaman kıymet vermezdi. Dünyadaki idarecilere baktığımızda hepsinin belli maaşlar karşılığında yöneticilik yaptığını görürüz. Fakat Peygamberimiz ne peygamberlik ne de devlet başkanlığı görevi için herhangi bir ücret almamıştır. Bu vazifeleri Allah’ın rızasını kazanmak için gönüllü olarak yapmıştır. Bu çok büyük bir yüce gönüllülüktür. Öte yandan o, Medine döneminde gerek mecburi vergilerden ve gerekse fakirlere verilmesi gereken nafile sadakalardan kendisine pay ayırmamıştır.
Resul-i Ekrem Efendimiz infak tutkunu bir şahsiyetti. O, her konuda olduğu gibi bu hususta da ümmetine iyi bir örnek olmuştur. Onu gören sahabîler de cömertlik konusunda birbiriyle adeta yarışa girmişlerdir. Fakat bu yarışta kibir ve gösteriş söz konusu değildi; gizlilik esastı. Elinde verecek bir şeyi olmayanlar da o gün kazandıklarını, yevmiye olarak aldıkları iki avuç hurmanın birini muhtaçlara vererek bu hayır kervanına iştirak etmişlerdir. Böylece onlar vermenin azı çoğu olmadığını, isteyen herkesin verecek bir şeyler bulabileceğini ispatlamışlardır. Kişi yeter ki gönüllü olsun, verecek bir şeyler bulur; şayet bulamazsa da verme niyetinde olduğu için Rabbimiz ona vermiş gibi sevap yazabilir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, yaşadığı sürede elinde ne varsa muhtaçlara verdiği için geride miras bırakmamıştır. Mirasçıları bu durumdan şikâyetçi olmamıştır. Oysa o isteseydi bir devlet başkanı olarak saraylarda, köşklerde yaşar, en iyi yemeği yer, en iyi elbiseyi giyerdi. Fakat onun dünyalıkta gözü olmadığı için böyle yapmamış, bir lokma bir hırka misali kıt kanaat geçinmiştir. Bu durumundan da hiçbir zaman yakınmamıştır. Hz. Peygamberin manevi mirası şüphe yok ki Kur’an ve sünnettir. Resulullah Efendimiz “Biz peygamberler miras bırakmayız, bıraktığımız sadakadır” diyerek bu konudaki tavrını açık ve net bir şekilde dile getirmiştir. Rabbin bizleri onun güzel yolundan ayırmasın.
İlk Yayın: Siyer-i Nebi Dergisi/Mayıs-Haziran Sayısı

MUHAMMET(SAV) MUHABBETTİR
M.NİHAT MALKOÇ

İman göğünün parlayan yıldızıdır Hz. Muhammed(sav)… Çölde susamışlara çağlayandır. Yolda kalmışlara kervansaraydır, handır. Uykusuzluktan gözleri kapananlara kuştüyü yastık… Kızgın güneş altında terden su olan bedenleri okşayan tatlı ve yumuşak bir saba yelidir. Güneşin kavurucu sıcağında gökleri kaplayan pamuk tarlası misali salkım salkım buluttur. Aşk bağının solmaz gülüdür. Karanlıklara tutulan billurdan bir avizedir.
Onun mübarek aydınlığı karanlığa neşter vurdu. Ruhlarımız onun saadet ve nur ummanında aydınlandı. Karanlık karanlığından utanırken aydınlık senin aydınlığınla iftihar etti. Kâinatın özü olan sen, daralan ruhlarımıza da soluk oldun. Dünya sende buldu cemalini… İman senin nefesinle coğrafyamıza can verdi. Kum tanelerinden ibaret olan çöller bereketinle gülşene döndü. Varlık varlığınla hayat buldu şüphesiz…
Senin ahlakın Kur’an’dan ibaretti. Onun için ahlak coğrafyan kusursuzdu. Geceni de gündüzünü de rahman ve rahim olan Allah’a adamıştın. Duygu, düşünce ve hayallerin, ilhamını göklerden alıyordu. Sen hususi bir edebe maliktin. Nurlu mürebbilerin tezgâhından geçmişti mübarek kalbin. Kur’an’ın nuruyla bezenmişti her bir hücren…
İman ışığıyla aydınlanan gönüllerin azığıydın sen. Övülenlerin ve özgüye layık olanların şahikasıydın. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem olsa da gerçekte yaşam seninle başladı. Sen Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz bir lütufsun. İslam’la şereflenenlere göre sevilmeye layık olanların başında gelensin. Her şey seninle irtibatlıdır hayatta. Seninle irtibatını kesenlerin sonu ne kadar da kötüdür. Ahh keşke bilseler ve dönseler!...
Muhammet(sav) muhabbettir dünyaya iman ışığıyla bakanlar için… Bizim gözbebeklerimize onun gölgesi düşer. Eşyaya onun penceresinden bakarız. Onun kokusu siner ayetlerin her bir hurufatına… Ümmi olsa da O, gelmiş geçmiş en büyük münevverdir düşünce ufuklarını kuşatan… Ledünni ilmin sarsılmaz kalesidir O…Sidretu’l-Münteha’da onun izleri silinmemiştir hâlâ… Rahman katına bu kadar yaklaşan bir fani gelmemişti cihana…
Yetimleri koruyup kollayan bir yetimdin sen. Dünya gözüyle görmemiştin evin direği olan babanı… Körpeyken kaybetmiştim sevgili anneni… İçinde koca bir boşluk olarak kalmıştı onların sevgi ve hasreti. Deden Abdulmuttalip’le amcan Ebu Talip şefkat ve merhamet kanatlarının altında büyütmüştü seni. Sütannen Halime’nin evine bolluk ve bereket getirmiştin. Durum bundan ibaretken kimsesizlerin kimsesiydin, gariplerin sığınağıydın yine. Senden eli boş dönen olmamıştı ömrün boyunca. Rahmettin, yeri göğü yeşerten berekettin… Dalında işveyle duran mübarek ve muazzez bir güldün. Güllerin en irisiydin.
Kin ve nefretin karşısında çelikten bir tabyaydın. Sözlerin müjdeler ve esintiler taşırdı çoraklaşan gönüllerimize. Adaletin uzun düşen gölgesiydin yeryüzünde. Umutlar senin gül kokuları sinen bahçende yeşerirdi ancak. Sen öldükten sonra ölümün de güzel olduğuna şeksiz inandık. Sen öldüysen ölüm güzel demektir. “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”diyen büyük şaire şimdi daha çok hak veriyoruz. Sen, bir zamanlar bize soğuk gelen ölümü bile sevdirdin.
Senin ikliminde büyüyen ruhlar hayatın ilacı oldular. Ashab senin getirdiğin tükenmez solukla dağları, tepeleri, çorak arazileri aşarak menzile ulaştı. Cahiliye Arapları islamın nurlu iklimine girince bütün kirlerinden arındılar. Hayata kin ve nefretle bakan gözler ilahi ışıkla bezenince, kardeş oldu birbirine sırt çeviren yürekler… Birbirinin kuyusunu kazanlar; kâinatı kuşatan, canlı cansız her zerreye hayat veren ilahi mesajınla, kazılan kuyuları kapatmanın gayreti içerisine girdiler. Herkes kazdığı kuyuyu kapatmakla kalmadı, açılan diğer kör kuyuları da bertaraf ettiler. Kapatılan her kuyunun üzerine karanfiller, menekşeler ve gonca güller dikildi. Gül rayihaları kan ve barut kokusunu bastırdı.
Ne kadar da güzel söylemiş şair: “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?” diye… Evet, sohbetlerimiz seninle laf-ı güzaf olmaktan kurtuldu. Seni anlattıkça ve senin anlattığın nurlu hakikatleri, ilahi mesajından haberdar olamamış bahtsız insanlara ulaştırdıkça hayat daha da tazelendi. Somurtkan güzler tebessümle can buldu.
Hz. Muhammed(sav) ruhlara vurulan iman mührünün mühürdarıdır. O mühürden yoksun ruhlar gerçekte bir viranedir. Zira o mühür imanın hayat suyuyla yıkanmıştır. Çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar kararan kalpler, bu mührün gölgesinde yumuşayarak mübarek insanlar zincirinin eşsiz halkaları olma bahtiyarlığına erişmişlerdir. Bu değişim gerçek manada bir yenilenme ve tazelenmedir.
Arap çöllerinin nazlı kum taneleri bile seni dünya gözüyle göremeyen, sana dokunamayan, senin mübarek kokunu içine çekemeyen biz ahir zaman ümmetinden daha bahtiyardır. Topuklarına değen o kumlar kadar şanslı değiliz. Senin ayaklarının altındaki kumlara bile gıptayla bakan biz asi ahir zaman ümmetini şefkat ve merhametinden mahrum etme bari… Dünyaya geç gelişimiz ve suretini temaşa edemeyişimiz bizi eziyor. Bari ukbada doyasıya seyrettir o gül yüzlü cemalini biz bahtı kara ümmetine… Gerçi senin mübarek cemaline bakacak kadar arı değil gözbebeklerimiz… Yine de bu ziyafeti çok görme bize.
Senin zamanında yaşayıp da sana inanmayanlara ve o mübarek kalbini yaralayanlara hem şaşarım, hem de acırım. Öte yandan seninle dost olan ve sana elverenlere gıptayla bakarım. Onlar yeryüzüne gelmiş en bahtlı insanlardır. ‘Ashab’ diye adlandırdığımız bu nurlu çehreler, yaşadığın müddetçe elin ayağın olmuşlardı. Sana yürekten bağlanan ve seni bütün değerlerin ve değerlilerin fevkinde tutan bu güzel insanlar bir yeryüzü cenneti inşa etmişlerdi.
Resulullah’ı sevmek sevgilerin en isabetlisidir. Çünkü o sevginin kaynağı olan Allah’ın elçisidir. Allah’ı seven onun ‘Habibim’ dediği elçisini de sever. Zira Allah’ın en çok sevdiği ve değer verdiği kul Hz. Muhammed(sav)’dir. Onu sevmekle Allah’a yakınlaşırız.
Sevmek her şeye katlanmaktır; bütün zorluklara göğüs germektir. Sevgi ‘seviyorum’ demekle olmaz şüphesiz… Sevdiklerimize karşı fedakâr ve vefalı olmalıyız. Allah’ı ve Peygamberini sevmek, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkündür. Uyulması gerekenlere titizlikle uyuyor ve kaçınılması gerekenlerden kaçınıyorsanız bilin ki ilahi sevgi imtihanından alnınızın akıyla çıkmışsınız demektir.
Seven sevdiğine layıkıyla itaat edendir. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’a gösterilecek sevginin, Resulüne itaat ile mümkün olabileceğini şöyle vurgulamaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 31–32)
Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olan ashabın Resulullah’a duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet dillere destandı. Onlar Efendimize yâr olmak için birbiriyle yarışmışlardı. Bunu dünyevi bakış açısıyla ele almak muhayyilemizi zorlayabilir. Çünkü o engin sevgiyi ve bağlılığı bizim gibi dünya menfaatleriyle ruhu kararmış fanilerin anlaması mümkün değildir.
Sahabelerin mübarek hayat sahifelerine göz attığımızda Hz. Muhammed(sav)’e olan bağlılıkları ve fedakârlıkları karşısında adeta küçük dilimizi yutarız. Zira onlar çocuklarını, eşlerini, mallarını ve canlarını hiçe sayarak Peygamber Efendimizin yüce saflarında yer tutmuşlardır. Resulullah’ı korumak için kendilerini gönül rahatlığıyla ölümün kucağına atabilmişlerdir. Böyle bir ruhun nasıl gerçekleştiğini bizlerin anlaması pek mümkün değildir. Demek ki tahkiki iman, insanı bu mertebelere getirebiliyor. Şüphesiz ki bu belli bir süreç gerektirir. Bizler emekleme devresinde olduğumuz için hafızamız bunlara yetişmiyor.
Sahabelerin her biri birer yıldızdı. Fakat onların da birbirine göre daha üstün olanları vardı. Hulefa-i Raşidin bunlardandır. Bu dört mübarek zatın peygamber sevgisi, kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyüktü. Onlar kendilerini Resulullah’a adamışlardı.
Dört halifeden ilki olan Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimize diğer sahabelerden çok daha yakındı. O, aynı zamanda damadı olan Efendimizi canından aziz bilmiştir. Ona sonsuz bir sevgisi ve güveni vardı. Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan da Sidretü’l Münteha’ya gittiğini, İsra ve Mirâc hâdisesini gerçekleştirdiğini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bekledikleri bir açığı bulmuşçasına sevinen ve alaycı bir tavırla hareket eden müşrikler, böylelikle ondan arzuladıkları cevabı alamamışlardır. Hz. Ebubekir’in bu sadakat ifade eden cevabı onun her halükârda Peygamberimize olan sonsuz güvenini ve itimadını gösteren bir misaldir.
Hz. Ömer’in Resulullah’a olan aşkı ve muhabbeti dillere destandı. Resul-i Ekrem’e söylenen her kötü sözün sahibi, karşısında Hz. Ömer’i bulurdu. Peygamberimizi, canından aziz bilen Hz. Ömer, bir ara Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve: “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin”, demişti. Peygamberimiz de: “Ömer! Kendinden de!” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Kendimden de!”, deyince Hz. Peygamber (sav): “Ey Ömer, işte şimdi oldu!” cevabını vermişti.
Hz. Muhammed(sav) ashabın gözbebeğiydi. Büyük küçük herkes onu anasından, babasından, malından mülkünden daha çok seviyordu. Bununla ilgili olarak Uhud Savaşı sonrasında yaşanan bir hadise Resulullah’a duyulan sevgi ve muhabbetin derecesini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Bilindiği gibi Uhud Savaşı İslam tarihinin önemli hadiselerindendir. Bu savaşta Müslümanlar önemli kayıplar vermişti. İslam’ın şanlı kılıcı Hz. Hamza da bu savaşta şehit olmuştu. Bu savaşla ilgili olarak anlatılan şu kıssa, Peygamberimize duyulan sevginin derecesini göstermesi açısından ehemmiyetlidir.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğü zaman karşılayanlar arasında, Beni Dinar kabilesi mensuplarından Müslüman bir kadın da vardı. Bu kadının babası, kardeşi ve kocası harpte şehit olmuştu. Onu görenler bu haberi kendisine veren kişi olmamak için gözlerini ondan kaçırıyor, ona bakmamaya çalışıyorlardı. Sonunda kendisine önce babasının şehit olduğunu söylediler. O, “Hz. Peygamber sağ mı?” diye sordu. Arkasından kardeşinin vefatını haber verdiler. Kadın ise, “Resulullah nasıldır?” dedi. Sonunda, “Kocan da şehit oldu” dediler. O hanım bütün bunları duymamış gibi hâlâ, “Allah’ın Resulü nasıl, ona bir şey olmadı ya?” diye soruyordu. Hz. Peygamberin sağ ve salim olduğunu bildirdiklerinde ise şöyle dedi: “O, sağ ve selâmette olduktan sonra, her felâket benim için bir hiçtir.” (İbn Hişam, Siret, III/178–181)
Resulullah Efendimiz de diğer insanlar gibi bu dünyada bir faniydi. O da zamanı gelince bütün insanlar gibi bu imtihan sahnesinden ayrıldı. Fakat onun ölümü ashabı derin bir üzüntüye gark etti. Onun varlığını küfre karşı bir kalkan olarak gören müminler, ölümüyle elem denizine düştüler. Hz. Peygamberin ölümüne en çok üzülen ve bunu bir türlü kabullenemeyen Hz. Ömer’in tepkisi enteresandır. Hz. Ömer, O’nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için ‘öldü’ diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu.
Resulullah’ın ölümü esnasında gözlerden oluk oluk yaşlar dökülüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Resûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana feda olsun ya Resulullah... Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Ya Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım” dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve ayakta durmaya mecali olmayan sahabelere şunları söyledi:
“Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed(sav)’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144).Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
Saadet asrının İslamla şereflenen her bir ferdi, Peygamberinin gönüllü askeriydi. Onun için yapamayacakları bir fedakârlık yoktu. En büyük sermayeleri ona duydukları sevgi ve muhabbetti. Fakat onlar karşılıksız ve çıkarsız seviyorlardı. Bir gün ashabdan biri gelerek Allah Resulüne: “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorar. O da: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurur. Sahâbi: “Öyle çok fazla amelim yok. Lâkin Allah ve Resulünü çok seviyorum” deyince, Allah Resulü: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurur. O zat, bunu bir müjde olarak kabul eder, içi tarifsiz bir huzurla dolar.
Sahabelerin Hz. Muhammed(sav)’e duydukları sevgiyi kelimelerle anlatmak müşküldür. Bununla ilgili olarak yüzlerce örnek kıssa anlatabiliriz. Fakat asıl maksadımızı bu kadar misalle de ifade ettiğimiz kanaatindeyim. Allah bizleri onun şefaatine nail eylesin. Sözlerimi, şiirde İslam’ın gür sesi olan Mehmet Akif’in, Resulullah Efendimizi tavsif ettiği, dua niteliği de taşıyan bir dörtlülüğüyle bitirmek istiyorum:
“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cemiyeti, medyûn O’na ferdi;
Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet,
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”

MASMAVİ GÖNÜL DENİZLERİNİN BİR/İNCİSİ…
M. NİHAT MALKOÇ

İnsanlığın Medâr-ı İftiharı, Peygamberlerin Serdarı Sevgili Peygamberim;
Sizi anlatmaya kelimelerin kifayet edemeyeceğini bile bile, sizden güç alarak bu zor işe baş koyuyorum. Benim bu kırık dökük sözlerim sizi anlatabildiği ölçüde kıymet bulacaktır. Siz peygamberlerin başbuğu, Allah’ın habibi ve bu dünyanın yaratılış sebebisiniz. Siz, karanlıklar üzerine doğan bir sabah güneşsiniz; insanlığa gönderilen sonsuz nursunuz. Sizin ziyanız hem önümüzü aydınlattı, hem de içimizi ısıttı. Sizin yokluğunuzda çölleşen gönüllerimizi, kutlu gelişinizle, rahmet yüklü yağmurlarınızla yeşerttiniz. Bir zamanlar Mekke’yi kasıp kavuran cehalet rüzgârı, sizin gelişinizle çok şükür dindi. Zulüm adalete, kin ve nefret, sevgiye dönüştü. Çiçeği burnunda müminler kardeşlik zincirine birer halka oldular.
Ey peygamber burcunun kutlu sancaktarı!... Siz ihtişamlı gelişinizle köhnemiş zamanı tazelediniz. İnsanların kaba yanlarını sevgi keseriyle, incitmeden, adeta tereyağından kıl çekercesine yonttunuz. Çölün ortasında zengin bir İslam medeniyeti kurdunuz. Sizi öldürmek için gelenler bile, sizin gibi bir tevazu abidesini karşılarında görünce yumuşadılar, nefretlerini yutarak sizin kutlu yolunuza revan oldular. Getirdiğiniz kutlu dini kabul etmeyenler bile, sizin yalan söylemeyen, doğru ve dürüst bir insan olduğunuza kanaat getirdiler. Fakat onların basiret nazarları köreldiği için atalarının dininden dönmeyi bir aşağılık olarak gördüler; hidayet ağacının köklerini kuruttular. Mübarek İslam sancağının altına girmek istemediler. Fakat neticede senin, güneşi bile gölgede bırakan ilahî nurunu söndüremediler, şüphesiz ki kaybedenlerden oldular. İslam’ın güçlü rüzgârına karşı duramadılar, çil yavrusu gibi dağıldılar. Senin şerefli adın yüreklere kazındı; lakin onların esamisi bile okunmuyor bugün…
Uçurumların eşiğindeki ümmetin tutar dalı oldunuz ey Resul!... Kutlu gelişinizle insanların hayata bakış açısını değiştirdiniz; hayata hayat kattınız; cahiliye döneminin çürümüş yanlarını attınız. Onlar ki kız çocuklarını utanç sebebi olarak görür ve diri diri toprağa gömerlerdi. Bir ayıp unsuru olarak görülen ve diri diri toprağa gömülen kızlarımız sizin İslam ışığını kalplere taşımanızla gerçek kıymetine erişti. “Cennet anaların ayağı altındadır” diyerek annelik müessesesini yücelttiniz; kadınlarımızı hak ettiği yere getirdiniz.
Senin o pak, mübarek ve muazzez yüzün gül bahçesini andırırdı. Yanağındaki o al rengi, gonca güle düşürdün ey Resul!... Karanlık göklerimizi yıldızlarınla donattın. O yıldızlar ki ‘Hangisine uyarsanız doğru yola ulaşırsınız’ demiştiniz. Ahir zaman ümmetin, derin kuyulara düşmekten, uçurumlardan yuvarlanmaktan o yıldızların ışığı sayesinde kurtuldular.
Senin yüzündeki nur, karanlık yüzlüleri bile aydınlatırdı. Senin kapına gelip de boş dönen görülmemiştir. Himmetinle, hikmetinle ve nimetinle donattın kutlu hanene gelenleri…
‘Seçilmiş’ anlamına gelen Mustafa’ydı adın... Varlığın özünde, ümmetin basiretli gözünde sen vardın. Bütün bu üstünlüklerine rağmen hiçbir zaman kendini bulutların üstünde görmedin. ‘Ben kuru et yiyen kadının oğluyum’ diyerek engin tevazu gösterdin. Manevî hazinelerin hazinedarı olduğun halde hiçbir zaman kibirlenmedin. İslam Devletinin başkanı olduğun halde, kendi imkânlarınla kıt kanaat geçindin. Hiçbir zaman tok kalkmadın sofradan. Nimet varken de, yokken de şükreyledin Rabbine.... Varlık seni azdırmadı, yokluk seni kızdırmadı. Hep istikamet üzere oldun. Varını paylaştın, yoklarından kimse haberdar olmadı. Oysa bugünkü insanlar nimetler içinde yüzdükleri halde şükretmekten ne kadar da acizler…
Yüz binlere hitaben verdiğin, bir anlamda ayrılık sinyallerini de içinde barındıran, altına her Müslümanın rahatlıkla imza atabileceği son hutbe olan Veda Hutbesi’ni okuyunca kızgın gözyaşlarım yer çekimine teslim olur. O hutbede cihanşümul bir insanlık dersi veriyordun seni dinleyen bahtiyar müminlere. Hayatta mutlu olmanın, kayıtsız şartsız adil olmaktan geçtiğini söylüyordun. Kutlu sözlerin çağları aşarak bugüne ulaşmaya namzetti; ulaştı da… Kim ne derse desin kardeşlik ekseninde irat ettiğin bu hutben ilk ve en mükemmel bir insan hakları bildirisidir. Bugünün insan hakları havarileri, senin evrensel düşüncelerine ne kadar da muhtaçtır. Çünkü sen insanı öncelikle eşref-i mahlûkat olduğu için kıymetli gördün.
Yüz binleri topladın son sözlerini irat etmek için… İlk ve son haccındı bu…‘Veda Hutbesi’ dendi bu nutkuna… Bundan sonra çok kalmadın dünyada; ölümün kollarına atıldın. Veda Hutbesi deyip geçmeyin; o, çağları aşıp bugüne ulaşan bir insanlık bildirisidir. Bu hutbedeki hükümler dün geçerliydi, bugün de, yarın da geçerliliğini muhafaza edecektir. Çünkü o sözleri söyleyen son Peygamber, Kur’an’dan almıştı ilhamını. “O evrensel hutbede mealen “Can, mal ve ırz kutsaldır. Faiz haramdır. Kan davası gütmek haramdır. Emanetler yerlerine verilmelidir. Emanete hıyanet edilmemelidir. Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır. Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır. Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir. Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz. Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır. Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezaketle davranılacaktır.” diyordun. Bugün bu dediklerine hakkıyla riayet etmediğimiz için zelil ve rezil durumdayız. Eğer bu sözlerini yabana atmasaydık, böyle acınacak bir halde olmazdık.
Sen gidince hayat sekteye uğradı; zaman durdu sanki; dağlarımıza duman çöktü; bütün baharlar kışa döndü. Ağız tadımız, sofra bereketimiz, yüzlerdeki tebessümümüz kaçtı. Sevinç ve coşkularımızın mumu söndü. Bir zamanlar çağlayanlar misali akan duru pınarlarımız Kerbela misali kurudu, bulandırıldı. İki yakamızı bir araya getiremedik bir türlü… Dindiremedik gözlerimizden akan kanlı yaşlarımızı. Dünyevî pazarlarda haraç mezat satıldı uhrevî aşklarımız... Gül yüzlü umutlarımız dinamitlendi dağ başlarında… Mahviyet, tevazu, vakar ve zarafet gönül lügatlerinden silindi. Masiyet tohumları ekildi yürek tarlalarına…
Gel ey gönül bahçelerimizin iri gülü, suskunluklar diyarının şen sesli bülbülü!… Gel ki dağılsın gönül göğümüzü saran o kapkara bulutlar… Güllerimiz küle döndü gönül bahçelerinde... Sen gelmezsen kim tutar elimizden; sen gülmezsen talihimiz de gülmez bize…
Gel ki arınalım bu manevî kirlerden… Hafiflesin sırtımızdaki kurşundan daha ağır yük… Sönsün içimizi yakıp kavuran hasret ateşi; kurusun çağlayanlara rahmet okutan göz pınarlarımız… Bu fırtınalı denizlerde elimizden tutarak bizi selamet sahiline çıkar, ne olur?... Bulanık düşüncelerimizin durulması için, saatlerimizin vuslata kurulması için, Hakk’ın gösterdiği nihai hedefe varılması için, kanayan gönül yaralarımızın sarılması için gel ey Nebi!... Gel ki kaybolsun yalancı ışıklar… Varlığında, esamisi okunmasın yapma güllerin…
Biz sana doyamadık ya Resulullah!... Gül cemalini dünya gözüyle temaşa edemedik. Gel ki bu hasret tükensin. Müştakın olan bizler, pervaneler misali nübüvvet ateşinde yanmaya hazırız. Yolunuza kan kırmızı güller dökelim. Seni anlatma iddiasındaki kalemlere mürekkep yerine gözyaşı dolduralım. Senin himmetine ve dostluğuna muhtaç bîçare gönüllerimiz…
Dünya denen bu gölgelikte hoş bir seda bırakarak sonsuzluk diyarına göç eyledin sen. Ümmetini üzdün gidişinle. Gidişin hüzün çeşmesinin musluklarını açtı. Göklerimizi hazan bulutları sardı çepeçevre… Sen yaşarken yaşamayı, sen ölünce ölümü sever olduk. Sen öldün ya ölüm güzel demektir. Üstad’ın dediği gibi “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
Seni dünya gözüyle görme ihtimalimiz kalmadı artık... Düşlerimizi teşrifinle bahtiyar oluruz gayri... Sana kavuşacağımız o kutlu günü iple çekiyoruz şimdi… Sırf bu yüzden kıyameti özlüyoruz, sancağının altında tek ses olup Hakk’ın yüce adını zikredebilmek için…
Şimdi senin yokluğunda hasta ve yastadır gönüllerimiz; gül suyudur dertlerimizin dermanı, kanayan yaralarımızın merhemi… O gül yüzünün gölgesi gönüllerimize düşünce, sağalır bütün hastalıklarımız… Sen mahir bir tabipsin hasret menşeli gönül hastalıklarımıza… Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah! Esselatü Vesselam Aleyke ya Habiballah!.. Gül’e sevdalı Yaman Dede’nin iman nuruna banılmış mısralarıyla bu mektubuma son veriyorum:
“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh”

GÖNÜL DENİZLERİNİN İNCİSİ
M.NİHAT MALKOÇ

Aciz ümmetin aziz yolbaşçısı, güllerin ve gönüllerin efendisi Sevgili Peygamberim;
Bu satırlar, senin manevî gıyabında, içimdeki hasretin nişanesi olan sımsıcak gözyaşlarıyla bir seher vakti yazılmıştır. Mürekkebin ateşinden sıtmaya tutulmuştur kalem…
Seni yazmak, sana yazmak kalemi şereflendirir. Sözler seninle şerefyap olur. Sana yazmak en büyük onurdur kalem ve yürek için… Senin adın harflerin ve kelimelerin onurudur. Sen iri bir gülsün gönül bahçelerimizde… Kalbimizin anahtarı senin elindedir.
‘Siz’ yerine ‘Sen’ deyişimiz sana olan sevgimizdendir. Çünkü ‘Siz’ de bir resmiyet vardır. Oysa biz senin son ümmetiniz; aramızda resmiyet ve mesafe söz konusu olamaz. Hataya düşme endişesiyle yine de engin hoşgörünüze ve şefaatinize sığınıyoruz peşinen…
Sana milyon kere salât ve selam olsun ey muhabbet deryası… Şüphesiz ki sen âlemlere rahmet olarak gönderildin. Sen Allah’ın Resulü ve Habibisin… Allah’tan getirdiklerine uymak, ilâhî emirlere itaat edip, yasaklardan sakınmak hayatımızın gayesi oldu.
Seni anamızdan da, babamızdan da, evladımızdan da, malımızdan da, canımızdan da çok sevdik ve bundan sonra da hep seveceğiz. Hakk’tan getirdiklerini kutsal bir emanet olarak yaşayacak ve yaşatacağız. Bu can bu tende durdukça senin kutlu yolunda toprak olacağız.
Sen rahmet peygamberisin şeksiz gümansız… Senin adını anmayan diller lâldır, senin yolunu gözlemeyen gözler kördür, senin sevgini taşımayan yürekler mühürlenmiştir, senin mukaddes davanı sırtlamayan omuzlar çöküktür. Sen hidayet rehberisin, Allah’ın habibisin, yaralı gönüllerimizin mahir tabibisin. Bu koca kâinatın yaratılışına en büyük sebep sensin.
Seni layıkıyla tanımayanlar, seni anlamayanlar, bu zulmetten senin hidayet ışığına koşmayanlar ne kadar da bahtsızdır. Onlara seni hakkıyla anlatamadığımız için bizler de sanık sandalyesindeyiz. Enaniyet uçurumlarında senin uzatacağın elle kurtulabiliriz ancak…
Nerden baksan eksiğiz biz… Sana layık bir ümmet olamadık ne yazık ki!... Düşünüyorum da sen ukbadan çıkıp gelsen ve haber vermeden hanelerimize misafir olsan kaçımız seni hakkıyla misafir edebiliriz? Evlerimiz seni ağırlamaya uygun mudur acaba?
Kalbinde iman olan her insan seni evinin başköşesinde ağırlamaktan büyük bir onur duyar; ama herkes bu ağır yükün altından kolay kalkabilir mi? Evlerimiz nurunu ve bereketini çoktan kaybetti ne yazık ki… Dizi seyretmek için televizyonun başında toplanan eşimiz ve çocuklarımız senin geldiğinin farkına varır mı acaba? Diziyi bırakır da senin sohbet halkana dâhil olur mu? Yoksa diz dize, göz göze durup o meşum diziyi izlemeye devam mı ederler?
Namaz kılmak için seccade istesen bulup da bir seccade verebilir miyiz sana? Namaza durmak için kıblenin yönünü sorsan, çocuklarımız buna doğru cevap verebilir mi? Ey Resul’üm, bizden Kur’an-ı Kerim istesen bulup da getirebilir miyiz sana? Masamızın üzerindeki, müstehcen fotoğraflarla dolu gazete ve mecmuaları görsen yüzümüz kızarmaz mı?
Suçluyuz, mahcubuz ama yine de seni çok seviyoruz. Sana olan sevgimizi anlatmada kelimeler kifayetsiz kalır. Biliyoruz ki senin ümmetine olan sevgin, hoşgörün ve merhametin sonsuzdur. Bize acırsın, bataklıklara saplandığımızda elimizden tutar, bizi kaldırırsın. Biz hata etsek de sen hatalarımızı görmemek için nazarlarını başka tarafa çevirirsin. Çünkü sen ahir zaman peygamberisin; Habib-i Hüda’sın… Ahmed’sin, Mahmud’sun, can Muhammed’sin…
Seni anlamak ve anlatmak fanilerin üstesinden gelebileceği bir sorumluluk değildir. Biz de seni hakkıyla anlatamadık; mallarımızla ve canlarımızla cihat edemedik yolunda… Fakat karınca misali, maksuda varamazsak da o yolda yürür ve gerekirse ölürüz. Seni dilimiz döndükçe anlatma, idrakimiz yettikçe anlama gayretindeyiz. Bize bu konuda güç ver, ne olur!
Sen bize ruhumuz kadar yakınsın; lakın seni bizden uzak tutmak, ulaşılmaz kılmak için nice engeller koydular araya... Aşımız, işimiz, düşümüz seninle olsun isterdik. Fakat şer odakları çelikten bariyerler kurdular. Sana çağlayanlar misali akmak istedik, suyumuzu kestiler; sana bir çınar ağacının dalları misali uzanmak istedik, yapraklarımızı kuruttular. Biz ancak seninle anlam kazanırız. Sen engel olmak isteyenlere fırsat verme ey Allah’ın Resulü!...
Senin mübarek nübüvvet izini silmek isteyen bu sefil çağın bahtsızları farkında olmadan sana olan sevgimizi katmerleştiriyorlar. Senin şefaat çeşmeni kurutmak isteyenler, o çeşmenin sularında son nefeslerini veriyorlar. Mümine bengisu olan katreler, karşına dikilen Nemrut yüzlülerin sonunu hazırlıyor. Çıra bile olamayanlar güneşi söndürmeye kalkıyorlar.
Biz senin sohbet halkana dâhil olamadık ya Habiballah! Sensizlik ümmet için en büyük cezadır. Seni dünya gözüyle görememek acıların en büyüğü, hüzünlerin en can yakanı. Seninle mahşer meydanında karşılaşmayı ümit ediyoruz; sancağının altında bulunmak istiyoruz. Zira senin ‘liva’ül-hamd’ sancağının altında bulun(a)mamak en büyük bahtsızlıktır. Bunu düşünmek bile istemiyoruz. Senden bir tebessümlü nazar, gülce hidayet dileniyoruz.
Senin kutlu çağın olan asrısaadetle bugünkü milenyum çağı arasındaki uçurumlar gittikçe büyüyor. Bu asrın mücrimleri, materyalizmin gayyasında çırpındıkça daha da batıyor. Senin yokluğunda zemheri soğuğunu yaşıyor biçare gönüllerimiz. Seni unutmuş, dünya meşakkatlerine ve gaflete dalmış ahir zaman ümmeti… Bizi bu uykudan uyandırır mısın?
Sevgili Hz. Âişe annemizin de dediği gibi senin ahlakın Kur’an’dan ibaretti. Sana uyanlar, Kur’an’a uymuş sayılır. Sen bizi hiçbir zaman aldatmadın, menzile giden yolda bir başına bırakmadın. Ümmetinin affedilmesi için, gecelerden sabahlara kadar Allah’a yalvardın.
“Benim sünnetime uymayan benden değildir” ihtarını duydukça tüylerim diken diken oluyor. Ya senin sünnetine uymayanların hâli ne olacak? Onları bekleyen sonu düşünmek bile istemiyor insan… Acaba senin sünnetine yeterince uyabildik mi? Buna menfi cevap verenleri kim bilir ne kötü bir akıbet bekliyor? Biz seni çok seviyoruz ama eksiklerimiz dağlar kadar!....
Mevsimlerden bahardın sen… Güllerin en güzeli açardı gönül bahçelerinde. Kökleri bütün insanlığı kuşatmış bir çınar ağacıydın sen… Sonsuza dek kurumayacak bir ağaçtın. Dallarındaki o yemyeşil yapraklar sonbahara direnirdi. Yer çekimi boyun bükerdi, yeri göğü sarmalayan o ağacın yapraklarına. Zaman dururdu, bulutlar gözyaşı dökerdi kökünü sulamak için… O kutlu ağacın kökleri dünden bugüne kök salmıştır. Yarınlarımız o kökte saklıdır.
Sen gülünce güler, sen ağlayınca ağlardı bahtiyar sahabelerin… Bütün nazarlar senin o mübarek gözbebeklerine kilitlenirdi. Ağzından çıkan her söz bir emirdi cümle müminler için… Allah’ın rızasından sonra senin hoşnutluğun esas alınırdı. Seni üzmek ümmeti üzmekti.
Sen gül idin, gonca güldün. ‘Dikeni olmayan gül olmaz’ demeyin. Sen dikensiz bir güldün. Güllerin en güzeliydin; gülistana bedel has kokun bütün kâinatı çepeçevre sarmıştır.
Ümmet için umutsun sen, dünde umuttun, bugün de umutsun, şekva yok ki yarın da umut olacaksın. Gönüller seninle şenlenir. Manevî iflasın eşiğindekiler senin ikliminde bayındır olur. Şirkin cam fanusu, senin inci misali duvarlarına çarparak paramparça olur. Sen gönül ufuklarımızdan doğan bir hidayet güneşisin. Senin o latif muhabbet rüzgârına hasret kaldı kulaklarımız; o mübarek tenini görmeye özlem duyuyor gözlerimiz…
Şaşkın kalabalıklar bizim yalnızlığımızı gideremez. Senin olmadığın dünya, nerden baksan, yalnızdır; bir yanı boştur. Senin olduğun bahtiyar bir dünyada, bir ben kalsam bile kendimi yalnız hissetmem. Çünkü sen varsan birler bindir, sen yoksan binler bir bile değildir.
Senin o kutlu sancağının altında toplanacaklara ne mutlu!… Onlar hazanı ve hüznü yaşamayacaklardır. Cehennemin yolları onlara kapalı olacaktır. Cennet onları çağıracaktır.
Senin mübarek hırkanın bir teline, bütün libaslarımdan vazgeçebilirim. Gözlerimin senin müşfik nazarlarına değmesi için, on dört asır evveline sürünerek gidebilirim. Nazarının bir anına muhatap olmak için bütün varımı terk edebilirim. Sen varsan, yoklar yoktur.
Seni ancak rüyalarımda görmek nasip oldu. Rüyalarımı teşrif ettiğinden beri daha erken yatıyorum uykuya… Gözkapaklarım büyük bir aşkla kapanıyor gül yüzlü aydınlığa. Bekliyorum gönlümü teşrif etmeni. Yaralarım gül nazarlarınla çabucak sağalıyor çok şükür...
Bu mektubumun sana manevî bir ulakla ulaştığını ümit ediyorum. Sen mağfiret ikliminin gül çehresisin. Allah’ım onu bize, bizi ona yakın kıl!... Bizi ona layık ümmet eyle!...

ÇAĞLARI AŞAN, YÜREKLERDEN TAŞAN MUHABBET-İ NEBİ
M. NİHAT MALKOÇ

Bundan 1447 sene evvel dünyamızı şereflendiren Hz. Muhammed(sav) kör karanlık dünyayı aydınlatan ilâhî bir nurdur. Bu nur, ışığını son ilâhî kitap olan Kur'an'dan almıştır. O, cahiliye karanlığının üzerine bir güneş gibi doğmuş, ezilenler için yepyeni bir hayatın müjdecisi olmuştur. Diri diri toprağa gömülen kızlarımız onunla yeniden hayat bulmuştur.
Hz. Âdem'le başlayan peygamberlik müessesesi onunla son bulmuştur. O, âlemlerin Rabbinin "Habibim" dediği bir fazilet abidesidir. O, rahmet denizlerinde kıymetli bir inci tanesidir. O, hayatı boyunca yapmadığını söylememiş, söylediğini öncelikle kendisi tatbik etmiştir. Yaşadığı süre boyunca ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa rıza göstermiştir.
Peygamber Efendimiz çevresindekilere her zaman güven telkin etmiştir. Onun azılı düşmanları bile güvenini kazanmıştır. O verdiği sözde daima durmuş, hiç kimseyi kandırmamıştır. Onun içindir ki kendisine "Muhammed'ül Emin" denilmiştir. O hiçbir zaman hak ve adalet yolundan ayrılmamıştır. Ruhunu vahiyle yıkayan Resulullah takva konusunda en güzel örnek olmuştur. Fakat bazılarının söyledikleri gibi o diğer insanlardan çok da farklı ve uç bir hayat yaşamamıştır. O da herkes gibi acıkınca yemiş, üzülünce ağlamış, uykusu gelince uyumuş, neticede insanî bir hayat sürmüştür. Fakat o, Kur'anî hakikatleri yaşama konusunda daima ısrarcı olmuştur. Aişe validemiz, Allah’ın Elçisi hakkında bilgi isteyenlere, “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâki Kur’an idi” cevabını vermiştir.
Peygamberlere iman, inancımızın manifestosu olan amentünün esaslarından biridir. Bizler ilk peygamber Hz. Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed(sav)'e kadar bütün hak peygamberlere gönülden inanır ve onları içtenlikle severiz. Onların getirmiş oldukları kitaplara ve suhuflara(sahifelere) inanırız. Onların getirmiş olduğu kitapların bozulmamış hallerini kabul ederiz. Bu bizim inancımızın ve Müslümanlığımızın gereklerinden biridir.
Sevginin maddeye yenildiği, ikiyüzlülüğün revaçta olduğu talihsiz bir çağda yaşıyoruz. İnsanlık dost yerine, sürekli mal biriktiriyor. Doyumsuzluk ruhlarımızı kemiren tedavisi güç bir illet. Onun içindir ki biriktirdiklerimiz bizi mutlu etmiyor. Çünkü mutluluk biriktirmekle değil, eldekileri paylaşmakla elde edilebilir. Keşke bu gerçeği idrak edebilsek.
Sahabeler döneminde insanlar kıt kanaat geçinmeye çalışsalar da bugünkü zengin insanlardan çok daha mutluydular. Zira onlar öncelikle manevî açlıklarını muhabbetle gidermişlerdi. Onlar muhacirlere gönüllü ensar olmuşlardı. Ellerinde her ne varsa tasadduk etmişlerdi. Onlar velinimetleri olan peygamberlerini anne-babalarından ve evlâtlarından daha çok sevmişlerdi. Bu özellikleri dolayısıyla gerçek mutluluğa kavuşmuşlardı.
Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Muhammed(sav), ümmetinin dertleriyle dertlenmiş, onların kurtuluşu için Rabbine yakarmıştır. O, ümmetini nasıl içten sevmişse ümmeti de onu yürekten sevmiştir. İnsanlığın gözbebeği olan Peygamberimiz çok geniş bir muhabbet halkasına sahiptir. Bugüne kadar hiçbir fâni onun kadar sevilmemiştir. Onu yürekten sevenler gerçek sevginin doyumsuz hazzını tatma bahtiyarlığına erişmişlerdir.
Üstad Necip Fazıl, hiç eskimeyen Çile şiir kitabındaki "Peygamber" adlı şiirinde onu şöyle anlatır: "Sen, fikir kadar güzel;/Ve tek, birden daha tek!/Itrını süzmüş ezel;/Bal sensin, varlık petek...//Sensin ölüme hisar;/Bâkisi hep inkisar../Sar bizi, çepçevre sar,/Rahmet rüzgârı etek!.." Aynı Necip Fazıl, Peygamberimiz için yazmış olduğu "Esselâm" adlı şiir kitabında onu şöyle tavsif eder: "Yok bile yokken O vardı;/O bir nur... Ki mutlak saffet/Âdem, Allah'a yalvardı;/O nur için beni affet!//Âdem'in alnında bir nur;/Derken öbür Peygamberde/Âyet ki, çıplak okunur;/Ne bir harf, ne zarf, ne perde//Geçti bilmem kaç nesilden,/O nur, İlâhi daire.../İbrahim'den İsmail'den,/Vesaire vesaire...//O nur, o nur, elde sancak;/Aktarılır, nebî nebî/Bir beklenen var ki, ancak,/Nurun ezelden sahibi...//Nur sırdır, ışık üstü sır;/Vurduğu eşya gölgesiz/Onsuz insan kör ve sağır;/Ülkeler onsuz, ülkesiz/Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi/Nur, fezayı tutan çember,/Ondan gelip O'na geldi"
Bugün gönüllerimiz sevgisizlikten seraba dönmüş vaziyettedir. Midelerimizi tıka basa doldursak da gönüllerimiz sevgi açlığı çekmektedir. Neredeyse bütün insanlığın manevî bakımdan can çekiştiği bir çağda muhabbet-i nebi'nin hasretiyle yanıyoruz. Zira gönüller ancak onun aşkıyla ve muhabbetiyle mutmain olabilir. "Muhabbetten Muhammed oldu hasıl,/Muhammed’siz muhabbetten ne hasıl?" ifadeleri bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Milletimiz tarih boyunca her dönemde Peygamber Efendimizi canından çok sevmiş, onun getirdiği İslâm dinini insanlığa yaymak ve Kur'an-ı Kerim'i hayata hakim kılmak için canını bile seve seve verebilmiştir. Çünkü onlar peygamberi sevmenin Allah'ı sevmenin işareti olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kutsal kitabımız bunu şu ayette açıkça dile getiriyordu: “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe Sûresi, 24)
Rahmeten Lil Âlemin olan Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki; “Üç şey var ki, bunlar kimde bulunursa, o kişi, imanın tatlılığını bulur. Bunlar, kişinin Allah ve Resulünü başka her şeyden fazlasıyla sevmesi, birini ancak Allah için sevmesi, küfre dönmeyi ateşe atılmayı çirkin gördüğü gibi çirkin görmesidir.” (Buhari İman, 12)Ashab-ı Kiram'ın Resulullah'a duyduğu derin sevgi ve aşk Rabbimiz tarafından da dillendirilmiştir. “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.” (Ahzab, 6)ayeti buna delildir.
Peygamberi sevmek öyle kuru lafla olabilecek kadar basit bir iş değildir. Onu sevmenin işaretleri ve ağır bedelleri vardır. Onu seven her şeyden önce onun davetine icabet eder, bu da ancak ona iman etmekle ve şeksiz teslimiyetle olur. Onu sevdiğimizi göstermek için sünnet-i seniyyesine de uymalıyız. Yine onun sevdiklerini sevmeli, sevmediklerini de sevmemeliyiz. Onun örnek ahlâkını hayatımıza taşımalıyız. Onun sözlerine her şeyden çok değer vererek emrettiklerine uymalı, nehyettiklerinden de mutlaka uzak durmalıyız.
Peygamberimizin deyimiyle İslâm'ı yaşamada ve yaşatmada her biri gökteki yıldızlar gibi olan sahabenin peygamber sevgisi dillere destandır. Kadınından erkeğine, büyüğünden küçüğüne kadar bütün sahabeler ona aşkla bağlanmış, tabir caizse bir sözünü iki etmemişlerdir. Kişi güzel hasletleriyle tanıdığını ve emin bulduğunu daha çok sever. Ashab da peygamberinde bütün emsalsiz güzellikleri bir arada bulduğu için onu karşılıksız sevmişlerdir. Ashabın Hz. Muhammed(sav) sevgisi çeşitli örnek hadiselerle temayüz etmiştir.
Allah'tan aldığı emirleri bizlere tebliğ eden peygamberimizi sevmek aslında bir keyfiyet değil, aksine bir mecburiyettir. Çünkü Müslüman olduğunu söyleyen insan, onu sevmekle ve getirdiği hükümlere uymakla mükelleftir. Onu dünyanın içindekilerden daha çok sevmek zorundayız. Aksi halde gerçek mümin olamayız. Sahabenin Hz. Muhammed(sav) sevgisiyle ilgili birçok örnek kıssa vardır. Hz. Ömer'in Resulullh'la arasında geçen şu diyalog bu konuda bize fikir vermektedir: "Hz. Ömer (ra): - Ey Allah’ın Resûlü! Kendim hariç seni her şeyden çok seviyorum, deyince Hz. Peygamber: - Olmadı, canından da çok sevmedikçe mümin olamazsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): - Seni canımdan da fazla seviyorum, deyince Resûlullah: - İşte şimdi oldu ya Ömer, buyurdu."
İslâm'a can suyu veren dört halifenin peygamberimize duyduğu sevgi ve muhabbet çok büyüktür. İşte buna güzel bir misal... Dört halifenin ilki olan Hz. Ebû Bekir (ra) bir gün müşrikler tarafından öldüresiye dövülür. Öyle sert bir şekilde dövülmüştür ki ölüm tehlikesi vardır. Ölümle yüz yüze gelen bu peygamber dostu, daha gözünü ilk açtığında Resûlullah’ı sormuştur. Açlığını ve acılarını unutmuş, Peygamberin ahvalini merak etmiştir. Hz. Ebû Bekir (ra) ancak günün sonuna doğru kendine gelip konuşabilmiş ve “Resûlullah (sas) ne yapıyor? Ne haldedir? Müşrikler ona dil uzatmaya ve hakaret etmeye başlamışlardı!” deyip durmuştu. Annesi Ümmü’l-Hayr, Hz. Ebû Bekir’e (ra): “Bir şey yesen, içsen!” deyip duruyor, Hz. Ebû Bekir (ra) ise: “Resûlullah (sas) ne yapıyor? Ne haldedir?” diyordu.
Büyük İslâm kumandanı Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- da içinde Resulullah Efendimizin mübârek saç ve sakalı bulunan sarığı yere düştüğünde, kâfirlerin ona basmaması için kendisini korkusuzca düşman askerlerinin içine atmıştı. (Taberânî, Kebîr, IV, 122)
Müşriklerin keskin nişancılarından Malik b. Züheyr, nişan alarak Resûlullah'a bir ok atmıştı. Talha b. Ubeydullah (ra), okun Resûlullah’a isabet edeceğini anlayınca, onu korumak için tereddüt etmeden elini oka karşı tutmuş, ok parmağına değip elini çolak yapmıştı.
Dinar oğullarından Sümeyra Hatun'un iki oğlu Numan b. Abdi Amr ve Süleym b. Haris ile kocası, kardeşi ve babası Uhud’da şehit olmuşlardı. Bunların şehit oldukları kendisine haber verildiği zaman, Sümeyra Hatun: “Resûlullah Aleyhisselâm ne yapıyor? Nasıldır?” diye sormuştu. Ona: “Ey filanın anası! O iyidir, Allah’a hamd olsun, senin istediğin gibidir!” dediler. Sümeyra Hatun: “Onu bana gösteriniz de, ona bir bakayım?” dedi. Sümeyra Hatun'a, Peygamberimizi işaretle gösterdiler. Peygamberimizi görünce: “Senden (Sen sağ olduktan) sonra, her musibet bizim için hiçtir, önemsizdir!” dedi.
İslâm tarihi, peygamber sevgisiyle ilgili örnek yaşantılarla doludur. Peygamber sevgisinin ve teslimiyetinin en güzel örneklerinden birini Bedir Muharebesi öncesi Sa’d bin Muâz’ın şu sözle¬rinde görüyoruz: “Yâ Re¬sû¬lal¬lah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Getirdiklerinin hak olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek için de sana kesin söz verdik. Yâ Re¬sû¬lal¬lah! Nasıl isterseniz öyle yapınız. Seni hak ile gönderen Allah’a ye¬min ederim ki, bize denizi gösterip de dalsan, hiçbirimiz geri kalmaksızın se¬ninle birlikte dalarız!”
Sahabeler döneminde yaşanan ve peygamberi sevmenin ne türlü fedakârlıklara göğüs germek olduğunu anlatan bir başka anekdot daha vardır: "Zeyd (ra) öldürülmek için ortaya getirildiğinde, Ebû Süfyan ona, “Ey Zeyd! Allah adına söyle, istemez miydin ki, senin yerinde şimdi Muhammed olaydı da, biz O’nun boynunu vuraydık. Sen ise ailenle olaydın.” dedi. Zeyd (ra) de, “Allah’a yemin ederim ki, ben ailemin arasında olayım da Muhammed’in ayağına bir diken bile batsın istemem.” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, “Ben, arkadaşlarının Muhammed’i sevdikleri gibi bir sevgi görmedim.” dedi. Sonra Nistas, Zeyd’i (ra) öldürdü."
Vaktiyle bir sahabî Allah Resûlü’ne gelmiş ve onu üzüntülere gark eden şu endişesini dile getirmiştir: - Ey Allah’ın Elçisi! Ben seni kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Evimde iken seni hatırlıyor, hasretine dayanamadığım için hemen gelip görüyor, yüzüne bakıyorum. Senin ve benim ölümümü düşündüm. Anladım ki, sen öldüğünde ve cennete girdiğinde peygamberlere mahsus yüce makamlarda bulunacaksın. Ben ise cennete girdiğimde seni göremeyeceğimden korkuyorum! Resûlallah (sas) ona bir şey söylemedi. Birazdan Hz. Peygambere (sas) Nisa Sûresi'nin 69. âyeti nazil oldu. Resûlullah (sas) “Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” mealindeki âyet-i kerimeyi sahabeye okudu ve onun için dua etti.
İslâm tarihinde peygamber sevgisiyle ilgili kıssalardan biri de şudur: "Peygamber Efendimiz (sav) vefatından önce herkesi toplayarak 'Kime karşı haksızlık yapmışsam burada söylesin' dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Sahabe-i Kiram'dan Ukkaşe kalkarak kendisinin bir savaştan sonra gaziler arasında olduğunu belirterek, 'Develerin yan yana gelmesiyle devemden inip ayağınızı öpmek istedim. Bu sırada bana değnekle vurdunuz. Bana mı vurmak istediniz deveye mi bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sav) 'Ey Ukkaşe sana vurmaktan Allah'a sığınırım' dedi. Ama madem sen öyle dedin al sopa, sende benim sırtıma vur deyince Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali; Efendimizin(sav) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin "Hakkını bizden al" deyip engel olmak istediler. Bunun üzerine Peygamberimiz(sav) buna izin vermedi ve sırtını açtı. Ukkaşe bu manzara karşısında hemen Peygamberimizin sırtındaki mührü öperek "Canım sana feda olsun ya Resulallah!" dedi.
Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa bile bunlar peygamberimizi ve ona duyulan sevgiyi anlatmaya yetmez. Onun büyüklüğü karşısında her ne söylesek cılız kalır. Ahir zaman ümmetinden olmak imtihan açısından zor olsa da, onun ümmetinden olmak bize verilen en büyük manevî hediyedir. O yüzden bizleri ona ümmet kılan Allah'a ne kadar şükretsek azdır.

AYYÜZLÜ RESULE HİTABIMDIR
M.NİHAT MALKOÇ

Bedbahtım; zamanın köhnesinde yaşamaya mecbur olduğum için
Bedbahtım; senin saadet asrından ve nur ikliminden uzak kaldığım için
Bedbahtım; hakikat güneşinin altında nefsimin buzlarını eritemediğim için
Bedbahtım; nurunla cilalanamadığım ve varlığında yok olamadığım için
Bedbahtım; senin iman göğünde sönük de olsa bir yıldız olamadığım için
Bedbahtım; ayaklarının değdiği kızgın kum tanelerine yüzümü süremediğim için
Bedbahtım; arkanda el bağlayıp Hakk’a yönelen cemaatine dâhil olamadığım için
Bedbahtım; fezayı kuşatan mübarek dualarına yürekten ‘âmin’ diyemediğim için
Bedbahtım; gönül pervazlarına konup adını terennüm eden bir ak güvercin olamadığım için
Bedbahtım; yüreğim hicret duygularının sancısıyla kıvranıyor, doğranıyor şimdi…

Sen gidince; güneşin ziyası değmez oldu üstümüze, yıldızlar iyice kıstı o berrak ışığını
Sen gidince; yeşilin büyüsü siyahın mateminde eriyip buz kesildi ebemkuşağı
Sen gidince; dindi rahmet yağmurları, kirlendi gönül evimiz, tarumar oldu hanemiz
Sen gidince; kanadı kırıldı yetimlerin, yüreği burkuldu gariplerin ve mazlumların
Sen gidince; çağların üstüne kâbus misali kalın bir paçavra örtüldü, yırtıldı perdeler…
Sen gidince; riya, inkâr ve hıyanet altın devrini yaşamaya başladı toz duman içinde
Sen gidince; ümmetinle birlikte Hira Dağı da gözyaşı döktü buz tutan eteklerine
Sen gidince; zamanın bağrına düştü ateş, sessizliğin çığlığı tuttu yedi kat göğü
Sen gidince; çıkmaz oldu Bilâl-i Habeşilerin yanık sesi, yas tuttu arşın direği minareler
Sen gidince; düşmez oldu cemreler toprağa, hayat hayatını kaybetti her dem nefes alsak da…

Ey Sevgili; şimdi bir yağmur damlacığında berraklaşıp düş, kavrulan gönül çölümüze
Ey Sevgili; yoluna revan olanların safında yer almak bahtiyarlığın tarifsiz şahikasıdır
Ey Sevgili; senin rayihana muhtacız, suretine ve siretine hasrettir gönül gözlerimiz
Ey Sevgili; hasretin dayanılmaz oldu gayri, doğ ne olur güneş olup kararan göğümüze
Ey Sevgili; yaratılan cümle mevcudat senin bitimsiz aşkına Kerem olmuştur
Ey Sevgili; cismine hayran, yoluna kurban olduğum, gül yaprağına sinmiş teninin kokusu
Ey Sevgili; sensizliğin gurbetinde mahkûm duygularım; Muhammed’im, can Ahmed’im…
Ey Sevgili; sensin mevsimlerin ilkbaharı, rüzgârların kıbleden eseni, cennetin müjdecisi
Ey Sevgili; Miraç gecesi sana açılmıştı yedi kat gökler, sidretül müntehaya değmişti başın
Ey Sevgili; sürmeli gözlerinden süzülen şehla bakışlar, ateşe duvar olur ruz-i mahşerde

En Sevgili; senin nurun güneşin aydınlığını bile gölgede bıraktı, bulutlar sana ağladı
En Sevgili; aşkınla, hasretinle, eleminle yanmayan yürekler yüktür tarumar sinelerde
En Sevgili; güllerin nebisi, nebilerin gülü, hakikat güneşinin süveydaya düşen gölgesi
En Sevgili; hissiz, sevgisiz, muhabbetsiz, aşksız gönülleri aydınlatan ışıksın sen…
En Sevgili; acizdir kalemler, seni anlatmaya muktedir değil şair, kâğıtlar yetmez methine
En Sevgili; bir gece, tek bir gece rüyalarıma misafir ol, doyasıya seyredeyim o gül cemalini
En Sevgili; içimizi yakar müşfik bakışların, kalp göğünden doğar gül yüzlü hayalin
En Sevgili; gül kokusunu senden alır, herkes sana hayran kalır, sana dönen yolu bulur
En Sevgili; göklere adın yazılıdır, senden alır yıldızlar ışığını, bulutlar rahmetini…
En Sevgili; nurun dolar gönül hanemize, ağarır tan vakti karanlığın koynundaki düşlerimiz

Hasretim; payıma düşmeyen o doyumsuz sevdanın her dirhemine nefes kadar…
Hasretim; kıpkızıl güneşin kavurucu sıcağında şefkatli gölgenin altında serinlemeye
Hasretim; ashabın seni yücelten ve gök kubbeye sığmayan sınırsız sevgisine
Hasretim; nefreti silip süpüren aşk iklimine, engin hoşgörüne ve şiddetin panzehiri sevgine…
Hasretim; hasat mevsiminde ağırlaşan başağını yere eğen buğday misali ağır başlılığına
Hasretim; hıçkırıklardan tebessümler çıkaran, umarsızlığı umuda dönüştüren duruşuna
Hasretim; seherlerde gül dalı işlemeli seccadelerde Allah’a dönüp yakaran titrek sesine
Hasretim; yağmalanan duygularımızı, cam kırıkları arasından toplayıp kalbimize serpişine
Hasretim; bir kılını koca dünyayla değişmediğim saçının her bir teline, ahirine, evveline…
Hasretim; nurdan cemaline, erişilmez kemaline, anlatılmaz ahvaline, ikbaline, her şeyine…

Dön artık; serpildi nifak ağacı, günahlar boyumuzu aştı, hakikat yuvadan uçtu
Dön artık; kurudu pınar başları, akmaz oldu nurlu oluklardan hayat suyu
Dön artık; gayya çukurlarından temenna dileyenler uyansın gaflet uykularından
Dön artık; Kisra saraylarındaki sütunları yeniden imar ediyor asrın Ebu Cehilleri
Dön artık; ayağa kaldır zulmün önünde diz çökmüş ümmetini, bir kez ruhundan üfle
Dön artık; bitsin gönül gurbetleri, dinsin hüzün sağanağı, kanatlansın yetim hissiyatımız
Dön artık; merhem ol yaralanmış bilinçlerimize; sula, kuruyan gönül pınarlarımızı
Dön artık; şafaklarımız hüzne boğulmasın, dağıt ruhumuzda çöreklenen karanlığı
Dön artık; gecelerin efkârı bitirdi bizi, dinmiyor kalbimizi saran o yetim sızı
Dön artık; haybeye kürek çeken ellerimiz, hakikat mumunun fitilini tutuştursun

Gel ki; dinsin yüreklerin sızısı, kırılsın hakikati tersyüz eden kiralık kalemler
Gel ki; yeşersin dualar, can bulsun ahların gökleri kuşattığı raddede uhrevi arzular
Gel ki; hüznün alevleri sönsün rahmet damlalarının çepeçevre kuşattığı yerde
Gel ki; esrik düşünceler can suyuyla çelikleşsin, diri kalsın biteviye
Gel ki; hayra tebdil olsun serencamımız, yol alsın bulutlara, buharlaşsın gamımız
Gel ki; durulsun hercai duygularımız, hedefini bulsun taş yerine attığımız gonca güller
Gel ki; tek bedende toplansın cümle canlar, yetim kalmasın minarelerde ezanlar
Gel ki; ihtiraslar dinsin, sabrın ve şükrün bayrağı dalgalansın ruhun maviliklerinde
Gel ki; açılsın üzeri is bağlamış, duvarlara çivilenmiş, ölülere adanmış nurlu sahifeler
Gel ki; hafiflesin serçelerin kanatlarına yüklenen kurşundan ağır yükler…

Sen ki; gönül bahçelerimizin solmayan gülüydün, dikenlerin ensesinde açan
Sen ki; putların taşlardan çok olduğu bir Mekke gecesinin alacakaranlığına doğmuştun
Sen ki; çaresizlerin çaresi, umarsızların gözyaşlarını silen şefkat ve umut eliydin
Sen ki; karakışlarımıza baharın gülen yüzünü nakşettin, diriliş muştusuydu getirdiklerin
Sen ki; paçavralar altında kıvranan ve ruhuna prangalar vurulan kimsesizlerin kimsesiydin.
Sen ki; bir damla gözyaşında okyanuslar saklardın, kirlenen hislerimizi paklardın
Sen ki; kâinat kitabının içine sığdıramadığı, bulutların kıyıp da yağdıramadığı nursun
Sen ki; korunaktın, limandın imanımızı sakladığımız, küfrün kalelerini yokladığımız…
Sen ki; yüreklere altın yaldızla işlenen suretinle, adınla kalp tahtının güçlü padişahıydın
Sen ki; naatlarımızı anlamlandıran, sözü kıymetli kılan, mana eriydin berzahımızda

Sensiz daralıyor yürek denizlerimizin kararan ufukları, fırtınalar dinmiyor ateş deryalarında
Sensiz daralıyor asumanın nefesleri, büküyor boynunu kutlu bahçedeki peygamber çiçekleri
Sensiz daralıyor vakit, yanıyor muhayyel saraylarım, intizara gömülüyor alevden âhlarım
Sensiz daralıyor görüş alanım, fırtınalarda inciniyor, kırılıyor ipekten kanatlarım…
Sensiz daralıyor kalbimizin saçakları, uhrevi bakışın yakıyor kirpiklerimi, soluyor gamzelerim
Sensiz daralıyor yürek dağlarım, leyli düşünceler kurşuna diziliyor, eşkıyalar çalıyor hislerimi
Sensiz daralıyor mevsimlerin soluğu, çatlıyor tohum, çürüyor olgunlaşan meyveler dallarında
Sensiz daralıyor göğüs kafeslerimiz, şehrayinler karanlığa el pençe divan duruyor sabahlarda
Sensiz daralıyor gönül kıyılarım, sadağında paslanıyor oklar, kumlar şimdi kırgındır denize
Sensiz daralıyor sesimizin değdiği coğrafyanın nazenin ervahı, kül oluyor coşkumuz tende

Ey gölgesi fecre kadar uzayan, melali aynalara yansıyan güzel, karanlığımıza hükmet!..
Ey gökleri gezen seyyah, uğra bizim de iklimimize, damıt ve dağıt içimizdeki hüzünleri
Ey gönüllere köprü olan, kin köprülerini yıkan dost, dökülmesin umut ağacımızın yaprakları
Ey ilham pınarlarının eşsiz kaynağı, esirgeme can suyunu, serp çatlayan yüreğimize
Ey korkularımızı silip süpüren, sol yanımda taşıyorum alev parçasına dönüşen yokluğunu
Ey bereketli yağmurlarla gelen nur damlası, çölleşen gönül atlasımıza ruhundan can ver
Ey gönüllerin mümbit topraklarında açan yetim gül, çağlasın nehirlerin her kum tanesinde
Ey göklerdeki yıldızları devşiren nurlu elçi, ışığını gönder kapkaranlık atmosferimize
Ey varlığı yoklukta bulan sevgili, gözlerin çağırsın beni dar vakitlerde gönül hapsine
Ey tarihin gülen talihi, götür hülyalarımızı teslim eyle sözün çoğalan keremine…

Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah!...Esselatü Vesselamü Aleyke ya Habiballah!

HİCRET KUŞLARI YAHUT “GÖKLER DE AĞLIYORDU”
M.NİHAT MALKOÇ

Hicran hicran olalı bu kadar yaralamamıştı yürekleri… Mekke gökleri bu kadar gözyaşı dökmemişti çöllerin yanık bağrına. Toprağın nabzı hiç bu kadar şiddetli atmamıştı bugüne kadar... Kutsal belde hiç bu kadar telaşlanmamıştı. “Âh Mekke…” diyordu güzeller güzeli… “Âh Mekke!… Mecbur kalmasam seni hiç terk eder miydim?” O böyle dedikçe şehrin iniltileri ve sancıları daha bir çoğalıyordu sanki… Mekke can Resul’ünü bırakmak istemiyordu. Sevgililer sevgilisinin gölgesiyle aydınlanıyordu toprağın bağrı… Uhut Dağı yürekleri dağlayan hicret haberinden sarsılmış, taşların ağlayışı çöllerden yankılanmıştı sanki… Dağların taştan kalbi yumuşamıştı ama müşriklerin kalbi bir türlü yumuşamamıştı.
Ufukta göç alametleri vardı besbelli… Büyümek, çoğalmak için hicret şart olmuştu bu sefer… Resulullah yol arkadaşı arıyordu kendisine. Can parçası olacak, umutlarını çoğaltacak, kalbi kalbiyle çarpacak dost arıyordu candan öte… Ölümü bir yudum su misali kana kana içebilecek cesarette yoldaş arıyordu kutlu ufuklara ilerlerken… Bir dağ misali ileri atılıyordu İslam’ın bayraktarı Ebu Bekir… “Anam ve babam, mal ve canım, cümlesi yoluna feda olsun; ya Resulullah!... Bu şerefli hizmete ben kulunu kabul eyle…” diye yalvarıyordu adeta.
Ona yoldaş olmak, onunla aynı havayı teneffüs etmek, onun baktığı yerlere bakmak, onun aktığı yerlere akmak, onun bastığı yerlere basmak şerefti İslam’ın belkemiği ve iskeleti Ebu Bekir için… O ki kâinatın yaratılışına en büyük vesileydi. Allah’ın habibiydi, kâinatın ak nuruydu. Yeryüzünde Muhammed, gökyüzünde Ahmet’ti O… Şiddetli fırtınalardan emin olmak için güvenli bir limandı, kutlu bir sığınaktı. Karanlık gecelerde gökte parlayan bir kandildi. Kapkara bulutları dağıtan, kanatları billurdan bir rüzgârdı. Müstesna bir insandı o…
Ona yâr ve diyar olmak inananlar için en büyük bahtiyarlıktı şüphesiz… Kalbi İslam için atan ve daha sonra Resul-i Ekrem tarafından “Sıddık” olarak tavsif edilecek olan Ebu Bekir’in kalbinde besleyip büyüttüğü Resul aşkı dağlardan daha yüceydi. Onunla olduğu zamanlar en mutlu anlarıydı. Resulullah’ın kimi kendine yol arkadaşı olarak kabul edeceğini çok merak ediyordu bu yüzden. Tertemiz kalbi göğüs kafesinden çıkacak gibi oluyordu Ebu Bekir’in... İçi içine sığmıyordu besbelli… Kâinatın Efendisi’nin mübarek dudaklarından “Seni yol arkadaşı olarak kabul ettim” sözleri dökülünce Ebubekir’in nur saçan gözlerinden iri bir damla yerçekimine teslim oluyordu. Onu diğer tuzlu damlalar izliyordu peşi sıra…
Müşrikler, Efendimizin mübarek vücudunu ortadan kaldırmayı hesap ediyorlardı. Plan üstüne plan yapıyorlardı bu yüzden. Korkunç bir planla Allah’ın sevgilisinin vücudunu ortadan kaldıracaklardı. Dâru’n Nedve’nin tüyler ürperten planı işlemeye başlamıştı bile. “Kureyş’in bütün kollarından birer temsilci seçelim. Bunlar aynı anda hücum edip Muhammed (sav)’i bir hamlede öldürsünler. Kimin vurduğu, kimin darbesiyle öldüğü belli olmasın. Böylece kanı bütün Kureyş kabilesine dağılsın, Hâşimîler bütün Kureyş kollarına karşı çıkamayacaklarından kan davasına da kalkışamazlar. Çaresiz diyete (kan bedeline) razı olurlar. Bu iş böylece kapanır...” diyorlardı. Bu düşüncelerle kırk yeminli kişi seçip toplantıyı bitirdiler. Cebrail Allah’ın emriyle bu gizli ve korkunç planı Resulullah’a aktardı hemen…
Gayri göçmekten başka çıkar yol kalmamıştı. İslamiyet’in daha geniş bir sahaya yayılması için bu gerekliydi. “Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!” ilahi emri gelmişti bu kutlu yolculuğa çıkacak olan büyük insana. O da bu kutlu emir üzerine Hz. Ali’yi yanına çağırıp “Yatağımda bu gece yat uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir” demişti ona. Herkes gibi Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın da bir hesabı ve planı vardı. Onun hesabı hainlerin hesabını bozmaya muktedirdi üstelik… Fakat gaflet ve dalalet denizlerinde yüzen şaşkınlar bunu bir türlü anlayamıyorlardı.
Cahiliye kalıntısı yoz müşriklerin gözünü kin ve nefret bürümüştü. Resulullah’ın mübarek bedenini ortadan kaldırma planları işlemeye başlamıştı. Bu sebeple, ortalık kararınca, Kureyş’in seçme canileri evin etrafını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp öldüreceklerdi Resulullah’ı... Böylece İslam’ın parlak ışığını söndürüp inkâr vadilerinde tünemeye devam edeceklerdi. Mekke’de nice hatıraları saklı olan ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed(sav) gece yolculuğuna mecbur edilmişti. İslam’ın, yüzleri nur saçan bu iki mübarek şahsiyeti zamana notlar düşeceklerdi altın kalemlerle…
Hz. Peygamber bir avuç kum alıp, evini çeviren müşriklerin üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri canilerden her birine isabet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Resulullah (sav), gece evinden ayrıldıktan sonra Kâbe’yi tavaf etti. ‘Ey Mekke, sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana en sevimli yerisin; eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım’, dedi. Hüzünlüydü İslam’ın güneşi, yaslıydı Allah’ın son peygamberi…
Acı tatlı hatıralarını bağrında saklayan, doğup büyüdüğü mübarek topraklardan koparılıyordu Resulullah... Neydi suçu bu güzel insanın? Yaptığı iş, insanların ebedî saadetini temin etmekti sadece. Küfür ve inkâr bataklıklarında debelenenleri gaflet uykularından uyandırmak istiyordu. Ahir zaman ümmetinin cehenneme odun olmasına engel olmaktı en büyük gayesi... Bu karanlık gecenin bir de aydınlık sabahı olacağından adları gibi emindiler... O gece ay bir başka heyecanlı ve telaşlıydı şüphesiz… Peygamberin feneri olacaktı ay bu gece… Aslında ay da o gül yüzlüden alıyordu o parlak ışığını… Güneş varken ay’ın esamisi okunur muydu hiç?... Toprak döşek, taş yastıktı onlar için… Müslümanların rahatı için rahatlarını kaçırmaya razıydılar. İslam binası onların açtığı temel üzerinde yükseliyordu.
Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir’in evine vardı Resulullah… Allah’ın emri ile hicret yolculuğuna çıkacaklardı beraber... Hz. Ebû Bekir, onunla olmaktan çok mutluydu. Dört aydır dışarıya bırakmayıp, ağaç yaprakları ile beslemekte olduğu iki cins devesini işaret ederek: ‘Dilediğini seç, yâ Resulullah’ dedi. O, Allah’ın dostunun dostuydu. Ebu Bekir’in peygamber sevgisi hiçbir şeyle ölçülemezdi. O, Resulullah’ın hem kayınpederi, hem de en yakınında bulunan dava arkadaşıydı. Peygamberini canından çok severdi o… Kendinden çok önde tutardı İslam Peygamberini… Ona gelecek zararları bertaraf etmeyi kutsal görev bilirdi.
Gece olunca, her ikisi evin arka penceresinden çıktılar. Ayakkabılarını çıkarıp, ayaklarının uçlarına basarak ıssız yollardan Mekke’nin güneyine doğru ilerlediler. Bir buçuk saat mesafedeki Sevr Dağı’nın tepesindeki mağaraya vardılar. Bu onların ilk durağı olacaktı.
Yolculuk boyunca her şeyden sakınmıştı Resulullah’ı… Kendisine gelecek zarar umurunda bile değildi. Yeter ki onun kılına zarar gelmesin. Yolculukları sırasında bu mağaranın ağzına geldiklerinde önce Ebu Bekir girmek istemişti içeri... Ne olur ne olmazdı. “Yâ Resûlallah! Bir miktar sabredin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akrep cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekr’e olsun!” demişti. Böyle bir dosttu Allah’ın habibinin dostu.
Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir, mağaraya önce kendisinin girmesini önerdi Resulullah’a. Tuzakları bertaraf etmek istiyordu. Her ihtimale karşı keşif yapmaktı amacı; mağaranın dört bir yanını kontrol etmekti muradı... Zira Resulullah’ın kılına zarar gelmesine bile tahammül edemezdi. Hz. Ebu Bekir mağaradan içeri girince ne kadar mahlûk varsa deliklerine girmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir sırtından mübarek gömleğini çıkarıp, parça parça edip, o parçalarla deliklerin tamamını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultana, ‘Şimdi saadetle içeri buyurun’ diye hitap eyledi. İki cihan serveri de, besmele çekerek mağara içine girdi. Sabaha kadar orada kaldılar. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, geceleri mağaraya gelip Mekke’de olup biteni onlara anlatıyor, gün ağarmadan da Mekke’ye dönüyordu. Kölesi Âmr b. Füheyre de koyunlarını otlatırken aksamları koyunlarını Sevr dağına götürüp onlara süt veriyordu. Fakat bunlar büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu. Kureyş’in araması bitinceye kadar bu iki can dostu üç gün boyunca bu mağarada gizlendiler. Puslu havanın dağılıp güneşin doğmasını beklediler.
Sevr Dağı, dağlık Mekke şehrinin beş kilometre güney tarafında kalmaktaydı. Mağaranın kutlu misafirleri vardı. Bu yüzden bahtiyardı Sevr Mağarası… Sevr Dağı’nda bulunduğu için bu dağdan almaktaydı ismini. İki girişi vardı kutlu misafirlere ev sahipliği yapan bu mağaranın. Dışarıdan içeri bakanlar içeriyi göremese de içerden dışarı bakanlar dışarıyı görebiliyordu. Mağaraya sürünerek girilebiliyordu. Onlar da öyle yapmışlardı. Allah’ın Resulü de sürünerek girmişti bu mağaraya. Mübarek dizleri taşa toprağa değmişti. Taş ve toprak özelliklerini kaybedip süngerden yumuşak olmuştu sanki. Onun karşısında cümle mevcudat erirdi zaten. Kadem-i saadetleri değmişti taşın ve toprağın üstüne. Bunun şerefinin lezzetiyle pürneşe olmuşlardı. Onun mübarek cemalini görmek bütün varlıklar için şereflerin en büyüğüydü. Bu şerefe erişmek için cümle mevcudat birbiriyle yarışmışlardı.
Mağarada delikler vardı, kara delikler… ‘Sıddık’ sıfatıyla namlanan Hz. Ebu Bekir cübbesini, sarığını çıkarmış, gömleğini yırtıp mağaradaki delikleri birer birer tıkamıştı. Maksadı Allah Resulüne gelebilecek zararları önceden tedbir alarak bertaraf etmekti. Gömlek yetmeyince açık kalan deliği ayağıyla kapatmış, sabaha kadar o deliğin başında nöbet tutmuştu. Resulullah da mübarek uykusunu gönül rahatlığıyla uyumuştu. O uyurken Ebu Bekir’in ayağıyla kapattığı deliğe bir yılan gelmiş ve Ebu Bekir’in ayağını ısırmıştı. Yüzünün rengi atmıştı acıdan. Canı çok yanmasına rağmen o güzeller güzeli uyanmasın diye sesini çıkarmamıştı. Mübarek gözlerinden yaş gelmişti. Ebu Bekir’in gözünden akan yaşlar Resul’un yüzüne damlamıştı. O güzeller güzeli uykusundan uyanmıştı. ‘Ne oldu ya Eba Bekir’ deyince o üzülmesin diye “Bir şey yok ya Resulullah” diyerek onun bu acı haber karşısında üzülmesine gönlü razı olmamıştı. O esnada bayılmış, yere düşmüş Ebu Bekir…
O ayıldığında, Resulullah ısrar edince şunları anlatmıştı ona: “Mağarada olan delikleri bir bir tıkadım; lâkin cübbe parçası bir deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamıştım. Bir yılan, birkaç defa tabanımı soktu. Ayağımı delikten çekmeğe korktum ki, o yılan delikten dışarı çıkıp, zât-ı şerîfine bir elem verip ızdırâp eder.”
Bu sözler üzerine Resulullah ‘Onunla benim aramı aç, bırak çıksın’ buyurdu. Zehirli yılan, başını gösterdi. Hüzünlüydü ve pişmanlıktan boynunu bükmüştü. ‘Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımın ve esrarıma vâkıf olanın ayağını ısırıp eziyet etmeye Allah’tan korkup, benden hayâ etmedin mi?’ diyerek azarlayınca, yılan pişmanlıkla hüngür hüngür ağlamaya başlamış, daha sonra da büyük bir elem içerisinde dile gelip şunları söylemişti:
“Yâ Habîb-i Rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! O mübarek ismini Hz. İsa’dan duydum. İsmini duyar duymaz ismine âşık oldum. Hz. İsa dedi ki ‘Ahmet adında bir Peygamber gelecek, Sevr Mağarası’nda konaklayacak’ Ya Resûlallah özür dilerim. Senin âşıkın sadece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar da cemaline âşıktır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak, hayran ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mal ve mülkünü terk edip, âşık divanen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmiştim. O mübarek cemalini görmek istemiştim. Onun için nice zamandan beri, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrifiniz ile ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem bulayım. Böyle mesut bir zamanda, ben bu karanlık mağarada beklerken, arkadaşın mağaraya girince, sabah güneşi gibi zahir olup, devlet güneşim doğdu. Amma ne var ki, arkadaşın perde oldu güneşe. O mübarek cemalini görmek isterken Sıddık-ı Ekber’in ayakları engel oldu bana. Altı yüz seneden beri bu mağarada senin nur cemalini görmek için bekliyorum. Bu sebeple, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zaruri olarak, bu küstahlık benden vaki oldu. Cehennem kükreyip kalktığı zaman, ateşi âleme saçtığı zaman, annesi kızından kaçtığı zaman mahşer meydanında ne olur bana da şefaat eder misin ya Resulullah?”
Yılan ağlayarak ve sızlayarak, büyük bir nedamet içerisinde bunları söyleyince Hz. Muhammed(sav) de ona acıyarak onu affetti. Hazreti Ebu Bekir’in yarasına, mübarek ağızlarının suyundan sürdü. O anda acısı şifa buldu. Yılan da hasretle doya doya seyretti cemalini Resul’un… Yılan bile Resulullah’ın aşkıyla ve muhabbetiyle yanıp kavruluyordu.
Peygamber Efendimizi ve Hz. Ebû Bekir’i arayanlar, iz sürerek, nihayet Sevr’deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla: ‘Yâ Resûlallah, eğilip baksalar, bizi görecekler’ demişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: ‘Korkma, Allah’ın yardımı bizimledir’ buyurdu. Kindar takipçiler Sevr Dağı’na henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin de yuva yapıp yumurtlamıştı. Bu durumda Kureyşliler mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.
Peygamberimizin Mekke’den yola çıktığı Medine’de duyulmuştu artık... Bu yüzden Medineliler, onu karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabiulevvel Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini kesip dönmüşlerdi. Bu esnada bir iş için evinin yüksek kulesinden etrafı seyreden bir Yahudi, beyazlar giyinmiş bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu görmüş ve yüksek sesle: ‘İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor’ diye haykırmıştı. Medineliler iman hasretiyle ona koşuyorlardı.
Faran Dağları’nda açan bir güldü Resulullah… Çöllerin kalbi onun mübarek nidasıyla yeşermişti. Aşk ve muhabbet dedikleri buydu elbette. Allah’ın sevdiğini Allah için sevmek…
Zehirli yılanlar bile Resulullah’ın aşkıyla yanmıştı. Ahir zaman ümmetinin bir ferdi olarak yılanlar kadar olamadık ne yazık ki... Dünya sevgisi basiret nazarlarımızı köreltti.
Çıkıp gelse Resulullah hangimiz onu Medineliler gibi aşkla ve şevkle evimize misafir edebiliriz? Bugüne kadar yaptıklarımızı düşününce kızarır mı yüzümüz? Günah galerimiz önümüze serilse o mübarek aydınlık yüze bakmaya cesaret edebilir miyiz? Pişmanlıklarımız katmerleşip kararan ruhumuzu sıkmaz mı? Kendimizi zamanın kokuşmuşluğuna, sözde modern hayatın akışına kaptırdığımız için Resulullah’la aramızdaki muhabbet köprüsü yara almaz mı? Başka sığınacak yer olmadığı için utansak da, sıkılsak da o büyük insanın şefkat ve merhamet iklimine sığınırız. Tövbelerimiz umutsuzluk bulutlarını dağıtır. Arınmış ruhumuzla, ertelenen vuslatımız öne alınsa dünyanın en bahtiyar insanı sayarız kendimizi.
O’nu evimize götürmeye cesaret edebilir miyiz? Ebu Eyyüb El-Ensari gibi hevesle evimize buyur edebilir miyiz İslâm Güneşini? Yoksa tereddütlerimiz mi galebe çalar hissiyatımıza? Belli ki önce evimizin içler acısı manzarası geçer gözlerimizin önünden… Evvela evimizin başköşesinde duran içi renkli, ruhu kara televizyonu nereye saklayacağımızı geçiririz aklımızdan. Bununla beraber her gün aldığımız; boy boy resimler içeren, bir çuval dolusu yalan haberden ibaret kartel gazetelerini atacak çöp sepeti ararız. Fakat telaşımızdan elimizde kalır sözde renkli hayatlardan ve renkli fotoğraflardan ibaret gazeteler… Evin duvarlarının yaşadıklarımıza şahitlik yapacağını düşünüp kıpkırmızı kesiliriz orta yerde.
Yıllar evvel duvara astığımız, boşlukta dövünüp de bir türlü açıp okuma fırsatı bulamadığımız Kur’an-ı Kerim’e baktıkça utancımız ve korkumuz birbirine karışır. O Kur’an ki Resulullah’ın bize bıraktığı en büyük rehber ve emanettir. Emanet böyle mi saklanır ha!…
Çocuklarımızı Onunla tanıştırmaya utanmayacak mıyız? O çocuklar ki çoğu Kur’an okumayı bilmez. Düzenli namaz kılma alışkanlıkları yoktur. Sabahın kerahet vakitlerini uykuda geçirirler. Her sabah güneş üzerlerine doğar. Hayatlarından bereket çekilmiştir. Erkek küpe takar, kız mini giyer. Örtünmeyi çağdışı ve lüzumsuz ayrıntı olarak görürler. Maneviyat göklerindeki yıldızları çoktan sönmüştür. İslam güneşini hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.
Söyleyin, telaştan eliniz ayağınız birbirine dolanmaz mı? O mübarek insan seccade istese sizden, hanginiz hatırlar en son Kadir gecesinde kullanılan seccadenin yerini? Tespihler çoktan kaybolmuştur evin dağınıklığında. Duvarlarda boy boy asılan artist posterleri bu evde kimlerin örnek alındığını, hangi hayatların izinde gidildiğini göstermeye kâfidir herhalde...
Kütüphanelerimizde yıllarca hiç açılmadan duran ve üstü bir parmak toz bağlamış tefsir, hadis, kelam, akait ve fıkıh kitaplarını ona nasıl gösteririz. Sünnet deyince kof zihninde bıçaktan başka bir şey canlanmayan, kurtuluşu ecnebi memleketlerde arayan çocuğumuzu onunla tanıştırmaya yüzümüz tutar mı? Allah sevgisinden ve günah korkusundan ağlayıp yaş dökmeyen gözlerimizi nasıl olur da onun mübarek gözlerine değdirebiliriz? Her geçen gün heva ve heveslerimiz yüzünden kararan kalbimize onun sevgisini sığdırabilir miyiz?
Bir günlük hayatımızı gözlese, ümmetinin durumuna üzülmez mi? Onu üzen bizler nasıl olur da şefaatini talep edebiliriz? Söyleyin dostlar, O’nu misafir etmeye kaçımız hazırız?

ÇIKIP GELSE RESULULLAH!...
M.NİHAT MALKOÇ

Çıkıp gelse Resulullah!...
Hangimiz sevinç çığlıkları atmayız? Kâinatın Efendisi tekrar dünyayı şereflendirdi deseler mutluluk gözyaşlarımız çağlayan olup akar. Şüphesiz ki O’nu hepimiz bağrımıza basarız. Mübarek elini öper öper, başımıza koyarız. O gül kokusu gitmesin diye günlerce elimize ve alnımıza su değdirmeyiz. O’nu gören gözlerimiz başka bir şeye bakmak istemez.
Çıkıp gelse Resulullah!...
Bugüne kadar yaptıklarımızı düşününce kızarır mı yüzümüz? Günah galerimiz önümüze serilse o mübarek aydınlık yüze bakmaya cesaret edebilir miyiz? Pişmanlıklarımız katmerleşip kararan ruhumuzu sıkmaz mı? Kendimizi zamanın kokuşmuşluğuna, sözde modern hayatın akışına kaptırdığımız için Resulullah’la aramızdaki muhabbet köprüsü yara almaz mı? Başka sığınacak yer olmadığı için utansak da, sıkılsak da o büyük insanın şefkat ve merhamet iklimine sığınırız. Tövbelerimiz umutsuzluk bulutlarını dağıtır. Arınmış ruhumuzla, ertelenen vuslatımız öne alınsa dünyanın en bahtiyar insanı sayarız kendimizi.
Çıkıp gelse Resulullah!...
O’nu evimize götürmeye cesaret edebilir miyiz? Ebu Eyyüb El-Ensari gibi hevesle evimize buyur edebilir miyiz İslâm güneşini? Yoksa tereddütlerimiz mi galebe çalar hissiyatımıza? Belli ki önce evimizin içler acısı manzarası geçer gözlerimizin önünden… Evvela evimizin başköşesinde duran içi renkli, ruhu kara televizyonu nereye saklayacağımızı geçiririz aklımızdan. Bununla beraber her gün aldığımız; boy boy resimler içeren, bir çuval dolusu yalan haberden ibaret kartel gazetelerini atacak çöp sepeti ararız. Fakat telaşımızdan elimizde kalır sözde renkli hayatlardan ve renkli fotoğraflardan ibaret gazeteler… Evin duvarlarının yaşadıklarımıza şahitlik yapacağını düşünüp kıpkırmızı kesiliriz orta yerde.
Çıkıp gelse Resulullah!...
Yıllar evvel duvara astığımız, boşlukta dövünüp de bir türlü açıp okuma fırsatı bulamadığımız Kur’an-ı Kerim’e baktıkça utancımız ve korkumuz birbirine karışır. O Kur’an ki Resulullah’ın bize bıraktığı en büyük rehber ve emanettir. Emanet böyle mi saklanır ha!…
Çıkıp gelse Resulullah!...
Çocuklarımızı O’nunla tanıştırmaya utanmayacak mıyız? O çocuklar ki çoğu Kur’an okumayı bilmez. Düzenli namaz kılma alışkanlıkları yoktur. Sabahın kerahet vakitlerini uykuda geçirirler. Her sabah güneş üzerlerine doğar. Hayatlarından bereket çekilmiştir. Erkek küpe takar, kız mini giyer. Örtünmeyi çağdışı ve lüzumsuz ayrıntı olarak görürler. Maneviyat göklerindeki yıldızları çoktan sönmüştür. İslam güneşini hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.
Çıkıp gelse Resulullah!...
Söyleyin, telaştan eliniz ayağınız birbirine dolanmaz mı? O mübarek insan seccade istese sizden, hanginiz hatırlar en son Kadir gecesinde kullanılan seccadenin yerini? Tespihler çoktan kaybolmuştur evin dağınıklığında. Duvarlarda boy boy asılan artist posterleri bu evde kimlerin örnek alındığını, hangi hayatların izinde gidildiğini göstermeye kâfidir herhalde...
Çıkıp gelse Resulullah!...
Kütüphanelerimizde yıllarca hiç açılmadan duran ve üstü bir parmak toz bağlamış tefsir, hadis, kelam, akait ve fıkıh kitaplarını ona nasıl gösteririz. Sünnet deyince kof zihninde bıçaktan başka bir şey canlanmayan, kurtuluşu ecnebi memleketlerde arayan çocuğumuzu onunla tanıştırmaya yüzümüz tutar mı? Allah sevgisinden ve günah korkusundan ağlayıp yaş dökmeyen gözlerimizi nasıl olur da onun mübarek gözlerine değdirebiliriz? Her geçen gün heva ve heveslerimiz yüzünden kararan kalbimize onun sevgisini sığdırabilir miyiz?
Çıkıp gelse Resulullah!...
Bir günlük hayatımızı gözlese, ümmetinin durumuna üzülmez mi? Onu üzen bizler nasıl olur da şefaatini talep edebiliriz? Söyleyin dostlar, O’nu misafir etmeye kaçımız hazırız?

ÇOK ÖZLEDİK RESULULLAH!...
M.NİHAT MALKOÇ

Çok özledik Resulullah!...
Nice baharlar, nice yazlar, nice kışlar geçti üzerimizden. Zaman eskise de senin sevgin ve muhabbetin hiç eskimedi yüreğimizde. O sevgidir bizi hâlâ ayakta tutan. Rüyalarımıza girdiğin geceler hiç sabah olmasın istedik. Gecelerimizi aydınlattın nurlu suretinle. Yaralarımıza merhem oldun. Yarım kalan dualarımızı tamamladın. Sen ki canımızdan bir parçaydın. Şimdi parça bütüne hasret duyuyor. Vuslat vuslat diye yanar yürek dağlarımız. Kışın dağlarda yanar, temmuzun ortasında üşürüz senden ayrı düştüğümüzden beri.
Çok özledik Resulullah!...
Sen ki kâinatın varlık sebebiydin. Dünya senin uğruna yaratılmıştı. Senin önünde eğilmişti cümle mevcudat… Âlemlere rahmettin, yolların kesiştiği noktada kılavuzdun hakikat yolcularına. Ahlakınla en büyük modeldin bizim için… Şefaatin kuşatmıştır yerleri ve gökleri. Nurlu sancağın altında soluklanmak için müminler el açıyor Mevla’ya. Senin yokluğunda gün doğmuş, gün batmış ne fark eder. Sen Ay’dın karanlık gecelerimize. Sen güneştin buz tutan yürek dağlarına. Şimdi mahrumuz ışığından ve sıcaklığından.
Çok özledik Resulullah!...
Günler sene, saatler ay, dakikalar hafta, saniyeler en uzun gün oldu bize. Ruhların sözleri yakıp kavuran hasreti üzerinden 14 asır geçti. İçimizdeki yoksulluğu tarif etmeye yetmiyor kelimeler… Çağın buhranlar anaforunda içimizdeki çıkmazları ancak sen vuzuha kavuşturursun. Sana bağlandı yine kırılan ümitlerimiz. Senin iklimlerinde açar ancak boynu bükük güllerimiz. Sen Mekke’nin mahzun, Medine’nin mağrur gülüydün. Senin yüzün suyun hürmetine semadan ne çok melek inerdi yeryüzüne. Deva olurdun garibanın derdine.
Çok özledik Resulullah!...
Mehtaplı gecelerde yanıp sönen yıldızlardan daha berraktı mübarek yüzün… Şimdi senden uzaklarda her şey karanlıklara gömülüyor gündüzün. Nice şairler en güzel dizelerini sana ayırdı. Söz mülkü seni tavsif etmeye yetmedi. Senin yanında Bilal olamadık heyhat!... Asr-ı Saadetin doyumsuz günlerini kitaplardan okudukça keşke o zamanlar gelseydik dünyaya deyip hayıflanıyoruz. Lâkin kolay değil Ömer olmak, Ali olmak, Osman olmak, nihayetinde Ebubekir olmak… ‘Anam babam sana feda olsun’ diyebilmek için şüphesiz yanmak gerek.
Çok özledik Resulullah!...
Sen hiç kimseye nasip olmayan Mirac’ın ve gönüllerin sultanısın. Rebiyülevvel ayında kutlu doğumunla rahmetlere boğulmuştu dünyamız. Müjdeci ve kurtarıcı olarak gönderilmiştin insanî değerlerini kaybeden insanlığa. Diri diri toprağa gömülen kızlara, itilip kakılan kölelere, haysiyeti en büyük değer kabul edip onun izinde yürüyenlere ışık olmuştun. İnsanlık yaratılıştaki derin anlamını seninle bulmuştu ancak… Masmavi göklerimizde kara bulutlar dolaşıyor şimdi. Bu bulutlar fırtınanın, karın, çığın habercisi mi acaba?
Çok özledik Resulullah!...
Gönüllerimizin mahzenine nice putlar dikildi senden sonra. O putlar ki gölgesini düşürüyor senden neşet eden aydınlığımıza. İnkâr vadilerinde debelenenler, nurunu söndürmek için olanca güçleriyle üfleseler de nurun sönmeyecek bir daha… O nur, zifiri karanlıkları aydınlatmaya devam edecek inşallah… “Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe 32) ilahî hakikati tecelli edecektir muhakkak… Bizler bu müjdeyle yarınlara koşuyoruz. Bu koşuda bize güç veriyorsun. Umutlarımız bu güçle yaprak yaprak açıyor.
Çok özledik Resulullah!...
Yolunu ve nurunu özledik… Sabrını ve tahammülünü özledik. Fakirlere kol kanat germeni, mazlumların sırtını sıvazlamanı, ümmet için Allah’a yalvarmanı özledik. İnsanların insanlıktan uzaklaştığı bu köhne zamanda engin hoşgörünü, merhametini, selamını, kelâmını özledik. Sadece bizler değil, yerler ve gökler, bunların arasındaki her şey seni özledi.

GÜL BEBEK… GÜL YÜZLÜ YÂR
M.NİHAT MALKOÇ

Arap çölleri alev ateş kavruluyordu. Kızgın kumları yakan güneş, katılaşan kalpleri yakamıyordu işte… Kum taneleri kadar insaf ve izana sahip olmayan bir millet vardı bu talihsiz yarımadada… Feryatlar yükseliyordu arzdan arşa doğru… İnsanlık, geçirdiği amansız imtihanda sınıfta kalmıştı ki bir nur belirdi ufuklardan… Kâinat gebeydi, doğum sancıları çekiyordu… Bu kutlu doğum, insanlığın kaybettiği vasıflara ilticasının da habercisiydi… Titriyordu yedi gök… Sıtmaya tutulmuştu arz… Bu nuru taşımak kolay olmayacaktı onlar için… Alışılmışın dışında bir vuslattı bu… Âlemlerin âlimine kavuşması…
“Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.
Bu gelen tevhid ü irfan kanudur.”
Bu sesler ve daha niceleri muştuluyordu gelen nur çerağını… Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin hâmisiyle müşerref oluyordu âlemler… On sekiz bin âlemin Mustafa’sı yola çıkmıştı âlem-i ervahtan… Aylar paylaşamıyordu bu şerefli doğumu… Rebiülevvel bir adım öndeydi bu hususta… Kıskanıyordu diğer aylar… Keşke, keşke diyorlardı… Kutlu doğuma şahit olmak istiyordu zaman. Takvimler bu ışık sağanağını taşımakta zorlanıyorlardı. Çok ağır bir yüktü bu, taşıyanı bahtiyar eden… Hasta ruhların tabibi, yürek yanıklarının ilâhî merhemi geliyordu tedavi için. Karanlık kavşaklarda yolunu kaybeden insanlığa müjdeler getiriyordu âlemlerin elçisi… Ruhlar arınıyor, her şey sil baştan yenileniyordu.
Gökte ay ve güneş bu mübarek gelişe şahit olmak için erkenden kurulmuşlardı dünya üzerine… Amine’nin evinden etrafa yayılan ışık, ayın ve güneşin ziyasını gölgede bırakıyordu. Yırtıcılıkta sırtlanları geride bırakan beşerin kurtuluşunu müjdeliyordu bu güzel ve mübarek doğum… Artık insanlık yepyeni bir çağa, kurtuluş çağına adım atıyordu. Bu zamanın altın dilimi dünya ve içindekiler için de bir milattı. Onun gelişi arzı ve arşı nura gark ediyordu. Bulutlar rahmetini toprağa değdirmek için sabırsızlanıyorlardı. Onun ayağının değeceği taş ve toprak kendini seçilmiş sayıyordu. Böyle bir nur kuşatıyordu ufukları.
“Esselâmu Aleyke, ya Muhammed
Esselâmu Aleyke, ya Ahmed”
Öylesine büyük bir heyecanla ve avazla çınlıyordu asuman… Adı güzel, kendi güzel Muhammed dünyaya doğru mukaddes bir yolculuğa çıkmıştı. Milâttı bu vahşilikte sınır tanımayan insanlık için… Melekler adını sayıklıyordu ulu serverin… Selavatlar gök kubbede yankılanıyordu. Kubbelerden taşıyordu âminler… Kandiller yanıyordu semanın derinliklerinde… Gökyüzünde dolunay seyre dalmıştı mübarek kadın Amine’nin evini ve etrafındaki nur halelerini. Yeryüzü müstesna zamanlardan birini idrak ediyordu.
O gelmişti bir seher vakti… Yerle sema nura gark olmuştu… Mevcudat onunla müşerrefti artık, ilelebet payidar… Bir yetim gelmişti dünyaya... Sevgili babasını dünya gözüyle görmek nasip olmamıştı kendisine... Ruhlar âleminde tanışmışlardı biiznillah… Bereket dolmuştu muhterem validesinin istiratgâhına… Dünyada bir kısım gariplikler yaşanır olmuştu… Çünkü bu alelâde bir doğum değildi. Putlar tersyüz olmuştu bu gelişin heybetinden… Küfrün kaleleri yıkılmaya mahkûmdu. İnsanlık yepyeni ve apak bir sayfa açıyordu. Yürekler arınıyordu. İnkârcıların nutku tutulmuştu, şaşırıp kalmışlardı öylece…
İnsanlığın medar-ı iftiharı olacak o gül bebek doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etmişti. O, çocuk hâliyle secdede “Ümmetim, ümmetim” demişti. Doğuştan sünnetliydi ve göbeği de kesilmişti… Her hâlinde bir harikulâdelik vardı.
Yaratılanların en hayırlısı ve kâinatın efendisi, doğumuyla cihanı aydınlatmıştı. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’i zor bir istikbal bekliyordu… Çileli yollardan geçmeliydi. Buna hazırdı zaten… Rabbi onun ruhunu bunlara hazırlamıştı evvelden. Sevgili validesinin sütü yetmez olmuştu ona. Sütanne Halime’nin yanında geçen yıllar başlamıştı onun için… Bunda da bir hayır vardı elbet… Allah neylerse güzel eyler. Bizler hikmetini idrak edemeyiz.
Resulullah Efendimizin de içerisinde doğup büyüdüğü Arap yarımadasında sütannelik yaygındı. Sütü kesilen kadınlar, çocuklarını başka ailelere, annelere verir, belli bir yaşa kadar onların evinde tutarlardı. Efendimiz de sütanneye veridi. Fakat o bildiğimiz çocuklardan biri değildi. Ona sütanne olacak kişi ne kadar da bahtiyardı. Lâkin o kişi, yani Halime Hanım bu durumdan haberdar değildi önceleri. Küçük Muhammed bu eve geldikten sonra her şey ne kadar da değişmişti. Her gün değişik harikuladelikler yaşanıyordu. Bu duruma kimse anlam veremese de herkes halinden fevkalade hoşnuttu. Bolluk ve bereket, kıt kanaat geçinen Halime’nin evine taşınmıştı. Evin dört bir tarafı nurlarla bezenmişti sanki. O, diğer bebeklerden daha farklı bakıyor, gülüyor, misk ü amber kokuyordu. Güller bile Muhammed’in kokusuna gıpta ediyordu. O güller ki kokularının esrarını onun mübarek tenine borçluydular. Gelecekte ‘Güllerin Efendisi’ olacaktı o… Âlemler onunla hayat bulacaktı.
Annelerin annesi Amine’yle, gül yavrusu Medine yoluna revan olurlar… Emelleri baba yurduna vaslolup o mübarek iklimi teneffüs etmektir. Öyle de yaparlar. Babayla oğlun farlı bir âlemde vuslatıdır bu… Bu manzara yürekleri parçalar. Fakat asıl acıyı yolda annesi Amine’yi gencecik yaşında kara toprağa vermekle yaşar. Artık yetimliğinin yanında bir de öksüzlüğü kaldırmak zorundadır. Bundan sonra nurlu dedenin şefkat kanatları altındadır. Bize bir nefes kadar yakın ve bir gölge kadar uzak olan ölüm dedeyi de çekip alır rûy-i zeminden… Bu sefer de Ebu Talib yetişir yeğeninin imdadına… Sıcak yuvasının bir parçası olur.
Küçücük bir çocuğun önce babasını, sonra annesini, bu yetmiyormuş gibi kendisine kol kanat geren sevgili dedesini kaybetmesi ne kadar zor bir durumdur. Minik bir yüreğin bunca acıları kaldırması ne kadar da zordur. Fakat o müstesna bir insandı. Kendisi gelecek zaman içerisinde Allah’ın habibi olacak bir çocuk olduğu için acılar Rabbin yardımıyla hafifletilmiş, kapanan her bir kapının hemen yanında yeni kapılar açılmıştı. Yüce Yaratıcı istediğine nice güzellikler verir, istediğinden de nice nimetleri çekip alır. O her şeye kadirdir.
Bu yetim ve öksüz çocuk, kendini taşıyacak yaşa gelince harikuladelikleri iyice belirginleşir. Çevresindeki insanların hâl ve tavırları onda görülmez. Her girdiği mekânda farklılığı gözlerden kaçmaz. Lat, Uzza, Menat ve bir yığın sözde mabudun önünde diz çöken gafilleri ateşten çekip kurtarmak için irşat faaliyetlerine başlar büyük bir iştiyak ve kararlılıkla… Sırtına vurulan nübüvvet mührünün çilesine adamıştır kendini. Acıyı bal etmek ve çileye talip olmak yüce gönüllerin işi… Onun engin gönlü Hak ve hakikat için özel donatılmıştı. Rabbi onu hususi olarak terbiye etmiş, kalbinde fenadan eser bırakmamıştı.
Dünya kurulalı beri böyle bir ruh teşrif etmemişti ruy-i zemine. Geçmişten bugüne kadar onlarca peygamber gelmiş, vazifesini ifa etmiş, sonra da Hakk’ın emri gereği dünyadan göçüp gitmiştir. Fakat Hz. Muhammed(sav) bunlardan çok farklıydı. Çünkü o peygamberler zincirinin son halkasıydı. Zaman onu Muhammed’ül Emin vasfıyla taçlandırmıştı. Bundan sonra derin ilmi, kültürü, zenginliği, güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en üstünü olan Hatice’yle yolu kesişen Resulullah için yeni bir sayfa açılır. Hz. Hatice onun hâl ve hareketlerini beğenir, kendisiyle evlenir. O zaman henüz peygamber değildir. Bu izdivacın meyveleri olarak Zeynep, Rukiyye, Ümmi Gülsüm, Fatıma ve Abdullah gelir dünyaya… Sonra canından aziz bildiği mübarek torunları Hasan ve Hüseyin… Hiçbir şey ona Rabbiyle arasına girecek kadar tesir etmez. Maişetini helâl yoldan temin etmek için rızkın onda dokuzu olan ticaretin içinde bulur kendini… Dünyevî hiçbir şey ona Allah’ını unutturamaz.
Bir gün “Oku! Bütün mevcudatı yaratan Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kan pıhtısından yarattı, Oku senin Rabbin kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini bildiren kerimlerin kerimi ve ihsan sahibidir.(Alak S. / 1–5. Ayetler)” hitabıyla karşılaşınca insanlık yepyeni bir dönemece giriyordu. Risalet yıllarının habercisi olan bu kutlu hadisenin tesiri nur yüzlü Resulü yataklara düşürmüştü. Fakat insanlığın küfür bataklığına saplandığı bir demde o yatıp uyuyamazdı… Zira bu hâlde iken ilâhî ikaz hemen geliverdi: “Ey örtülere bürünüp yatan! Kalk inzâr eyle ve Rabbini tekbir et “ (Müddessir S. 1–3.Ayetler)

Resulullah Efendimize gelen ilk ayetler onun şahsında aslında bütün insanlığa okumayı emrediyordu. Bu asla tesadüf değildi. “Oku” ifadesi sadece harflerden oluşan yazıyı kapsamıyordu şüphesiz. Kâinatın varlığını tefekkür etme, âlemlerin Rabbinin yarattıklarından yola çıkarak onun büyüklüğünü tasdik etme de aslında ‘Oku’ ifadesinin kapsamına dâhildi. Uzun sürecek çileli yılların başlangıcıydı bu ilâhî ferman... Sonra ayetler yağmur gibi, şimşek gibi, kasırga gibi ardı ardına gelmeye başladı: “-Sana emrolunan şeyi açıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma” (Hicr/94)…Kolay değildi bu ağır yükü sırtlamak…
Onca yıllar tebliğle geçti… Müşrikler her geçen gün şiddet ve nefret sağanağını kasırgaya dönüştürdüler. O ‘gül yüzlü yâr’a yapmadıkları eziyet ve kötülük kalmadı. Onu sürekli tahkir ve taciz ettiler. Bunun yanında nur halkası da her şeye rağmen genişliyordu. İslâm güneşi, küfrün kara bulutlarını bertaraf ederek Hakk’a ve hakikate inanan, bu uğurda canlarını Hakk’a kurban eden cengâver müminlerin üzerine doğuyordu. Atalarının batıl itikatları üzere yaşamakta ısrar edenler, o güzeller güzeline yapmadık eza ve cefa bırakmadılar. Onu Hak yoldan döndürmek için bin dereden su getirdiler… Fakat hiçbir şey o nurlu elçiyi tebliğ vazifesinden döndüremedi. O nihaî sözünü bütün insanlığa haykırarak söyledi: “Bir elime güneşi, öteki elime ayı verseniz yine de bu davadan vazgeçmem”
Her şeyiyle İslâm’a teslim olan müminlerin kanı küffarın paslı kılıçlarıyla sular seller gibi aktı. Fakat onlar mezra hükmündeki bu geçici dünyada canlarıyla ebediliği kazandılar. Allah onların canlarını Cennetteki köşkler karşılığında satın aldı. Bu ne kârlı ve mübarek bir alışveriştir. Bir zamanlar köle olan Bilâlların yanık sesi Mekke semalarını çınlattı. Gökler açıldı Resul için… Rabbiyle vuslatı bir lütuftu onun için… Bütün delillere, onca mucizeye rağmen müşrikler küfürde ısrar ederler. Kâfirlerin kalpleri bir türlü yumuşamaz. Müslümanlar için ufuklar açılmaz olur. Dinmek bilmeyen zulüm ve inkâr, Mekke’yi yaşanmaz hâle getirir… Göçten başka yapılacak şey de kalmaz. Onlar da Resulullah’ın öncülüğünde Medine’ye hicret etmek için yola revan olurlar. Ensar ve Muhacirler Medine’de kardeşliğin en güzel numunesini sergileyerek İslâm’ın çoraklaşan bahçelerini yeşertirler. Hicret Müslümanlar için hayırlı bir yolculuk olur. İslam yeni beldelere açılır. Mekkeli müşrikler bütün zorluklara, tehdit ve işkencelere rağmen yine de söndüremezler inananların yüreklerinde yanan iman ateşini. Müslümanlık gonca halindeyken açılır, iri bir güle dönüşür.
Her geçen gün mahzunlaşır Resulullah… Sanki misafirdir bu yalan dünyada… Dost halesine duyduğu aşk ve şevk gittikçe artar… Ve bir gün davasına gönül veren ve her biri bir yıldız hükmünde olan ashabını toplayarak onlara veda hükmündeki son sözlerini irâd eder: “Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha birleşemeyeceğim…” Ölüm Allah Resulünün sanki içine doğmuştur. Öyle de olur; o mübarek yorgun bedeni dünyayı acı ve hicrana boğarak güzeller güzeline kavuşur.
O gün bugündür dünya virandır müminler için… Resulün olmadığı bir dünya ıstıraptan gayri nedir ki? Onun yüzü suyu hürmetine yaratılan kâinat, en acı demlerini yaşıyor şimdi. İnsanlığın başında kümelenen kara bulutlar, ancak onun yolundan gitmekle bertaraf edilebilir. Bilâlların okuduğu ezanlara hasret çoraklaşan yüreklerimiz… Yoluna yeksân olduğum gönüllerin sultanı, bil ki bize gayri hiçbir ilâç derman olmaz senin nurundan başka... Pusulamız puslu, imanımız yara aldı pusuda… Münzevi çığlıklar uyandırır gaflet uykusunda sabahlayan rind-i şeydayı… Gayri gönül terazisi çekmez bu sıkleti… Refik-i Âlâya yükselen ruhuna binlerce salât ve selâm olsun ey Resûllerin piri!... Bizi şefaatine eriştir. İrademizi iradene râm eyle ki kurtuluş bundadır. Çöller suya nasıl hasretse biz ümmetin de işte öyle sana müştâkız… Sözler kâfi değil sana olan aşkımızı izhar etmeye… Duygularımın tercümanı olan şair A.Ulvi Kurucu’nun sözleriyle sana olan aşkımı beyan ederim:
“Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim.”

GÜLLERİN VE GÖNÜLLERİN EFENDİSİ…
M. NİHAT MALKOÇ

Güllerin ve Gönüllerin Efendisi, Peygamberlerin Kutbu, Gül Yüzlü Resulullah;
Medine’nin gülüydün sen… Çöllerde bir rahmet deniziydin sen… Geçen yüzyıllar adını unutturamadı, asırlar seni yaşlandıramadı. Duaların, ellerin havadayken akis buldu.
Ey Allah’ın son elçisi, gönül kalesinin burcu, karanlık gecelerde ayın on dördü, yaratılmışların en şereflisi; on dört asır evvel dünyaya ışık oldun, cahiliye döneminin kararttığı gönülleri ziyanla aydınlattın. Karanlık bastığında sönmez ışığımız oldun.
Bahçemizin solmayan gülü, takva çiçeği, sevdamızın susmayan dilisin sen… Sen ebedî huzuru muştulayan kutlu bir habercisin. Senin hasretin, bağrımızı yakıp kavuran, sönmeyen bir közdür. Diller senin adını zikretmekle manevî şifa buldu; gözler seni görmekle manevî maksuduna erdi. Senin kadar hiç kimse sevilmedi, senin kadar hiç kimse övülmedi.
Yeryüzünde ‘Muhammed’, gökyüzünde ‘Ahmed’ isminle bilindin ve sevildin sen. Bir kulun elde edebileceği en yüce makamlara eriştin. Hakk’ın yanında ve yakınında oldun. Onun davasını sırtladın dik yokuşlarda. Bu ateşten gömleği sırtına giymekte tereddüt etmedin. Gelmiş geçmiş bütün günahlarının affedildiğini, cennetin sana hak olduğunu bile bile, diğer kullardan daha çok kulluk eyledin. Ayakların şişene kadar rükû ve secdede Hakk’ın divanında durdun. Alnın mübarek secde izleriyle doldu taştı. Doğusuyla, batısıyla, güneyiyle, kuzeyiyle yeryüzünü mescit ettin kendine. Kulluk hazzına kanmadın, ibadette sınır tanımadın. Zaman geldi, sen de diğer kullar gibi uyku basınca uyudun, acıkınca yedin, susayınca içtin, yuva kurdun, çoluk çocuk, torun sahibi oldun; fakat ifrat ve tefritten sakındın; haddi hiç aşmadın.
Sen, ümmetin gönüllerini ısıtan güneşsin. Karanlık gecelerimizde bize yönümüzü gösteren bir kutup yıldızısın. Alnımızın ortasındaki secde izisin, gönülleri bayram yerine döndüren müjdeli bir habersin; umut kadar sıcaksın, ölümsüz bir bestesin ilahî aşkın şafağında... Bitimsiz özlemlerimizin zirvesinde aşksın, sabrın tükendiği yerde sebatsın. Gölgemiz kadar bizdensin ve bizimsin. Beşinci mevsimde gönül göğümüze düşen dördüncü cemresin. Gönül aynamıza düşen mübarek bir suretsin. Hasretin gönülleri yakıp kavurduğu demlerde içimizi rahatlatan vuslat serinliğisin; gölgeliksin güneşin kavurucu sıcağında.
Her şey seninle güzeldir ya Resûlullah!... Sen varsan dünya da bir çeşit cennettir mümin ve muvahhitler için… Zira senin yüzün cennet misali paktır. Senin yokluğun huzurumuzu gölgeler. Sensiz dünyanın tadı da, tuzu da yoktur. Ölüm bizi sana taşıyan bir burak hükmündedir. Onun içindir ki ölüm bir bahar ülkesidir bizim için… Biz, ölümün ölümsüzlüğe ve sana açılan bir kapı olduğuna gönülden inanmışız. Seni dünya gözüyle göremeyeceğimize göre, ölmek sana vuslatın kapısını aralamaktır bir anlamda. Ancak arınmadan gelemeyiz kutlu kapına. Tövbe sularında arındıktan sonra geleceğiz sana…
Aşk ancak seninle gerçek anlamını bulur. Seni ve Hakk’ı seven başka aşkı neylesin? Zira ilahî aşkın membaı sizlersiniz. Bu aşk uyandırır insanı gaflet uykusundan; bu aşk diriliş muştusudur. Bu aşkta kâinatın var ediliş sebebi gizlidir. Bu aşk ölüyü diriltmeye muktedirdir. Derviş Yunus’un deyimiyle “Aşkın âşıklar öldürür/Aşk denizine daldırır” Pervaneler bile kızgın ateşe sarıldılar o ölümsüz aşkından. Senin elinden aşk badesini içenler, aşkın sonsuzluk hecesine kandılar. Sana teslim olanlar, nefislerini darağacına çekerek, boşluğa sürüklediler. Onlar nefisleri tarafından güdülmediler, enaniyetle beslenen sağır ve kör nefislerini güttüler.
Sen mucizelerinle ayı ikiye bölen Nebi’ydin!... Sen Hz. Ebuker’in can dostuydun; Hz. Ömer’in yol arkadaşıydın; meleklerin bile hayâ ettiği halife Hz. Osman’ın kayınpederi ve alnının akıydın; Ali’nin hem amcazadesi, hem de kayınbabasıydın. Müminler çözümsüzlüğe düştüğünde ‘Muhammedü’l-Emin’ sıfatıyla onların meselelerini çözen dürüst bir hakemdin.
Ey Nebiler Nebisi!... Sana layık ümmet olamazsak da seni çok seviyoruz. Günahlarımızla senin ümmetiniz... Sünnetine uyamadık, getirdiğin ahkâmı düstur edinemedik. Kılavuzumuzu şaşırınca dağların başında bir başımıza kalakaldık. Bizi hoş gör ne olur!...

KÂİNATIN GÖZBEBEĞİ, PEYGAMBERLER SERDARI…
M.NİHAT MALKOÇ

Ey özü sözü bir olan, insanlığa kurtarıcı olarak gönderilen Gül Yüzlü Peygamberim;
Bugüne kadar nice kalem erbabı seni anlatmaya yeltendi, sözünü özünle güzelleştirdi. Ciltler dolusu kitaplar yazıldı da yine seni hakkıyla anlatamadı hiç kimse… Durum bu iken benim bu gayretim deli cesaretinden başka nedir ki!... Kalemim ve kelamım elbette aciz kalır seni anlatmada. Çünkü sen kâinatın sahibinin ‘Habibim’ hitabına mazhar ulu bir nebisin. Yüce Rabbimin “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” buyruğunun şerefyab muhatabısın.
Gönlümüzün göklerinde dalgalanan bir bayraksın sen… Damarlarımızda akan tertemiz kansın sen. Canımız içre cansın sen. Susuzluğun ortasında âb-ı hayat misali ummansın sen. Sen harap gönülleri imar eden muhabbet elçisisin aynı zamanda… Sevgi bahçelerinin gonca gülüsün. Kâinat ağacının çekirdeğisin. Âlemin manası sensin. Ümitlerimizin çırasısın. Dost bağının bülbülüsün. Dünya var olduğundan beri senin kadar merhametlisini hiç görmedi ki!...
Sana karşı mahcubuz ey Resul!... Çünkü sana layık bir ümmet olamadık. Getirdiğin Kur’an-ı Kerim’i evlerimize soksak da, ne yazık ki gönüllerimize sokamadık o nuru… Onun ahkâmıyla hükmedemedik. Çaresizliğe düştüğümüzde bile akıl edip de sünnetine sarılamadık. Senin nurlu yolun varken yanlış yollara saptık. Doğru yolun sapık kollarında oyalandık.
Başka milletler bozulmuş dinlerini, tahrif edilmiş kitaplarını, olduğundan başka bir renge ve kimliğe büründürülmüş peygamberlerini büyük bir azim ve kararlılıkla geniş kitlelere tanıtırken bizler hak dinimizi, bugüne kadar bir harfi bile değiştiril(e)memiş yüce kitabımızı, senin on dört asır evvelki kimliğini ve eşsiz kişiliğini layıkıyla tanıtamadık.
Mukavvadan kahramanların yaşlı dünyamızı istila ettiği bu çağda seni örnek alamadık ey Resul!... Örnek alınacak ümmet olamadık eyvah!... Muhacirlerin gibi sadık yol arkadaşın, Ensar gibi mihmandarın olamadık ne yazık ki!... Bu kara yüzümüzle, yüzümüz yok karşına çıkmaya, mübarek sancağının altında olmaya… Fakat sen ümmetinin bu itaatsizliklerine rağmen yine de kıyamet sabahında “Ümmeti, Ümmeti!...” diyerek Allah’tan af dileyeceksin.
Senin o eşsiz sevginden ve nurundan mahrum kalplerimiz şimdi birer yıkık virane oldu. Dudaklarımız kapının eşiğini öpme şerefinden mahrum… Gözlerimiz gül yüzünü görme bahtiyarlığına eremedi. Bütün bunlara rağmen senin ümmetin olmakla teselli bulduk.
Sünnetine sarılamadık kurtuluşa ermek için… Sabah namazlarını döşeklerimizde gaflet uykusunda geçirdik. Hatalarımızı göremedik. Nefsimizi enaniyetimizle semirttik. Senin sevginden mahrum kalplerimiz adeta taşlaştı. Kabahatlerimiz Everest Dağı’nı aşar oldu da bir kere tövbe edip pişmanlık gözyaşları dök(e)medik. Senin nur dolu çeşmenin oluklarından âb-ı hayat akarken tasımızı zehirli su akıtan ecnebi çeşmelerinden doldurduk. Sana yâr olamadık.
Yeri gelince har vurup harman savursak da zekât söz konusu olunca paramıza kıyıp da fakirin hakkı olan zekâtımızı veremedik. Deniz, kum, güneş peşinde koşup tatil hovardalıkları yaparken hali vakti, yerinde olan her müminin yerine getirmekle yükümlü olduğu Hac farizasını ifa edemedik. Namazlarımızı edep erkâna riayet ederek vaktinde kılamadık, Cuma namazını kılmayı, mümin vasfını kazanmak için yeterli gördük. Yılda bir ay oruç tutmayı nefsimize kabul ettiremedik. Sabahtan akşama kadar açlık muhabbetiyle ibadetimizi başa çaldık. Kelime-i Şahadetin özüne sadık kalamadık. İçimizdeki şüphe karanlıklarına İslam’ın ışığını tutamadık. Taşıdığımız büyük sorumluluğu unutarak kör nefsimizin oyuncağı olduk.
Gün geldi gıybet çamuruna batıp debelendik. Çatallı yol ağzında öylece şaşırıp kaldık işte…
Yokluğun baldıran zehridir. Zira yokluğunda her şey anlamını yitiriyor. Senin yokluğunda feraset ve dirayetimizi kaybettik. Gaflet perdeleri, gözlerimizi görmez kıldı. Sen gelirsen zulmet barınamaz gönül göğümüzde. Gonca gülün olduğu yerde dikenlerin esamisi okunmaz. Senin şefaatine çok muhtacız. Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa senin üstün ahlakını anlatamayız. Bu çağın mücrimleri senin ikliminde bulacak yitiğini… Sana salât ve selam olsun. Kirli dudaklarımızla sana yalvarıp, şefaat diliyoruz senden… Seni çok seviyoruz.

RESULULLAH AŞKI
M.NİHAT MALKOÇ

Aşk, hissiyatın en saf hâlidir; sevenin sevdiğinde yenilenmesi ve tazelenmesidir. Aşk hesap yapmadan, karşılıksız sevmektir; muhabbetin en koyulaşmış hâlidir; uçsuz bucaksız kâinatı yüreklere sığdırabilmektir. Aşk, sevenin sevdiğine kayıtsız şartsız kendisini teslim edişidir. Aşk, kör kuyulardan ufkun ardını görebilmektir; buz tutmuş zemherilerde yanmaktır.
Aşk, imkânsızı imkân dairesine çekmektir. Ateşlerde İbrahim misali yanmayı göze alabilmektir. Şubat ayının otuzu, on üçüncü ay, beşinci mevsimdir. Var oluşun, benden sen’e gidişin güzergâhıdır aşk… Aşk kalbe, altın suyuna banılmış sevgi mührünü basmaktır.
Aşk, Yunus misali yaratılanı yaratandan ötürü sevebilmektir. “Sen olmasaydın yâ Muhammed… Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım!” diyebilmektir. “Aşk imiş her ne varsa âlemde…” sözünün müşahhas örneğidir aşk… Aşk; Mecnun misali, Leyla’dan Mevla’ya varabilmenin ince, dar ve zorlu yoludur. Aşk her şeyde bir şeyi ısrarla aramaktır. Aşk, sevdiğine şah damarından daha yakın olabilmek azmi ve kararlılığı içerisinde olabilmektir.
Aşk, kör karanlıklara doğan sabah güneşidir; kavurucu sıcaklarda bağrımıza dolan seher yelidir. Gönül lambasını yakan çıradır aşk… Aşk bir anlamda da gözbağıdır; sevdiğinin ayıplarını görememektir. Aşk, gönülden sevenlerin kendi kelepçesini kendisinin takmasıdır; kayıtsız şartsız teslimiyettir aşk. Parmaklıklar ardında olsa da özgürlüğü sevmekte bulmaktır.
Aşk, bir bedene iki ruh sığdırabilmektir. Aşk, sevdiğini ayak sesinden tanıyabilmektir. Ona giden yol, ateşli tuğlalarla döşeli olsa da o yola girebilmek cesaretini gösterebilmektir. Aşk, ebedî varlık yolunda yok olmayı göze alabilmektir. Benlik duygusunu senlik duygusuna dönüştürmektir. Elindeki bütün varını, aşk uğrunda yoklukla ve sefaletle değiştirebilmektir.
Malum olduğu üzere kâinatın hamuru sevgi ve aşk teknesinde yoğrulmuştur. Bu dünya, sevgi sütunları üzerinde kurulmuştur. Aşk yoksa her şey eksiktir. Sevginin nisyan perdesiyle kapanması dünyaya büyük zarar verir. Peygamberimiz(sav) buyurdu ki; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız”
Aşkların en hakikisi ve en bereketlisi şüphesiz ki Allah ve Resulullah aşkıdır. Zira bunlardan biri dünyanın banisi, biri de var ediliş sebebidir. Kalbe Allah ve Peygamber aşkı düşünce, kalp bir kuş misali kanatlanır; masmavi semalarda süzülür; kuş tüyü gibi hafifledikçe hafifler; gönül, dünyanın bütün kirlerinden arınır, uhrevî hissiyatla dolar taşar.
Bundan 1400 yıl evvel karanlık dünyamızı nurlandıran Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz, Habibullah(Allah’ın sevgilisi) olarak zikredilmektedir. Yani Allah onu ‘Sevgili’ olarak vasıflandırmaktadır. ‘Allah’ın Sevgilisi’ olmak mertebelerin en erişilmezidir. Bu ne güzel bir hitaptır. Yüce Yaratan’ın, yarattığına aşk derecesinde bağlılığı ne kadar da muteberdir. Böyle bir Peygamberin ümmeti olmak biz insanlar için bahtiyarlıktır.
Resulullah bir gül bahçesidir. Bütün burunlar o kokuya hasrettir. Onun munis sesi kulakların pasını silebilecek en güçlü zımparadır; bütün kulaklar o sesi işitmek için yarış halindedir. O, gözlere temaşa zevki veren mübarek bir surettir. Bütün gözler onu yakından görme telaşındadır. Ne mutlu bize ki böyle bir Peygamberin ümmeti olma şerefini yaşıyoruz.
‘Gökteki Yıldızlar’ diye nitelendirilen ve takva insanlar olan sahabeler, Resulullah aşkını iliklerine kadar hisseden nezih bir insan topluluğuydu. Onlar Resulullah’ı canlarından çok severler, başka yola sapmadan onun izini takip ederlerdi. Peygamberden sonra takva bakımından en üstün insan olarak kabul edilen İslam’ın ilk halifesi Hz. Ebubekir’in “Anam babam sana feda olsun ya Resulullah!…” sözü bu katıksız sevgiyi ne güzel ifade etmektedir.
Rabbimizin ‘Habibullah’ olarak nitelendirdiği Resulullah Efendimiz, bizim gözbebeğimizdir; onu canımızdan, malımızdan, mülkümüzden, ana babamızdan ve herkesten daha çok sevmemiz gerekir. Bir hadis-i şerifte “Beni ana-babasından, evladından ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz” denilerek peygamber sevgisinin önemi anlatılmaktadır. Onun nübüvvet kapısında şefaat dilemek için öncelikle onu her şeyden daha çok sevmeliyiz.

RESULULLAH BİR HİDAYET GÜNEŞİYDİ
M.NİHAT MALKOÇ

Peygamber Efendimiz, dünyamıza doğmuş bir hidayet güneşidir. O, kutlu gelişiyle Kisra’nın sarayındaki on dört sütunun devrilmesine, Sava gölünün kurumasına, Mecusilerin bin yıllık ateşinin sönmesine yol açandır. Onun gelişiyle dünyaya düzen gelmiştir. O, iki cihan sultanıdır. Azamet ve ihtişamın sembolüdür. Yeryüzünün imamıdır. O, mübarek sırtında peygamberlik mührünü taşıyandır. O, müjdeleyicidir; güzel ahlakı tamamlayandır.
O, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir çağda, bunu yapan karanlık yüreklere ışık olmuştur. O, insanlığı eğitmek ve ahlakını yüceltmek için gönderilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, “Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb Sûresi, 21) buyurmaktadır. Zira o, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmişti.
Peygamber Efendimiz, zamanının bir kısmını ibadete, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine ayırmıştır. O, kadınları Allah’ın emaneti olarak görmüş, onlara şefkatle muamele etmiştir. Ailesine ev işlerinde yardımcı olmuştur. Onda her açıdan en ideal aile reisliği örneğini görürüz. O, penceresini kendisine açan bütün yürekleri iman ışığıyla aydınlatandır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz çok vefakâr bir insandı. Tabir caizse bir vefa abidesiydi. Onun en büyük vefası Rabbineydi. Zira kullukta kusursuzdu. O, ailesine ve ümmetine karşı da çok vefalıydı. O, ümmetine çok düşkün bir peygamberdi. Kıyamette kendisinin dışında bütün peygamberlerin “nefsim, nefsim” dediği o hararetli günde ‘ümmetim, ümmetim, ümmetim!..’ diyendir o… Makam-ı Mahmud’la müjdelenendir. Onun ümmetine şefkati ve merhameti eşsizdi. Bunu Rabbimiz de şu ayetinde teslim ediyor: “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir”( Tevbe, 9/128-129.)
Resulullah Efendimiz çok şefkatli ve disiplinliydi. Çocukları çok sever, aralarında ayrım yapmazdı. Çocukların fikirlerine değer verirdi. Çocuklarını sever, onlarla yakından ilgilenirdi. Torunları olan Hasan ve Hüseyin’i sırtında gezdirecek kadar onlarla içli dışlıydı.
Sevgili Peygamberimiz, ahlakî değerlerin yerle bir edildiği, ayaklar altına alındığı, zulmün ve hayasızlığın kol gezdiği cahiliye bataklığında yetişmiş bir güldü. Onun mesajları belli bir devirle sınırlı değildi; aksine evrenseldi. Zira o bütün kâinatın efendisiydi.
O hem yetim, hem de öksüzdü. Rabbimiz onun terbiyesini anne ve babasına bırakmamış, bizzat bu işi kendisi üstlenmiştir. O, ümmetinin mutluluğunda pay sahibi olandı.
Resulullah ümmetin dertlerini kendisine dert edinmiş, onların meseleleriyle yakından ilgilenmiş bir sevgi peygamberiydi. Onun ümmetsiz bir dünya ve ahret tasavvuru yoktu.
Peygamberimiz güvenilir bir insandı. O, hâl ve hareketleriyle “emin” sıfatına mazhardı. Ona “Muhammedü’l Emin “ diyorlardı. Zira o; yalan, iftira ve dedikodudan uzaktı.
Onun hayatında kulluk en mühim yeri teşkil ediyordu. İhlâs, onun ibadetlerinin mayasıydı. İbadetlerinde kesinti yoktu, bu hususta istikrarlıydı. İbadetlerin cemaat halinde yapılmasına çok önem verirdi. Namaz onun mübarek ruhunun cilasıydı. O, farzların yanında nafilelere de yer veren, kullukta kuşatıcı bir rehberdi. Namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği vakitler olmuştur. Gecelerini ibadetle geçirmiştir. Cenneti hak ettiği halde ibadetlerindeki hassasiyetinin sebebini soranlara “Şükreden bir kul olmamayım mı?” diyerek cevap vermiştir.
O, bize en iyi örnekti. Hz. Ayşe, onun ahlakını soranlara “Resulullah’ın ahlakı Kur’an’dı” demiştir. O, Kur’an’ın emrettiğini yapmış, yasakladıklarından sakınmıştır. Güzel bir sese sahip olan Peygamberimiz, sürekli Kur’an okumuş; Kur’an’la dostluğu son nefesine kadar devam etmiştir. O, Kur’an’da emredilenleri öncelikle kendi hayatında tatbik etmiştir.
Sevgili Peygamber Efendimiz dünya hayatına önem vermemiştir. Dünyayı bir imtihan yeri olarak görmüştür. O, bir Devlet Başkanı olmasına rağmen, biriktirme imkânı olduğu halde hayatı boyunca mal ve servet biriktirmemiştir. Onun içindir ki ömrü boyunca zekât verecek bir konuma gelmemiştir. Oysa isteseydi zamanının en zenginlerinden biri olabilirdi.

RESULULLAH’I SEVMEK!...AMA NASIL?...

M.NİHAT MALKOÇ

Dünyanın uğruna yaratıldığı bir peygamberin ümmetiyiz. Bu ne büyük bir payedir bilir misiniz? Allah’ın mutlak sevgisine ve övgüsüne mazhar olmak, varılacak zirvelerin en yücesidir. Hz. Muhammet(SAV) bu üstünlükte yaratılmış bir büyük maneviyat timsalidir. Onun ümmeti içerisinde yer almak ve ona tabi olmak da en büyük bahtiyarlıktır.

Resulullah’ı yüreğimizdeki aşk makamının tahtına oturtmak en büyük şereftir. Onun esintisi bile ruhlarımızı kanatlandırmaya ve serinletmeye yeter. Onun aşkının olmadığı kalp virane değil de nedir? Onu sevmek hayat ve hakikat çeşmesinin oluklarından kana kana içmektir. Çoraklaşmış ruhlarımız ancak bu aşk iksiriyle yeşerebilir.

Çocuklarımıza ilk olarak Allah’ın ve Resulünün adını ezberletmek, kalplerine onların sevgisini yerleştirmek gerekir. Bu, manevi altyapının temelidir. Bunu gerçek manada sağlayabilirsek kalpler kötülüklerden muhafaza olunur. Aksi halde vücudun merkezi kabul edilen kalplerimiz malayani sözlerin ve lüzumsuz ayrıntıların çöplüğüne dönüşür. İstikamet üzere yaşarsak ve Kur’an ikliminde soluklanırsak gönül heybelerimiz onun sevgisiyle dolar. Yürek tezgâhlarında onun rahmet kumaşını dokur ve ruhumuzu onunla giydirirsek biiznillah fitneden, fesattan ve hesap günü ateşten korunuruz.

Allah dünyayı belli gayeler uğruna yarattı; kemalini ve cemalini kullarına göstermek istedi. Kulların yaratılanlara bakarak tefekkür ve şükür etmesini arzuladı. Hakikatleri göremeyiz diye bu mühim gerçeği anlatmak üzere peygamberler gönderdi. Hz. Muhammed(SAV) de bu gönül elçilerinden birisidir, en büyüğüdür ve sonuncusudur. O, bütün enbiyanın seyyidi ve evliyanın reisidir. “Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım” kutsi hadisi Allah’ın, son peygamberine verdiği yüksek değeri gösterir.

Peygamberi sevmek lâfla olmaz şüphesiz…. Onun getirdiği son ilâhî kitap olan Kur’an’a ve son din olan İslâm’a bağlı kalabiliyorsak ve onu geniş kitlelere yayabiliyorsak Peygambere lâyık bir ümmet olabiliyoruz demektir. Şu ayette belirtildiği üzere hakiki Allah sevgisi, peygamberi sevme ve ona tabi olma şartına bağlanmıştır. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.”(Âl-i İmran S. 31. Ayet) Yine bir başka ayette bu konuya değinilerek şöyle buyruluyor: “Peygamber, müminler için kendi canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir.”(Ahzab S. 6. Ayet)

Hz. Ebubekir, damadı da olan Hz. Muhammed’i(SAV) canından çok severdi. “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah!” diyerek bu büyük muhabbeti açığa vurmuştur. Hz. Muhammed’e(SAV) duyulan sevgi hususunda bir muhabbet ehli şu veciz beyti söylemiştir:

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhabbetsiz Muhammed’den ne hâsıl?”

Kupkuru Arap çöllerinde açan Muhammed gülünün mübarek kokusu kısa zamanda tüm dünyaya yayıldı. Çığırından çıkmış olan insanlık, onun getirdiği ilahî emirlerin ışığında hizaya geldi. Fakat onu anlamayanlar, anlamamak için bin dereden su getirenler de oldu. Sonuçta fani olan insanlar bir bir göçtü bu dünyadan. Ona tabi olanlar kurtuluşa erdi, cennetle ödüllendirildi. Ya inkârcılar, onun yoluna taş koyanlar!…Onların sonunu bir düşünün!….

Sevgi, insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Paylaştıkça artan, tükenmeyen başka ne var ki? Madem öyle niçin sevgimizi esirgeriz muhataplarımızdan? Bilindiği üzere Cennete girmenin yolu imandan geçer. Ya imanın yolu, o nerden geçer? “Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!” diyen Peygamber Efendimiz bu konuya açıklık getirmiştir. Demek ki sevgisiz iman olmaz.

Peygamber sevgisinin en güzel örneğini mübarek ashap vermiştir. Bu hususta onların izlediği yolu takip etmek bize yeter. Zira ashabın, Hz. Peygamber sevgisini şu örnek hadise ne kadar da güzel yansıtmaktadır. Ensar’dan bir kadına; babası, kardeşi ve kocasının savaşta şehit düştükleri haber verilince, O, hemen Rasûlullah’ı sormuş, sağlık haberini alıp, O’nu görünce, ‘Seni sağ olarak gördükten sonra, her musibet bana hafif gelir’ diyerek peygamber sevgisinin bütün sevgilerden öte mübarek bir his olduğunu göstermiştir.

Sevmek fedakârlıkla eşdeğerdir. Seven feda etmeye de hazırdır zaten. Vaktini, malını hatta canını feda edebilenlerdir gerçek sevgi şuurunu yakalayabilenler… Peygamberi sevmek mukaddes emanetlere yüz sürmekten öte bir duygudur. “Sizden biriniz, beni anasından babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” hadisini şöyle bir düşünün bakalım… Bu derece sevebiliyor musunuz O’nu? Samimi olun, bu noktaya gelememişseniz nefsinizi sorgulayın ve kendinize çeki düzen verin. Zira kaybettiğiniz her saniye aleyhinize işlemektedir. Şu anda nefes alabiliyorsanız dönüş için vakit var demektir. Salât ve selâm o güzel Resul’ün üzerine olsun.

RESULULLAH’IN RAMAZANLARI

M.NİHAT MALKOÇ

Gönül göklerimizin parlayan yıldızı ramazan, içimizi aydınlatarak yürek mahzenlerimizdeki karanlıkları kovdu. Evlerimizi huzurla dolduran ramazan, kuruyan gönül ırmaklarını taşırdı; sükût eden yürek tellerimizi titretti. Nadasa bıraktığımız salâvatlar şimdi içimizde yankı buluyor. İnananların payına düşüyor günde beş vakit ezan… Çoraklaşan gönüllerimiz bir damla ab-ı hayat hükmündeki tevhid ve tehlillerle can bulur.

Ramazan, Müslümanlara en büyük müjdedir aslında. Bilindiği gibi mübarek ramazan hicretin ikinci yılında farz kılınmıştı. Kâinatın güneşi Efendimiz çok sevdiği ashabıyla ancak dokuz yıl oruç tutabilmişti. Bu ramazanlar rahmanî duyguların yürek semalarımızı çepeçevre sardığı vakitlere kapı aralardı. Asrı Saadet döneminde ramazan yaklaşınca hayat da ona göre yeniden tanzim edilirdi. Herkes iç dünyasını tövbelerle temizler, ruhların dirilişine zemin hazırlardı. Resululllah Efendimiz ramazanın yaklaşmasıyla beraber Müslümanları toplar, bu ayın ehemmiyetine dair vaaz ve nasihatlerde bulunurdu. Zaten bu devrin altın kalpli ümmeti aylar öncesinden bu ayın heyecanını duymaya başlardı. Hayat bir anlamda yenilenirdi.

Bir başkaydı asr-ı saadetteki ramazanlar… Çünkü insanlar bugünkü gibi gaflet denizlerinde kulaç atmazdı o zamanlar... Haramlardan şiddetle kaçınırlar, şüpheli şeylerden de uzak dururlardı. Onların hayatı düz bir çizgide, rahmanî dairede sürüp giderdi. Bu kutlu zamanda yaşayanlar Resullerine kayıtsız şartsız bağlıydılar. O’nun için canlarını feda etmeyi göze alabilirlerdi. Onlar büyük küçük demeden ailece ramazan ikliminde soluklanırlardı.

Ramazanlar şüphe yok ki müminlerin ibadet şevkini ve heyecanını artıran müstesna zaman dilimleridir. Yalnızlığın hançeriyle yaralanan mabetlerin yüzü bu ayda güler. Öte yandan Hz. Muhammed(sav) ramazana büyük ehemmiyet gösterir, onu hürmetle karşılar, hüzünle uğurlardı. Ümmetinin bu kıymetli vakitleri ganimet bilmesi için onları uyandırırdı. O’nun şu sözleri ramazana verdiği değere işarettir: “Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ay sizi gölgeledi. Öyle bir ay ki, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi o aydadır. Yine öyle bir ay ki, Allah (Celle Celaluhû) gündüzlerinde oruç tut¬mayı farz kıldı, gecelerinde teravih namazı kılmayı nafile kıldı. Kim bu ayda hayırlı bir işle Allah’a yaklaşırsa başka aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Kim bu ayda farz olan bir ibadeti yerine getirirse başka zamanda yetmiş farz yerine getirmiş gibi sayılır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın karşılığı cennettir.”

Sayılı günler olan ramazan; sevapların katlandığı, günahların miktarınca yazıldığı nurlu zamandır. Ramazanın rahmet ve bereket ikliminden nasiplenememek ne büyük bir bedbahtlıktır. Bu ayda sağanak halinde yağan rahmet ve bereket yağmurları, çölleşen yürekleri yeşertir. Ramazan ayının başladığı bir günde Resulullah şöyle buyurmuştu: “İşte bereket ayı Ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ay yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı sizinle iftihar eder. Öyle ise, kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.”

Ramazanın bütün özellikleriyle yaşatılması Müslüman olarak en büyük arzumuzdur. Sadece aç kalmak ramazanı ihya etmek için yeterli değildir. Oruç diyet olarak görülmemelidir. Oruç Hakk’a yakın olmaktır. Bu günlerin heyecanını bütün hücrelerimizde hissetmeliyiz. Kimi insanların sahura kalkmadığına şahit oluyoruz. Onlar uykularına kıyamıyorlar. Oysa sahur bu ayın şiarlarındandır. Resulullah: “Sahur yemeğini yemek berekete sebeptir. Sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa sahuru terk etmesin. Çünkü sahura kalkıp yiyip içene Allah rahmet etmekte, melekler de istiğfarda bulunmak¬tadır.” diyor.

Resulullah Efendimizin ramazanları dopdolu geçerdi. O, ramazanın sadece gündüzünde değil, gecesinde de hep ibadetle meşgul olurdu. Nefsiyle hesaplaşan Efendimiz, ramazanın son kısmında da itikâfa girerdi. O’nun ramazanları ibadet ve kulluk açısından bereketliydi. Bizler O’nun ümmetinden olduğumuz için bu hususta da onu rehber edinmeliyiz.

RUS YAZAR TOLSTOY VE HZ.MUHAMMED(S.A.V.)
M.NİHAT MALKOÇ

İslâmiyet üzerinde görüş beyan eden pek çok müsteşrik vardır. Hakikati teslim eden bu âlim ve sanatkârlar, müslümanlık, Allah ve İslâm peygamberi Hz.Muhammed(SAV) hususlarında düşüncelerini ifade etmişlerdir.
Rus edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Tolstoy da Resulullah Efendimizle alâkalı güzel sözler söylemiştir. Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina”, “Diriliş” gibi dünya klasiklerinin yazarıdır.
Tolstoy, İslâm’a ilgi duyduğu için, 1908 yılında, Abdullah El-Sühreverdi’nin Hindistan'da basılmış “Hz. Muhammed'in Hadisleri” kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın “Posrednik” adlı yayınevinde bastırmıştır. Resulullah Efendimizin özellikle şu hadisleri Tolstoy’u etkilemiştir:
“Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”
“Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir. ”
“Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin. ”
“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz. ”
“Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur. ”
“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. ”
Karakutu Yayınları tarafından okuyucuya sunulan “Hz. Muhammed: Bilinmeyen Kitap”, Arif Arslan tarafından dilimize çevrilmiş… Tolstoy’un dinimizle ve Peygamberimizle ilgili böyle güzel ifadelerle dolu bir eser kaleme alması İslâm’ın tanıtılması açısından bir şanstır. Fakat bunun İslâm âlemi tarafından müspet yönde kullanıldığı söylenemez. Her zamanki gibi “görmedim, duymadım, söylemedim” mantığıyla hareket ediyoruz.
Kitabın editörü Azerî yazar Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev, Tolstoy’un Müslümanlığa ve bu dinin önderi Hz.Muhammed’e yaklaşımıyla ilgili şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:
“Rus halkı ve özellikle Rus aydınları, L. N. Tolstoy'u ilâhî bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun İslamiyet’i kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed'in hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda “fakirlik” ve “eşitlik” gibi kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte olmasına özen göstermiştir.
Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakârlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...”
Tolstoy gibi evrensel bir kalemin İslâmî hakikatleri benimsemesi ve övmesi bu dinin mensupları olan bizleri fevkalâde sevindirmelidir. Çünkü Hıristiyan âleminin baş tacı ettiği Tolstoy, İslâm güneşinin Avrupa’da, Rusya’da veya daha geniş manada dünyada doğması için bir fırsat ve şanstır. Tolstoy, Hz.Muhammed(SAV) ile ilgili şu görüşlere yer veriyor eserinde:
“Muhammed her zaman Evangelizm'in ( Hıristiyanlığın) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.”
“Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haç'a tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yükseklikte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve onun peygamberini kabul ederdi.”
“Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır”
“Müslümanlık Hıristiyanlık karşısında üstündür.”
Tolstoy, 82 yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalar yüzünden evini terk etti. 20 Kasım 1910’da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömülmüştür.
Tolstoy’un Resul-i Ekrem Efendimizle ve yüce dinimiz İslâmla ilgili birbirinden kıymetli görüşlerinin dünya kamuoyuyla paylaşılması gerekir. Bunu başarabilirsek üç yüz milyonluk Rus âlemi ve onun kat kat fevkinde olan Hıristiyan âlemi teslis inancının zehrinden kurtularak hakikatle yüzleşmiş olacaktır. Ama öncelikle bu kıymetli kitabı kendimiz alıcı bir gözle ve dikkatlice okumalıyız. Sonra da okutmalıyız.

YAMAN DEDE’NİN HZ. MUHAMMED(SAV) AŞKI

M.NİHAT MALKOÇ

İnsanoğlu hak ve hakikatle bütünleştikçe yaradılış gayesine erişir. Bazıları ailesinin inancı üzerine iç dünyasını biçimlendirir; manevî yönünü tayin eder. Aslında çoğumuz bu minval üzere hayatını şekillendirmiş. Bizler Müslüman olmayan bir çevrede yetişmiş olsaydık kaçımız İslâm inancıyla şereflenebilirdi? Buna verilecek müspet cevap sanıldığı kadar çok değildir. İnancımız için bedel ödemediğimiz için de kıymetini bilmiyoruz. Mevcut durumumuzu başka nasıl izah edebiliriz?

Belli bir zaman gayya kuyularında çırpındıktan sonra İslâm inancına erişenler, İslâm’ı hazır bulanlarla kıyaslandığında daha takva ehli oluyorlar. Batılı aydınlardan pek çoğu Hıristiyan inancını tecrübe ettikten sonra aradığını bu dinde bulamayınca İslâm’a koşuyor. Tarihimiz bu tarz İslâm’a dönüş hikâyeleriyle doludur. Bunlardan birisi de Yaman Dede’nin hikâyesidir.

Yaman Dede 1888 yılında Talas’ta doğan bir kişidir. Babası katı bir ortodokstu. Rum’du kendisi… O zamanki adıyla Diyamandi, ilköğrenimini Rum Ortodoks mektebinde yapar. Ailesi Kastamonu’ya göç ettiği için liseyi burada okuyarak birincilikle tamamlar. Çevresindekiler ona Yamandî Molla lakabını takar. Çünkü o Hıristiyan olduğu halde Mevlâna’ya çok düşkündür. Arapça ve Farsçayı kısa zamanda öğrenir. Mevlâna’nın Mesnevi’si onun içindeki ateşi kor hâline getirmiştir. Mesnevî’nin ilk beyitlerinden çok etkilenir. Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını ezberlercesine okur. Doğunun bu gizemli kaynakları onu İslâm inancının şefkat iklimine götürür. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirerek avukat olur. Bir ara eğitimcilik ve avukatlık yapar. Artık bu dönemlerde Müslümanlığı içten içe yaşar; fakat bunu ailesinden gizler. Konya’yla İstanbul arasında mekik dokur. Mevlâna’yı dili döndüğünce geniş kitlelere anlatır.

Gizliden gizliye yaşadığı inancını ifşa etmenin zamanı geldiğine inandığı için elli beş yaşında iken 15 Şubat 1942’de ismini değiştirir ve Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alarak nüfus idaresine yazdırır. Din hanesinde artık “İslâm” yazmaktadır. Durumu ailesine açınca, ailesi tarafından dışlanır. Bu noktadan sonra yapacağı tek şey, ceketini alıp evden çıkmaktır; o da onu yapar. Bundan sonraki hayatında bir evlilik daha geçirir. Zamanını öğrenci yetiştirerek anlamlandırır. Şeyhi olan ve hayatını şekillendiren Ahmet Remzi Dede, ona “Yaman Dede” adını verir; böylece tanınır.

Yaman Dede’nin peygamber aşkı dillere destandır. O, Resulullah’ı canından çok severdi. Yaman Dede iyi bir şâirdir aynı zamanda. Dinî ve tasavvufî temalı şiirlerle tanınmıştır. Kâinatın serveri Hz. Muhammed(SAV) ‘le ilgili olarak yazdığı şu şiir, pek çok kişinin hafızasında çiçek açmıştır:

“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen reh-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Gül açmaz, çağlayan akmaz, İlâhî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mestûrun olmazsa
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
Güneş titrer, yanar dîdârının, bak, ihtirâsından
Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Boynu büktüm, perîşânım, bu derdin sende tedbîri
Lebim kavruldu âteşden döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

Din ve iman uğruna yârdan ve serden geçmek samimiyetin ve ilâhî aşkın zirvesidir. Bunu gerçekleştirenler, iki cihan saadetini yakalayan ender simalardandır. Yaman Dede(Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu) bu bahtiyar insanlardan birisidir. Misafir olarak ömrümüzü geçirdiğimiz bu fâni dünyada bize kalacak güzellikler, işlediğimiz hayırlı amellerdir; gerisi lâfügüzaftır. Bir gönül dostu ve ahlâk abidesi olan Yaman Dede ile ilgili etraflıca malumat almak isteyenlere, Mustafa Özdamar’ın yazdığı “Yaman Dede Belgeseli”ni ve Muhsin İlyas Subaşı’nın “İki Mevlevi” adlı eserini görmelerini öneririm.


Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 17:19:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!